Quantcast
Channel: az bilmiş özneler
Viewing all 121 articles
Browse latest View live

Tolga Tezcan röportajı: 'Araştırma şirketleri seçim araştırmalarında hiçbir zaman başarılı olamadılar'

$
0
0
Araştırma şirketleri, gün geçtikçe seçim dönemlerinin ve gündelik siyasetin olmaz olmazları haline geldiler. Özellikle seçim yarışının iyice kızıştığı son düzlüklerde kendilerini ekranlarda, gazetelerde varlıkları sıklıkla hatırlatılır. Ekrana yansıtılan pasta grafikleri, veriler, yüzdeler… Lakin 1 Kasım seçimlerinin sonuçları araştırma şirketleri için tam bir hayal kırıklığı oldu. Şirketlerin medyaya sundukları veriler ile seçim sonuçları neredeyse taban tabana zıttı. Biz de bu meseleyi bir bilene danışalım dedik ve Florida Üniversitesi'nden sosyolog Tolga Tezcan'la Türkiye'deki araştırma şirketlerinin düştüğü yanlışlıkları, metodolojik ve örneklem bulma teknikleri açısından problemlerini ve sektördeki sömürünün sonuçlara etkisini konuştuk.
Tolga Tezcan
- 1 Kasım seçimlerinin sonuçları açısından en büyük hayal kırıklığını hiç şüphesiz araştırma şirketleri yaşadı. Araştırma şirketlerinin sonuçlarıyla seçim sonuçları arasında oluşan büyük farkı siz nasıl yorumluyorsunuz?
Bu mecrada en büyük dönüşüm araştırma şirketi sahiplerine tartışma programlarında gereğinden fazla yer verilmesiyle, bilgilerinin ve kapasitelerinin dışında cevaplar beklenmesiyle yaşandı. “Seçmen topluma mesaj verdi” gibi lafızların da siyaset diline girmesine neden oldular. Alakalı alakasız her şey için sosyolojik tanımlamasını kullanarak cevap üretmekten çok tahmin yürütemedikleri meseleleri maskelediler. Ve herkesten hızlı sonuç üretme ve televizyon programlarında yer bulma telaşı yüzünden veri kontrolü dahi yapmadan veri yayınlamaya başladılar. Ne kadar ironiktir ki, araştırma şirketlerinin bu başarısızlıklarını yine kendilerine yorumlattık. Araştırma şirketleri, seçim araştırmalarında hiçbir zaman başarılı olamadılar aslında, 15’e yakın şirket rapor yayınlardı ve sadece bir ya da ikisi yakın tahmin yapmış olurdu.
- Bu seçimin farkı nedir?
Bu seçimin farkı hiçbir araştırma şirketinin yakın tahmin yapamaması. Bazı şirketler zaten sahaya çıkmadan, masa başı rapor ürettiler hep. 15 anketin ortalamasını alarak, belki biraz da kanaat notu kullanarak parti yüzdelerini dolaşıma soktular. Haliyle bir ya da iki şirketin yakın tahmin yapması çok olağan. Fakat bu seçimde, gerçekten sahada olan şirketler yanılınca, ortalama alan şirketler de dahil tabii, herkes yanılmış oldu. Şimdi ise bilimsel terminoloji kullanarak enteresan savunmalar yapıyorlar. Örneğin, bir araştırmanın hata payı %2.5 ve bu araştırma A partisinin oyunu %50 bulmuş diyelim. Seçim sonucunda A partisinin oyu %45 çıktıysa, bu araştırma “sonuca 5 puan yaklaştık” diyemez. O araştırma tamamıyla hatalıdır anlamına gelir bu sapma. Ama araştırma şirketleri bu lafı da dilimize yerleştirmiş bulundu. Bu şirketler neden yanıldı sorusu, 1 Kasım’dan bu yana hayli tartışıldı, genelde hile ihtimali ve siyasi atmosfer üzerinden yapılan spekülasyonlarla yanıtlandı, ben sorunuzu kantitatif saha perspektifiyle ve Türkiye uygulamalarıyla yanıtlayabilirim. En temel problem örneklem yöntemi.

- Bu örneklem konusunu açabilir misiniz?
Kalitatif ve kantitatif yöntemlerin arasındaki temel bir tartışma konusudur bu aslında, belirli sayıda bir katılımcıyla görüştüğünüzde geneli temsil edebilir miyiz sorusu. Bunun doğru olduğunu varsayanlar şöyle basit bir analoji kullanırlar: Çorbanın tuzuna bakmak için tüm kazanı içmeye gerek yok, bir kaşıkla yeterli ölçüde karıştırıp çorbanın tadına bakmanız kafidir, o tat tüm kazan hakkında bir bilgi verecektir. Bu örneğin doğru olduğunu varsayalım ve bu varsayım üzerinden hareket edelim şimdi. Kazanı karıştırma dedikleri örneklem metodolojisidir. Ankete cevap verenler nasıl seçildi, hanelere mi gidildi, katılımcılar sokaktan mı çevrildi, yoksa TÜİK listesi mi kullanıldı? Kaşık ise katılımcı sayısı, yani kanaat oluşturabilmemizi sağlayacak ünitenin niceliksel büyüklüğü. Bundan 2-3 seçim öncesine kadar örneklemi nasıl oluşturduklarına dair en ufak bilgi dahi vermeyen bu şirketler, sanıyorum ki, yapılan işin bilimsel görünmesi için terminolojilerini de geliştirdiler ve bu seçimde hata aralığı üzerine de konuştular, biraz evvel bahsettiğim gibi onu da yanlış şekilde konuştular. Fakat temelde araştırma şirketleri örneklem metodolojileri hakkında konuşmuyorlar, sadece geçiştiriyorlar. “Şu kadar ilde şu kadar kişiyle görüştük” ifadesi boşluğa konuşmaktır. Gidilecek hanelerin rasgele şekilde önceden seçilmesi, anketörün o haneyle görüşebilmek için en az 3 defa girişimde bulunması gerekiyor. En iyi ihtimalle, anketöre şu apartmandan bir görüşme yap deniyor, o da muhtemelen en kolay ulaşılabilir kişi olan kapıcıyla görüşme yapıyor. Ayrıca kabul oranı hakkında da bir bilgi vermiyor bu şirketler. Görüşme yapmayı reddedenlerin oranı nedir sorusu çok mühim. Bu oran %30’ların üstüne çıkıyorsa dataya mesafeli olmakta fayda var.
- Başka bir problem görüyor musunuz örneklem seçiminde?
Örneklem hususundaki bir diğer problem TÜİK’in nüfus, bölgesel kalkınma planları, sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralaması gibi faktörlerle 3 ayrı düzeyde belirlediği İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması. Örneğin ilk düzeyde çalışma yapıyorsanız 12 ile gitmeniz yeterli, ikinci düzey için 26 ile gitmelisiniz. Bu illerin tüm Türkiye’yi temsil ettiğini varsayarsınız. Fakat bu sınıflandırma siyasi çalışmalar için yeterli değil. Tek bir il bir bölgeyi temsil etmiyor. Dolayısıyla siyasi çalışmalar için 81 ile ulaşmak lazım ki, bu da muazzam bir maliyet demek. Aslında bu şirketler verilerini kamusallaştırsalar bu problem çözülür. Türlü modellemelerle en uygun örnekleme biçimi tespit edilebilir. Fakat kendileri de verilerindeki tutarsızlıkları bildiklerinden bunu yapmaya yanaşmıyorlar. Kamudan aldığını kamuya geri vermeyen bir yapıyla karşı karşıyayız, tek yaptıkları tüm datayı bir pasta grafiğe dönüştürmek.



- Türkiye'deki araştırma şirketlerinin en temel sorunları nedir sizce?
Türkiye’de saha araştırmaları birbirinin içine geçmiş birçok sorun içeriyor. En büyük sıkıntılar, sahanın tamamen denetimsiz olması, saha organizasyonu ve anketörlerin en ufak bir eğitimden geçirilmeden sahaya gönderilmesi. Türkiye’de sadece bir şirket kendi anketörlerini kullanıyor, diğer şirketler ise alt yüklenicilerle bu işi çözüyorlar. Örneğin, 5 farklı araştırma şirketinin 5 farklı araştırması küçük bir ilde yürütülüyorsa, o 5 araştırmayı da çok büyük ihtimalle aynı alt yüklenici şirket yürütüyor. Yani araştırmanın kalitesi tamamen o alt yüklenici şirketin kalitesine bağımlı hale geliyor. Ayrıca siz müşteri olarak anket başına 100 lira para öderken, araştırma şirketi anketörüne 3 lira veriyor. Dolayısıyla o anketörün motivasyonu da en hızlı şekilde en fazla katılımcıya ulaşmak oluyor. Ve açık uçlu, bir süre düşünmeyi gerektiren sorularda dahi karşınızda çok hızlı konuşmak zorunda kalan ve konuşma hızıyla sizi de aynı hıza zorlayan anketörler buluyorsunuz. Buradaki sömürü ağını atlamamak lazım. Bu anketörler sigortalı değil, en ufak bir iş güvenliği dahi yok, çok az para alıyorlar. Ve bu araştırma şirketleri sürekli maliyet azaltma peşindeler. Bir de seçim anketi gibi müşterisi olmayan araştırmalarda, zira bazı şirketler kendi kaynaklarını kullanıyor bu araştırmalar için, anketörlerin sömürülme düzeyini tahmin dahi edemeyiz. En yaygın uygulama, gerekçesiz yahut irrasyonel nedenlerle bazı anketlerin iptal edildiğinin söylenmesi ama reelde o anketlerin datada kullanılması. Böylece maliyet daha da minimize ediliyor. Bizim anketörlerle konuşulan detaylı bir araştırmaya ihtiyacımız var.
- Anketörler sonuçları ciddi anlamda etkiliyor diyebilir miyiz?
Size bir örnek vereyim. İstiklal Caddesi’nden geçtiğimde mutlaka anketörün yanından yakınından yürümeye gayret ederim ki benimle anket yapsınlar. Bir defasında anketör hızlı hızlı sorularını sorup hızlı hızlı yanıtlarını aldı. En son da yaşımı 45 olarak gösterip gösteremeyeceğimi sordu. Bana bunu sordu zira şirketin beni daha sonra arayıp bazı bilgilerimi istemesi ve cevapları kontrol etmesi gibi bir durum söz konusu. Bazı şirketler %30 oranında katılımcıları arayıp cevapları teyit ediyor. Anketörün motivasyonu en hızlı şekilde elindeki anketleri bitirmek olduğu için yaş, cinsiyet, il gibi örneklem kotalarında bu tarz manipülasyonları sıklıkla yaptıklarını düşünüyorum. İşin trajikomik tarafı, o gün cevapladığım soruları benim hazırlamış olmamdı. Bir soru hızlı sorulduğunda, katılımcı telaş ettirildiğinde nasıl farklı cevaplar verilebildiğini de deneyimlemiş oldum. Daha sonra o şirketle sözleşmemizi feshettik.
- Dünyada bu sektör ne durumda?
Gelişmiş ülkelerde bu iş daha profesyonelce yürütülüyor. CATI dediğimiz sistem, yani telefonla anket, bu ülkeler için çok daha uygun. Aralıklarla 3 anket yapıp ortalamasını alarak bilgi paylaşırlar. Hem telefon, hem online hem de yüz yüze anket yapıp, geçmiş araştırmaları dayanak alarak ürettikleri modellemelerle en yakın sonucu bulmaya çalışıyorlar. Ve bu araştırmaların verilerine ulaşabiliyorsunuz, bazıları ücretsiz bazılarına belli bir ücret ödüyorsunuz. Fakat Türkiye’de ne kadar ücret önerirseniz önerin, araştırma şirketleri sizinle ham datayı paylaşmaz. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik bu mecradaki en önemli kriterler. Başkaları metodolojinize dair sorular sormadan, sizin her limitasyonu önce raporlaştırmanız gerekir. Bizde tam tersi oluyor. Önce pasta grafik paylaşılır, sonra soru gelirse meselenin etrafında dolaşıp jenerik cevaplar verilir. Yöntem karşılaştırması yaparsak, bizde maalesef CATI çalışmıyor, yüz yüze ankette de geçerli; fakat katılımcıya telefon açtığınızda katılımcı daha çok fişlendiğini düşünüyor. Haksız da sayılmazlar. Bir bakanlığa size yaptırdıkları bir araştırmanın sunumunu yaptığınızda ve bazı ilginç örnekler verdiğinizde, sunumdan sonra bir daire başkanı hemen kolunuza girip bu kişilerin isim ve telefonlarını isteyebiliyor. Siz araştırmacı olarak politik angajmanınız ve mesleki etik gereği buna karşı çıkarsınız ama bu karşı çıkışın da bir bedeli oluyor.
-Araştırma şirketlerinin yayınladıkları anket sonuçlarının, seçmen üzerinde olumlu veya olumsuz bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu da seçim araştırmaları literatüründe önemli bir tartışma. Bandwagon etkisi (sürü psikolojisi) partilerin kullandıkları stratejik bir yöntem midir, yoksa bu meseleyi doğal bir sonuç olarak mı yorumlamalıyız? Yani herkesin aklındaki soru şu: Anketin seçmenleri etkileme ihtimali gerekçesiyle anket sonuçları manipüle ediliyor mu? Buna gelmeden önce hemen sorunuzu yanıtlamaya çalışayım. Evet, anket sonuçları seçmen kararını etkileme potansiyeline sahip. Güçlünün yanında saf tutma anlaşılabilir bir durum. Anket sonuçları yüzünden sandığa gitmemek de aynı tutumun bir reflektörü ve bu durum da aynı şekilde anlaşılabilir. Seçmenler kendilerini kazanan tarafta göremediklerinde taraf değiştirebiliyorlar, muhtemel iktidar partisiyle barışabilecek bir yön bulma gayretine de girebiliyorlar. Örneğin 1988 Kanada seçimlerinde seçmenlerin yayınlanan anketlerle uyumlu tavır geliştirdikleri üzerine birçok yayın var. Daha yakın bir örnek olarak, 2008’de aynı tartışmalar, ABD seçimleri için de yapıldı. Manipülasyon konusuna gelirsek, evet gayet mümkün. Data paylaşılmamasının bir nedeni de bu, çekindikleri sadece bilimsel olmayan yöntemlerin tespit edilecek olması değil, manipülasyon da türlü modellemelerle ortaya çıkarılabilir.



- Türkiye'deki seçim araştırmalarında katılımcıların sorulara türlü nedenlerle doğru cevaplar vermekten kaçındıklarına dair bir tweet atmıştınız geçtiğimiz aylarda, sizce Türkiye'deki katılımcılar neden böyle bir eğilim gösteriyor, bize biraz daha açar mısınız bu konuyu?
Konuşmanın başlarında bahsettiğim gibi anketin gerçekten yapıldığının teyidi için katılımcıdan iletişim bilgileri alınır, bu bilgiler verilmezse anket iptal edilir, anketöre ücret ödenmez. Bu bilgi de anketin sonunda istenir ki, anketör sorular yönelterek bir nebze güven verebilmiş olsun. Biraz konu dışı olacak ama yine de önemli, anketörler süreçte öyle bir sezgi geliştiriyorlar ki, artık kimin görüşmeyi kabul edeceğinden, kimin iletişim bilgisi vermeyeceğine kadar ilginç bir zihinsel kodlama ediniyorlar. Bunu da sokaktan katılımcı çevirme esasıyla yapılan araştırmaların ne kadar sübjektif yöntemlerle yapıldığını ifade etmek bakımından söylüyorum. Esas konuya gelirsek, sonuç olarak bazı katılımcılar görüşmeyi ya da iletişim bilgisi vermeyi kabul etmiyor. Kabul etmeyenlerin birçok motivasyonu olabilir. Bir tanesi fişlenme korkusu. İktidar partisi hariç bir partiye oy vermeyi düşünmelerinin kendilerine olumsuz bir şekilde ve bireysel düzeyde geri döneceğini düşünebiliyorlar. Ülke uygulamalarına bakıldığında buna basitçe paranoya demek doğru olmaz. Malum hiçbir konuda doğru dürüst kayıt tutmayan devlet, fişleme sevdasıyla Excel’de hayli ustalaşmış, hücre renklendirmeyi, şablon tablo kullanmayı bile öğrenmiş. Biz yine teknik problemler açısından bakalım meseleye. İlk problem, iletişim bilgilerini vermeyen yani cevaplarını veriye katamadığımız kişilerin oranını bilmememiz. Özetle, yüzdelerde gövdeleşmiş sonuçlar sadece iletişim bilgilerini verebilenleri, yani fişlenme korkusu olmayanları temsil ediyor. İkinci problem de fişlenme kaygısıyla paralel şekilde günün politik atmosferine uygun cevap veren bir kitlenin söz konusu olması.
- Son bir sözünü var mı?
Anketlere ne ölçüde güvenebileceğimiz büyük bir soru işareti, bir şeyleri tutarlı şekilde yanlış ölçen ve şansları yaver giden şirketler, aynı yöntemleri kullanmalarına rağmen bu seçimde çok ciddi başarısız oldular. Sektöre böyle bir itibar kaybı gerçekten gerekiyordu belki de. Son sözüm, daha az televizyon programı, daha az gövde gösterisi; daha çok bilimsel yöntem ve daha çok kaynak.

Can Öktemer

Ruşen Çakır röportajı: ‘Geleneksel medya yok hükmünde olmaya doğru gidiyor’

$
0
0

Periscope, sosyal medya piyasasına çok hızlı bir giriş yapan ve insanlara kişisel canlı yayın yapma imkanı sağlayan bir platform. Türkiye’de de ilgiyle karşılanan bu uygulamayı habercilik adına ilk kullananlardan biri de tecrübeli gazeteci Ruşen Çakır oldu. Çakır’la Periscope tecrübesini, bu platformda haberciliği ve birkaç gazetecinin Periscope yayınlarını topladıkları Medyascope sitesi üzerine konuştuk.
Ruşen Çakır
- Uzun bir süredir Medyascope üzerinden haber yapmaktasınız. Bize Medyascope’un hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Periscope’u uzun zamandır kullanıyorum. Türkiye’ye geldiği andan beri diyebilirim. Özellikle 7 Haziran seçimleri öncesinde mitingleri izledim ve oralardan Periscope yayınları yaptım. Onun dışında da kendi başıma analizler ve röportajlar da yaptım. Daha sonra o güne kadar hiç tanımadığım iki kişiden bana mail geldi. Onlar bana yaptığım işlerin ilgilerini çektiğini, birlikte bana yardımcı olabileceklerini ve katkı sunabileceklerini söylediler. Nurdan Üçer ve Denet Tezel, daha önce beraber çalışmış ortak şirketleri olan iki arkadaş, gazeteci değiller.Onların kafasında bir plan vardı, onların kafasında olan şey bana göre gerçekleşebilir bir şey değildi. Sonuç olarak benim elimdeki Periscope malzemelerinden hareketle bir platform oluşturmaya karar verdik. Ama başından itibaren bu platforma başka gazetecileri de katarak başlayacağımızı konuşmuştuk. Birkaç meslektaşımı ikna etmeye çalıştıysam da, pek beceremedim. Sonunda biz 20 Ağustos günü ilk Periscope açık oturumunu benim yönetimimde Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le yapma kararı aldık. Bu galiba Türkiye’de yapılan ilk Periscope açık oturumuydu ve o günde sayfayı lanse etme kararı verdik. Sayfanın ilk nüshasında sadece benim Periscope yayınlarım vardı. Ama açık oturumu da ekledik. Daha sonra çoğu gazeteci ama bazıları gazeteci olmayan başka arkadaşları da katarak bu olayı hızla geliştirdik. Bu arada, bir fotoğrafçı arkadaşımız, stüdyosunun Medyascope canlı yayınları için elverişli olduğunu bize sunabileceğini söyledi ve oraya taşındık. Oraya taşındıktan sonra programların sayısını da arttırdık ve öyle gidiyoruz.
- Medyascope’nun yayın politikasını nasıl belirliyorsunuz, içerikte neler var? Sabit bir kadronuz var mı?
"Çünkü Özgür" diye bir mottomuz var biliyorsunuz. Özgür bir şekilde hareket etmek istiyoruz. Onun dışında gazeteciliğin evrensel ilkelerine uyarak sorumlu bir şekilde, haber değeri taşıyabilecek ve önem verdiğimiz her şeyi, her türlü yoruma açık olacak şekilde sunan bir platform. Burada biz insanlara iş vermiyoruz, işbirliği öneriyoruz. Herkes kendi videosunu, Periscope yayınını ya da video kaydını kendisi yapıp Youtube ya da Vimeo sayfasına koyuyor. Biz onları sayfamıza taşıyoruz. Siz bizim sayfamızda bir video izlediğini zaman aslında onu, o içeriği sağlayanın Youtube sayfasından izliyorsunuz. Dolayısıyla biz insanlara bir içerik falan dayatmıyoruz. Onların ürettikleri içerikleri biz paylaşıyoruz. Biz sayfaya taşıyarak onlara katkıda bulunuyoruz, onlar da bize kayıtlarını vererek sayfaya taşıma imkanı sunuyorlar. Yani her iki tarafında istifade ettiği bir şey oluyor. Bunun dışında esas bu olayı yürüten yedi kişilik bir bir ekip halinde yürütüyoruz. Bu ekipten üçü gazeteci. Muhalif, alternatif olma gibi çok kullanılan kavramları, sıfatları kullanmak istemiyoruz, çok hoşlanmıyoruz. Biz haberin ve yorumun özgür bir şekilde dolaşabileceği video ağırlıklı, görsellik ağırlıklı bir yayıncılık yapmak istiyoruz.
- Kullanıcıların ilgisi nasıl?
Fena değil, memnunuz. Önemli kriz anlarında, yaptığımız yayınlar ve anında müdahalelerle önemli bir iş yaptık. Özellikle görsel kayıtları, Periscope kayıtları koyduk. HDP binalarına saldırılar veya Ankara Katliamı gibi anında önemli olaylarda hızlı bir şekilde tartışma programları yaptık. Örneğin, Paris Katliamı üzerine Nilüfer Göle’yle canlı olarak yaptığım telefon bağlantısıçok geniş bir ilgi gördü. Hatta gazeteler söyleşiyi bizden alıntıladılar. Bu tür şeylere verdiğimiz hızlı ve serinkanlı tepkilerle ciddi bir ilgi artışı sağlıyoruz. Biz memnunuz ama hâlâ daha yolun başındayız. İyice yerleştikten sonra, ayaklarımız yere daha sağlam basacak ve çok daha iyi olacaktır. Ama bir şeyi yakalamış olduğumuzu düşünüyoruz. O yüzden heyecanımız ve hevesimiz yerinde.
- Medyascope gibi yayınların artmasıyla birlikte geleneksel medyanın durumu ne olacak? Gazeteciliğin, haberciliğin yeniden tanımlanması gerekecek mi sizce?
Bunun adını tanımlamak çok şart değil, ancak geleneksel medya zaten yok hükmünde olmaya doğru gidiyor. Elbette varlığını sürdürür ama gerilediği çok açık. Bu, onların derdi elbette. Bence esas mecra burası artık. Tabii ki onlar yine varlığını sürdürecekler. Ama esas olarak bu tip sosyal medya üzerinden, internet üzerinden çoğulcu özgürlük yayınların önü çok daha ciddi bir şekilde açık.
- Sosyal medya haberciliğinin önündeki en büyük engellerden birisinin ekonomi olduğu söylenir. Siz bu engelleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz?
Şu ana kadar aşabilmiş değiliz. Medyascope fedakarlıklarla gidiyor. Şu anda bu işin içerisinde yer alan insanların esas işleri başka başka. Geçimlerini oradan sağlıyorlar, oradan kazandıklarını bir kısmını buraya aktarıyorlar. Şu ana kadar para kazanmış değiliz ama bundan sonra kazanmayı umuyorum. O konuda bir takım projelerimiz var ama öncelikle altyapıyı sağlam bir şekilde oluşturmaya çalışıyoruz. Onu oluşturduktan sonra para kazanma, finansman bulma imkanlarının olabileceğini düşünüyoruz. Buradan ‘para kazanma imkanı yok’ diye bir düşünceyle hareket etmiyoruz. Olabileceğini düşünüyoruz, oldurmaya çalışıyoruz. Bir takım adımlar da atıyoruz bu konuda ama şu anda erken. Ama bu mümkün internet üzerinden gazetecilik yapma seçeneğini birçok insan, ‘burada para kazanılmıyor ki’ diye baştan iptal ediyor. Bence yanlış yapıyorlar, uğraşılırsa, iyi bir iş çıkarılırsa, bu pekala mümkün.
- Sosyal medya haberciliğinin ve yurttaş haberciliğinin en önemli sorunlarından birinin yalan haber olduğu görülüyor. Özellikle editoryel bir süreçten geçmeyen yurttaş haberciliğin ne gibi problemleri var?
Yurttaş haberciliği lafı çok cazip, güzel gözüküyor ama ben çok kullanmak istemiyorum. Ben eski kuşak gazeteciyim, 30 yıldır bu işi yapıyorum. Gazeteciliğin bir takım evrensel ilkeleri ve filtreleri vardır, mesleki deneyim gerektirir. Biz burada buna olabildiğince sadık kalmaya çalışıyoruz. Yani kimsenin ürettiği bir haberi olduğu gibi sorgulamadan koyuyor değiliz. Onun için bu konuda oldukça dikkatliyiz. Özellikle böyle yeni bir mecrada yapılan en ufak bir hata çok daha fazla dikkat çeker. Her gelen içeriğin olduğu gibi konulması fikri bana doğru gelmiyor. Biz öyle bir noktada değiliz. Burası herkesin her istediğini istediği zaman koyabileceği bir platform değil. Biz bazı insanlara teklifte bulunuyoruz, bazı insanlar da gelip bizim kapımızı çalıyor. Anlaşırsak yapıyoruz, anlaşamazsak yapmıyoruz. Böyle sonuna kadar kapıyı ardına kadar açma olayı yok. Özellikle sosyal medya üzerinden yalan, eksik ve kalitesiz yayınların çok yapıldığı, haberlerin çok dolaştığı kesimden kendimiz uzak tutmaya çalışıyoruz. Başarabildiğimiz ölçüde de etkili olacağımızı düşünüyoruz. Yurttaş haberciliği deyip ondan sonra her cep telefonuyla çekilen videoyu paylaşmak, bir yerden sonra çok anlamlı değil. Periscope yayınlarında da özellikle çok dikkatliyiz. Çok cazip birkaç videoyu sırf barındırdıkları bir takım problemler nedeniyle kullanmadık mesela. Yani bulduğumuz her şeyi kullanıyor değiliz.
- Son dönemde tartışılan kavramlardan bir tanesi de dijital aktivizm, örgütlenme biçimleri... Bu kavramlar açısından Türkiye’deki durum için ne yorumu yaparsınız? Türkiye sizce bu noktada hala yolun başında mı?
Son dönemde çok karıştırılan bir kavram. Yani bazı meslektaşlarımız aktivizmlerini daha fazla öne çıkartıyorlar. Bunları birbirine karıştırmamak lazım. Biz karıştırmıyoruz. Bizim aktivist olma gibi bir derdimiz yok, biz gazetecilik yapma derdindeyiz. Ama aktivist olanların yaptığı işlerde haber değeri varsa onları haberleştiriyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine özel bir ilgimiz var. Bunları özellikle faaliyetlerinde video üretmeye teşvik ediyoruz. Onların içerisinde kullanabileceklerimiz kullanmaya çalışıyoruz.
- Türkiye’de medya baskısı son yıllarda arttığı konuşuluyor. Siz genel olarak medyanın son halini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu konuları çok konuşmak istemiyorum. Medya eleştirisi yapanlar yapsın. Biz konuşmak yerine iş üretmeyi tercih ediyoruz. Bizim bu yapmaya çalıştığımız, şeyler aynı zamanda medyanın bugünkü durumundan memnun olmamanın sonucudur.
Can Öktemer

Eskilerden bir abi: Mustafa Denizli

$
0
0

15-16 yaşlarındaydım. Bir yaz günü öğleden sonrası Çeşme'de babamla avare avare turluyorduk. Limanın karşısındaki kahvehanenin önünden geçerken babam başıyla dışarıda oturanlardan birini işaret etti: "Bak oğlum, burada kim var?" Gösterdiği tarafa baktım. Ayak ayak üstüne atmış, gayet havalı, efe tavırlı bir adam oturmuş sigara içiyor, denizi seyrediyordu. Ona olan bakışlarımızı hissetmiş olacak ki yanından geçerken o da bizi şöyle bir süzdü. İşte o an elim ayağım çözüldü, adımlarımı şaşırdım. Bizim büyük kaptanın yanından geçiyordum, boru mu? O büyük kaptan sendin Mustafa abi. Hiç de garipsememiştim sigara içmeni. Zaten her fırsat bulduğunda Cruyff da tüttürüyordu, gazetelerde okuyorduk. Senin Cruyff’tan ne eksiğin vardı? Fiyakalı abim.

Bir keresinde de bin dokuz yüz seksenlerin başında Tariş depolarına doğru Alsancak Stadı’nın yanından yürürken, takımı antrenmandan kulüp binasına getiren minibüsün yanında görmüştüm seni. Toprağı bol olsun annemin memleketlisi antrenör Ömeragiç kulağını çekiyor, sen de gülüyordun. Diğer futbolcular da gülüyordu tabii. Hatta ben de gülmüştüm yanınızdan geçerken. Sonraki yıllarda gazetelerde okumuştum. Meğer  kamp yaptığınız yerde hoca sizi krosa yollamış, yarışın ortalarında diğer futbolculardan ayrılıp bir arabaya atlamış, finiş çizgisinin yakınlarına gelince de arabadan inip gruba orada katılmıştın. Tabii Ömeragiç yutmamıştı bunu. Ketenpereye gelmemişti. Kaçın kurrasıydı Gospodin. O gülüş o zamana mı ait şimdi hatırlamıyorum. Sen ne kabahat yaparsan yap yakışırdı, yakışmasa da biz yakıştırırdık. Kurnaz abim.
Atatürk Stadı’nda bir Beşiktaş maçındaydık. Kapalıda tezahürat yapıp seni tribünlere çağırmıştık. Çiçekleri sana doğru savurduktan sonra Beşiktaşlıların olduğu tarafta da bir vaveyla kopmuştu. "Niye şamata yapıyor bu herifler?" diye düşünürken şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk. Beşiktaşlılar da seni yanlarına çağırıyordu. Rakip bir futbolcunun tribünlere çağırılması çok nadir olaylardandı. Üstelik Beşiktaşlılar bizden daha fazla bağırmıştı, kıskanmıştık. Onları da kırmamış, Beşiktaş tribünlerinin önüne gitmiştin. Sağ elini göğsüne götürüp başını eğmiş, afilice bir temenna çakmıştın. Rakip tribünler alkıştan yıkılmıştı. Kalender abim.
Atacağın her korner öncesi penaltı bulmuş gibi seviniyorduk. Yetmiş dokuzdaki Fenerbahçe maçında bir karambol anında topu tribünlere yollayıp “Topu geri vermeyin,” diye kapalıdakilere tembihlemiştin. Onlar da maçın topunu vermemişler ham hum şaralop yapmıştı. Hakem baktı bu iş böyle olmayacak, yedek topu istedi. Malzemecimiz Kör Coşkun kaşla göz arasında senin antrenmanlarda kullandığın Mikasa topu yuvarladı. Ve bir korner atışında topa öyle bir falso verdin ki, bizim Zagor Zafer’in tam kafasına doğru süzüle süzüle gelirken gol olacağını hissetmiştik. Maçın bitmesine birkaç dakika kala da rahmetli Bora’ya bir ara pası, sonrası tevatür. Gözümün nuru abim.

Kimi maçlarda resmen yürüyüp etrafa bağırıp çağırmakla yetinirdin. Kaybettiğimiz maçlarda da bir punduna getirip kırmızı kart görmeyi ihmal etmezdin. Fakat hiç umulmayacak bir anda güzel bir hareket yapar ya gol atar ya da attırırdın. Seksen ikideki başka bir Fenerbahçe maçında skorboard tarafındaki kaleye neredeyse orta çizgiden attığın serbest vuruşu kaleci Yaşar içeri alsaydı, belki de yüzyılın golü olurdu. Zımba gibi, roketatar mermisi gibi. Ya ondan bir sezon önceki Trabzon maçında yatarak attığın vole. Şenol Güneş tüm gücüyle köşeye uçmuştu da kurtaramamıştı. Son senelerinde deniz feneri gibiydin. Ortalığı sürekli aydınlatmaktansa arada sırada bir görünüp bir kaybolan ateş böceklerine benziyordun. Aslan abim.
Seni herkes seviyordu Mustafa abi, ama biz başka türlü seviyorduk. Sen Altaylı Büyük Mustafa’ydın, kaptandın ve Mustafaların birincisiydin. Çıkış tünelinde kimi zaman elinde bir buket çiçekle en önde sen çıkardın. Yaşı en ufak Mustafa’ya küçük, ortancaya Miço, sana da büyük demiştik.  Miço sağ açıkta, sen sol açıktaydın. Ve seksen üçte ilk defa birinci ligten düştüğümüzde sana da yavaş yavaş yol görünecekti. Kalsaydın, gitmeyeydin iyiydi be abim.

Ve geçen otuz küsur seneden sonra her alt lige düştüğümüzde, kurtarıcı olarak önce senin adın aklımıza geldi. Almanya’ya, İran’a, Azerbaycan’a bile gitmiştin de bize hiç uğramadın. Ateş almak için bile gelmedin be abim.
Duyduk ki yine Galatasaray’ı çalıştıracakmışsın, şampiyon yapacakmışsın. Başarı senin alnına yazılmış, en çok sana yakışır be abim.
Fakat diyeceğim o ki, hani bir gün aklına eser de çıkıp bize gelirsen, biz evde yokuz be abim. Yanlış anlama, sana tavır yaptığımızdan değil de, ev mev falan kalmadı ortada. Ne Alsancak Stadyumu kaldı, ne eski kulüp binası. Yerle yeksan ettiler, başımıza yıktılar be abim.
Sitem ediyorsam eğer, iki gözüm önüme aksın. Eğer mümkünse şu zehir dolu bardak bizden uzaklaşsın, gayya kuyusundan kurtulalım. Yine de bizim gönlümüz değil senin gönlün hoş olsun. Canın sağ olsun be abim, canın sağ olsun.
Orhan Berent

Erkan Saka röportajı: ‘Yurttaş haberciliği daha nesnel habercilik üretebilir’

$
0
0
Yeni medya ve yurttaş haberciliği son zamanların en popüler tartışma konularından biri. Özellikle yeni medya araçlarının kullanımının yaygınlaşmasıyla geleneksel medyanın geleceği merak konusu olmaya başladı. Bununla beraber yurttaş haberciliğini ilerleyen zamanlarda medya içerisinde nasıl bir konumda olacağı ise ayrı bir tartışma konusu olarak durmakta. Bu meseleyi tartışmaya Ruşen Çakır’la başladık, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Yrd. Doç. Erkan Saka’yla devam ediyoruz. Saka, yeni medya ve yurttaş haberciliği üzerine Türkiye’de en çok kafa yoran çalışan akademisyenlerden. Kendisiyle geleneksel  medyanın son durumunu, yurttaş haberciliğinin geleceğini ve sorunlarını ve iletişim fakültelerinde bu meselenin nasıl ele alındığını konuştuk.
Erkan Saka
- Yurttaş haberciliği tanımı üzerine başlayalım isterseniz, sizin de bu konu hakkında bir makaleniz vardı. Siz nasıl tanımlarsınız bu kavramı?
Tanım konusunda yakın zamanda bir uzlaşma olmayacak. Genel olarak, toplumun haber yapım süreçlerine aktif katılmalarına yurttaş gazeteciliği denebilir. Ama bunun bir sürü biçimi var ve bazıları zaten internet öncesinde de olan şeylerdi belki, özellikle kastedilen vatandaşların buna bizzat katılarak sahadan ham haber-enformasyon üretimi olarak tanımlayabiliriz. Tabii, yani bu tartışmalar devam ettikçe, editoryal rolde ne kadar yer alabilecekler diye de düşünebilir. Bazı vatandaşlar bu role de bürünebilirler. Genelde bu kavramda kastedilen, tartışılan haber enformasyon üretim kısmı denebilir.
- Yurttaş haberciliği tam olarak ne zaman sözlüğümüze girmeye, tartışılmaya başladı?
1990 sonlarına doğru tartışılmaya başlandı. İnternetin çıkışıyla birlikte denebiliriz ama aslında internet öncesinde de olabilecek bir şeydi. Yine de özellikle internetin çıkışıyla birlikte tartışma merkezi bir rol almaya başladı. Zaten yurttaş haberciliği internet araçları olmadan çok nadir yapılabilen bir şey. O yüzden de 2000'li yıllar itibariyle ABD'de konuşuluyordu. Yine o tarihlerde bloggerların gazetecilik yetisi sorgulanmaya başlanmıştı, 2000'li yıllar, blogçuluğun altın yılıdır zaten. Türkiye'ye biraz geç geldi. Bizde özellikle 2010'dan sonra aktif olarak tartışılır hale geldi bu kavram. Aslında, genelde gazetecilik eğitimini dijital dönem öncesinden tamamlamış akademisyenler veya pratisyenler için hâlâ çok negatif bakılan bir kavram. Yurttaş gazeteciliği uygulamaları bağlamını bazen yapan çevreler de biraz suiistimal ettikleri için, kavram hakkında halen hak ettiği değerlendirme yapılabilmiş değil. Bir de kavram olarak çok sık kullanıldığı için yurttaş gazeteciliğin içi boşaltılmış oldu bir anlamda ve tartışma böyle başka bir yere doğru evreye yöneldi, ne yazık ki.
- Türkiye'deki iletişim fakülteleri bu konu üzerine yeteri kadar eğiliyorlar mı sizce?
Sırf yurttaş haberciliği ve benzeri şeylere yönelik değil, iletişim fakültelerinin başka bir sürü derdi var. Aslında dijital iletişime yönelik genel olarak geçişte de biraz ağırdan aldılar. Genel akademik formasyon, dijital öncesi. Bunun kabullenilmesi ve buna göre üretim yapılması, son bir iki yılda yoğunlaştı. Bu çalışmalar da, aslında bu konun biraz popülerleşmesi yüzünden oldu yani, ‘bu mevzu madem gündeme geldi biz de bir şey yapalım’ şeklinde biraz yüzeysel olarak devam ediyor. Genel olarak yeni medya çalışmalarının ancak son birkaç yılda atılıma geçtiği söylenebilir.
- Yurttaş haberciliğine getirilen en büyük eleştiriler nelerdir?
Enformasyon doğrulama kısmı önemli bir eleştiri noktası. Lakin bu durumda ülkeden ülkeye değişebilecek bir bakış açısı lazım. Genel olarak ABD'de gazeteciliğin kriterleri yüksek ve iyi bir haber doğrulama geleneği var orada. Bu yüzden ABD'de bir vatandaş, haber üretimine katılınca, ondan daha profesyonel kriterler bekleniyor. Bu yüzden de yurttaş haberciliğine çok eleştirel yaklaşıldı en başlarda. Vatandaşların ürettikleri haber dili de biraz 'magazin' diline yakındı. Bununla beraber ABD'de gazetecilikte objektiflik çok önemli bir kriter. Şu anda o da epistemolojik açıdan çok tartışılan bir kavram haline geldi. Ama şunu da söylemek lazım, vatandaşın böyle bir iddiası da bulunmuyor ama içerik elbette daha iyi üretilebilir. ABD'de bu bağlamda tartışılmaya başlandı. Türkiye'de böyle biraz, sahayı da yeni medya araçlarını da bilmeden, 'haberler yanlış üretiliyor' gibi ağır eleştiriler yapılıyor yurttaş haberciliğine. Türkiye'de bir defa profesyonel gazetecilik hiçbir zaman iyi birkredilibiteye sahip olmadı ya da haber doğrulama konusunda hiç de iyi kriterler yok ortada.. Şu anda birçok sansasyonel haberin kaynağı, yeni medya ve yurttaş habercileri değil, aksine geleneksel medya üretiyor. Buradan bakıldığında yurttaş haberciliği, Türkiye'de daha önce hiç yapılmadığı kadar objektif ve nesnel habercilik üretebilir, yani doğrudan böyle bir derdi olmasa bile. Pratikte de, yurttaş habercilerinin aslında baya haber ve enformasyon doğrulamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. O yüzden yurttaş haberciliğine getirilen eleştiriler biraz haksız oluyor bence. Burada kendine böyle bir misyonu edinmiş yurttaşla, herhangi bir yurttaşın attığı mesajlar da karıştırılıyor yurttaş haberciliğini eleştirenler tarafından. Her yurttaşın ürettiği haber, yurttaş haberciliği kavramı içerisinde değerlendirilemez. Bu mesajlar propaganda amacı da taşıyor olabilir. Gözlemleyebildiğim kadarıyla eleştiriden çok bir de, yurttaşların kurumlara ve devletlere karşı bir hukuki dayanaklarının olmaması meselesi var. Şimdi siz medya kuruluşu olarak, bir haber yaparsınız ama bir kuruluş vardır arkanızda. Ama genelde bir yurttaşın üzerine gittiğinizde, yurttaşın kendini savunma imkanları daha az. Bu bağlamda, son zamanlarda gönüllü avukatlık hizmetleri de başladı. Yani iyi bir enformasyon üretiyorsanız ve bundan dolayı başınız derde giriyorsa, en azından size savunma hizmeti verecek çevreler ortaya çıkıyor. Ama bu henüz çok yeni bir şey.

- Yurttaş gazeteciliği tartışmalarında bir de öne çıkan konulardan biri de, bu haber içeriklerinin editoryal süreçten geçmemesi. Siz ne düşünüyorsunuz bu durum hakkında?
Zaten böyle bir profesyonellik iddiası olmadığı için, siz yalnızca fotoğrafı veya videoyu çeker gönderirsiniz. Burada biraz iş bölümü oluşmaya başladı, bazı vatandaşlar kendilerini böyle masa başında ama doğrulama işleriyle uğraşır hale geldiler, bazıları tamamen sahadan üretime geçti. Burada kolektif akıl devreye giriyor. Sonuçta bir kişiden haberin tüm süreçlerini bekleyemezsiniz. Böyle bir profesyonellik iddiası da yok zaten. Yine de ham haberi yapan kişi, enformasyonunu belli bir yere kadar editoryal müdahale de yapıyor. Netice de bu kolektif bir süreç. Bir vatandaşın her şeyi yapması beklenmemeli bence.
- Sosyal medya haberciliğine getirilen eleştirilerden birisi de yalan haberler. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu problem doğrudan yurttaş haberciliğiyle mi alakalı, yoksa propaganda mı? Ya da genel olarak bir dijital okur yazarlık seviyesi mi? Bunu bir yurttaş haberci paylaştıysa, o zaman onun bu içeriği sorgulanabilir. Ama diğer taraftan bu yalan haberler dediğiniz şey, web üzerinden yanlış paylaşımlar ve propagandaya hizmet eden paylaşımlar bir anlamda. Bir de şu var, devletin ya da otoritenin yeterli imkan sunmaması sonucunda bir haber kıtlığı yüzünden propaganda ve yanlış bilgiye çok yer açılıyor. Belki de böyle haber misyonu olan, niyeti olan vatandaşların büyükşehirlerin dışına daha çok çıkması lazım, bunu ilk önce Soma'da hissetmiştim. Yerelden çok malzeme gelmiyor. Bu genel bir sorun ve ayrıca tartışılmadır bence.
- Yurttaş gazeteciliği ile birlikte insanlar tüketicisi oldukları bir şeyden üreticisi haline geldiler. Bu anlamda gazeteciliğin mesleki olarak yeniden tanımlanması gerekiyor mu sizce?
Tabii gerekiyor. Ben hiçbir zaman profesyonel gazeteciliğin öleceğini yok olacağını düşünmüyorum. Ama bir görev tanımı yeniden yapılmalı, düşünülmeli. Bence her yerde ve her an içerik üretebilecekleri için özellikle enformasyon üretiminde yurttaş habercilerin etkisi artıyor. Ama editoryal süreci ve enformasyon doğrulama ve benzeri şeyler hala gazeteciliğin alanı. Belki de gazetecilik bazı yüklerinden arınacak ve daha çok bunlara yoğunlaşabilecek. O bakımdan belki de zenginleşme bile olabilir. Bu anlamda iş modellerine daha çok kafa yormaları gerecek yeni dönemde. Geleneksel iş modelleri de bitiyor bu yayıncılık ilkelerinin değişimiyle. Buna da çok kafa yoruluyor, yeni projeler, modeller çıkarılmaya çalışılıyor ama henüz bir yere ulaşılmış değil. Hâlâ asıl gelirler geleneksel reklamlardan geliyor. O bakımdan bence bu zenginliği içeriye nasıl alırız diye kafa yormak lazım. Ama şu ana kadar gördüğüm, geleneksel medyacılar çok buyurgan davranıyorlar. O yüzden çok verimli bir işbirliği oluşamıyor.

- Periscope haberciliği için ne düşünüyorsunuz?
Aynı kalıpları burası için de geçerli. Canlı yayınlarda bu türlü bir araç çıkmamıştı, şimdi çıkmış oldu. Ama bu demek değil ki, geleneksel televizyonculuk bitecek. Yine de televizyonların kendilerine çekidüzen vermeleri gerekecek. Bu durumda belki de bu zenginliği nasıl verimli kullanırız diye düşünmek lazım. Şimdiye kadar yıllardır var olan iş modellerine bağlı kalıp yaşayıp gittiler. Şimdi bir meydan okuyuş var. Bu araçları bizzat medyacılar da kullanabilir, böylelikle televizyon programları daha ucuza da mal edilebilecek hale gelecektir. Bu bakımdan yeni kanallar, yeni profesyoneller de çıkacaktır. Ben bunu zenginlik olarak görüyorum ama bu zenginliğin entegre olması biraz gecikiyor, asıl mesele o. Burada şunu da söylemek lazım, iş biraz profesyonelleşince, bu sefer yurttaş habercileri de geleneksel medyacı kafasına girmeye başlıyorlar. Mesela işin içine para girmesi ve hiyerarşilerin oluşmasıyla birlikte, işin sorgulanmamış tarafı da öne çıkıyor. Bence yurttaş haberciliğin yükselişi devam edecek ama bu sefer de onlar geleneksel medyanın hep maruz kaldığı sıkıntılarla uğraşacaklar gibi hissediyorum.
- İnternet gazeteciliği de son dönemde öne plana çıktı. T24, Diken akla ilk gelen örnekler. Siz genel olarak nasıl yorumlarsınız bu gazeteleri?
Bu sitelerde gözlemlediğim en önemli şey, bir iş modelinin tam olarak olmaması. Yani bunlar para kazanmazsa, profesyonel istihdam edemeyecekler. Onun dışına, bu adını saydıklarınız yine iyi örnekler ama geriye kalanlar geleneksel medya kalıplarını kullanarak, daha çok reyting alacak ve tık alacak haberlere kaçıyorlar. Genelde aynı haberi 10 farklı yerde görüyoruz. Özel haber yapımı çok az, zira onun için para, zaman ve kadro lazım. Avrupa'da ve ABD'de ise dolu içerikli araştırmacı gazetecilik örnekleri yükseliyor. Hatta bunları kitle fonlamayla fonluyorlar. Türkiye'de onu yapacak ortam henüz yok. Malum Türkiye'nin şartları da hep 'breaking news' havasında geçiyor. Uzun vadeli bir gazetecilik ve yeni medya yayıncılığı yapılacaksa, içeriğin zenginleşmesi ve nitelikli üretimler yapılması lazım. Şu anda bir birinin tekrarı çok yayın var gibime geliyor.
- Fuat Avni'nin tweetlerinden haber yapma durumları da var...
Yani duruma göre yapılabilir ama ona bir şey katmak lazım. Fuat Avni'nin dediklerini aynen koyarsanız, bu habercilik olmuyor aslında. Zaten onu Twitter'dan görüyoruz. Yayıncının bir sorgulayıcı gibi müdahale ederek yayınlaması gerekiyor onları.
- Geleneksel medya kuramlarının başında medyanın gündem belirlemesi gelir. Bu anlamda yeni medyanın, yurttaş haberciliğin gündem belirleyeceğini düşünüyor musunuz?
Bence gündem belirliyor. Ama kimin gündemini belirliyor? Ne kadar etkili oluyor? Onları ortaya çıkarmak için araştırmaya ihtiyaç var. Bize de belki düşen olan. Her mecranın ayrı bir etki gücü var. Twitter, daha böyle haberi takip edenler için çok popüler bir mecra ve bu belli bir kesimin değil, her kesimin siyasi gündemini belirliyor. Bu kesim halkın yüzde kaçı? Seçim politikalarına nasıl yansıyor? Diğer kamusal politikalara nasıl yansıyor? Bunlara bakmak lazım. Belirleyici bir gücü var o kesin. Ne kadar belirleyici olduğu konusunda ise genelleme yapmamak lazım. Twitter'da trend topic olmak, kendi başına Türkiye gündemini belirlese bile, bunun sosyal sonuçları olmayabilir.
- Sosyal medyadan örgütlenme için neler söylemek isterseniz. Can Dündar ve Erdem Gül hakkında tutuklama kararı çıkınca insanlar doğal olarak Twitter'dan #yalnızdeğilsiniz hashtagi açtılar. Lakin İrfan Değirmenci Adliye’den periscope yayını yapmıştı ve orası bomboştu...
Bu daha genel bir sosyal sorunun parçası, ancak dijital olanla dijital olmayanı kesin olarak birbirinden ayrı düşünmemek lazım. Dijital eylem ile geleneksel eylemin birbirini beslediğini Gezi Parkı eylemlerinde gördük. Bu anlamda, Can Dündar ve Erdem Gül için herkes Adliye’ye gitmeli miydi diye de tartışmak gerekiyor. Zira onlar için yürüyüşler yapıldı ve göre kalabalıktı. Geleneksel eylemlilikte hukuki süreci ve polis şiddetini göz ardı etmeden düşünmek lazım. Bu yüzden, mahkeme gününde bizzat orada olmamak tek başına bir gösterge değil. Ancak genel olarak Türkiye’nin bir örgütlenme sorunu olduğunu söyleyebiliriz, interneti aşan daha genel bir sorun bu.
- Son dönem geleneksel medya için ne söylemek istersiniz? Dokuz gazetenin aynı başlıkla çıkması gibi örneklere şahit olduk son zamanlarda.
Geleneksel medya ile yeni medya birbirine taban tabana zıt, düşman mecralar değiller. Bunlar birbirine entegre olarak gelişecek ve zamanla bütünleşecek mecralar. Bu anlamda ikisi de oldukları halleriyle kalmayacaklardı. Ancak Türkiye’de geleneksel medya kendini bu evrimden çok daha hızlı tüketti, çünkü ortada olağanüstü bir hal var. Yukarıdan gelen baskı, geleneksel medyayı adeta işlevsiz kıldı. Gezi Park eylemleri sırasında, geleneksel medyanın çektiği görüntüleri internetten izledik. O zaman ortaya çıkan Halk TV ve benzeri kanallar halen yayındalar ve aslında iyi ve muhalif yayın yaptığında insanlar takip ediyorlar. Bu ortam, bahsettiğim entegrasyon sürecini Türkiye için hızlandırıyor.
Can Öktemer

Tanıklık ve Hafıza, Dirayet ve Direniş, Yas ve Feryâd Zabel Yesayan

$
0
0
Toprak ve dil'in hakikatini, tüm araçlarınızla güdümünüze almaya çalışsanız da vakti erdiğinde o hakikat uç verir. Bu, tarihin gösterdiğidir. Acı bir köke ulaşmaya çalışan felaketzedelerin torunları ile faillerin özür dilemenin yollarını arayan torunları zorbalıkla kurduğunuz “sessizleştirme” kulelerini yıkmaya başlar. Er ya da geç bu olur, olacaktır.
Hele hele edebiyatın ve kadın mücadelesinin hakikatleri ise “diasporalaştır”ılan, o tarih illâ ki yeniden yazılır. Hakikat, inatçı ve dirayetlidir. Bu, bazılarının unuttuğudur.
Bir süredir, yıkım ve yeniden yazımın kavşağındayız.  İşimiz çok, uzun, meşakkatli. Bu yazı, o kavşakta bir yüzleşme ve özür girişimi, denemesi olabilir çok çok.
***
Zabel Yesayan (Hovanessyan) 93 Harbi günlerinde 4 Şubat 1878'de Üsküdar'da Silahtar'ın Bahçeleri Mahallesi'nde fırtınalı bir gecede dünyaya geldiği vakit, “Rus ordusu Aya Stefanos'a ulaşmış. (...) doğum sancılan başladığında tellallar bağırıyormuş; top atışları olacak. Paniğe kapılmayın.” Ebeyi şehrin öbür ucundan getiren Dikran dayı, doğan bebeği görünce “Siz buna bebek mi diyorsunuz?” demiş “Hap kadar bir şey! Bir de oralara kadar eziyet çektim...”

Fırtına, kar, top atışı ortasında doğan “hap kadar” Zabel'in hayatının hareketi, yolları, neş'esi ve acısı eksik olmamış. Yazar, kadın, öğretmen olarak direniş ve isyanla örülü hayatı yas ve ölüm halesiyle çevrilmiş. Fakat o ne yasını tutabilmiş ne ölülerini gömebilmiş. Yas ve ölüm kıskacında yol'da bir hayat olmuş onunkisi.
1890'larda ortalık siyasi açıdan karışıkken 1895'te Paris'e gitmiş. Edebiyat ve felsefe okumuş Sorbonne'da. 1900'de, Paris'te ressam Dikran Yesayan'la evlenmiş. İki çocuk doğurmuş, Sofi ve Hrand. 1902'de İstanbul'a dönmüş. Ermenice gazetelerde yazmış, ses getiren eserler yayımlamış. 1905'te yeniden Paris'e gitmiş, 1908'e İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar orada kalmış. 1909'da bu sefer bir heyette görevli olarak Kilikya (Adana) katliamının sonuçlarını görmek üzere yola çıkmış. Bu, ağrıya, acıya tanıklık yolculuğuymuş aslında. Gözlemlerini “Averagnerun Meç” (Yıkıntılar Arasında,1911) adlı kitabında dile getirmiş. 1914'te savaş başlamış. 24 Nisan 1915'te tutuklanacaklar listesindeki tek kadınmış. Bulgaristan'a kaçmış. Hiç kolay olmamış. Kafkasya, Beyrut, Mısır'da Ermeni göçmeni ve yetimleriyle ilgili çalışmış. Yardım faaliyetlerini örgütlemek için uğraş vermiş. Sovyet Ermenistan'ını ziyaret ettikten sonra 1933'te buraya yerleşmiş. Üniversitede dersler vermiş. Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış 1937'de. Bakü'de cezaevinde yatmış. 1943'te Sibirya'da ölmüş. Son yılları ve ölümü bir muamma.
***
İsyan ve Direnişinin Kökenleri
Zabel'in yazar, öğretmen, kadın olarak direnişinin ve isyanın; özgürlük, eşitlik, adalet duygularının köklerinin filizlerini ele veren beş an/sahne, “Silahtar'ın Bahçeleri”nden.
Ani kenti ağlama!
Çok sert bir havada, elinde yükleriyle yokuşu zar zor çıkmaya çalışan bir tenekeci, mahallenin çocukları tarafında saldırıya uğrar. Çocuklar, “çığlıklar at”ıp “vahşi bir neşe”yle kaçarken, tenekeci harap olmuş eşyalarının ortasında dizlerini çökmüş, oturmuş ağıtlar yakmaktadır. Buna tanıklık eden Zabel, çığlık atarak ağlamaya başlar. Bu adam, onun gözünde Yukaper teyzesinin ona okuduğu ninnide ağlayan Ani kentidir. “Ani kenti ağlar/Kimse demez ona/Ağlama/Ağlama!”
Büyükannesi aldırmamasını, o adamın bir Musevi olduğunu, İsa'ya işkence ettikleri için bunları çektiklerini söylediğinde Zabel bunu reddeder.10 yaşındadır. Babasına Musevilerin kötü bir halk olduğunun doğru olup olmadığını sorar. Babası, “Kötü bir halk yoktur çocuğum. Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.”dediğinde Zabel'in sorusu elbette hazırdır: “O zaman Türkler?”“Onlar için de öyledir” der babası.
Bu, Zabel'in hakiki acıyla, kötü'yle, kötülükle ve karşıtlarıyla tanıştığı sahnedir. Etnisite ve inanç üzerinden edilen zulümlerin, yapılan zorbalıkların, katliamların sonraki yıllarda da tanığı olacaktır. Bunları kayda geçirip acı dolu bir hafızayı kuracak ve her tür ayrımcılığın, haksızlığın, zulmün karşısında dimdik duracaktır. Babasının hiçbir ayrım gözetmeksizin haksızlıklara ve cehalete karşı gelişi, cehalet yanlısı papazları eleştirmesi, hayatını üzerine kurduğu iki kavramın daha çocukken yerleşmesini sağlamıştır:  “Adalet ve eşitlik”.
Dikran dayının tavanarası
Rulo yapılmış büyükçe bir kağıt. Yeniçerilerin önünde diz çökmüş Bulgarlar. Halklarına yaşatılan zorbalığa karşı gelen Bulgarların katledilmesini emretmiştir sultan. Dikran, sultanların zorba olduğunu söylediğinde sorar Zabel “Peki Abdülaziz?” Çünkü o, “iyi şeyler duymuş”tur onun hakkında, “ani ve trajik ölümü”nden dolayı hâlâ “yas tutanlar” vardır. “Abdülaziz öbürlerinden de daha kötü bir zorbaydı” dediğinde dayısının onlara karşı olduğunu, cezalandırılmalarını istediğini fark eder, “Sultan Aziz'i öldürenlerin iyi adam” olup olmadıklarını sorar. Bunları o yaştaki bir çocuğa neden anlattığını düşünse de Dikran dayı, tutuklanıp boynu vurulan Çerkez'le bitirir bu konuşmayı.
Zabel'in hafızasına Musevi tenekeciden sonra kazınan ikinci resim bu Çerkez'dir ve o, “bir oğlan olmayı, bir Çerkez, bir haydut, dağlarda bir özgürlük savaşçısı olmayı; zorbalığa ve adalete karşı savaşabilmeyi, hatta bu uğurda ölmeyi” ister. Keşke, der, keşke! Muktedir ve zulmüyle bu ilk tanışma çocukken öğrendiği, hayatının merkezine yerleştirdiği bir varoluş biçimidir: “İsyan ve direniş”.
Melani'nin kirazları
Teneffüstür. Okulun bahçesindedir Zabel. Zengin olan Melani kiraz yer. Karşısında imrenerek Melani'ye bakan yoksul bir kız oturur. Bu manzara korkunç gelir Zabel'e. Öfkeyle koşar, kirazları alır, duvarın öte tarafına atar. Başka türlü bir adaletsizlik ve eşitsizlikle karşı karşıyadır burada.
Kendi çocukluğunun bir kısmı epeyce bolluk içerisinde geçmiştir. Tekstil işleri oldukça iyi giderken 14 odalı bir eve taşınırlar, ev konuklarla dolar taşar, Alemdağ'a her ay mutlaka gezmeye gidilir. Ama babası kazancı herkesle bölüşmekten yanadır. Böyle bir hayat kurmuştur evde. İşler kötüye gittiğinde, annesi iyileşmez bir hastalığa yakalanıp da elde var olan her şey onu iyileştirmek için kullanıldığında yoksullaşma Zabel için bir yoksunluğa, zorluğa, acıya dönüşmemiştir.
Melani'nin kirazları izini süreceği iki meseleyi göstermiştir ona: Sınıf farkı ve mücadele”.
  
Faize'yle köy gezileri
Sokaklarda, köylerde... kimsenin pek sevmediği Maltepe'de, Rum köylerinde gezmek insandan insana hayalden hayale koşmaktır Zabel için. Arkadaşı Faize'yle ücra köylerden birindedirler. Bir adam yanlarına yaklaşır. Saati sorar. Türkçe sormuştur. Faize, yaklaşmamasını, durmasını “emreder”. Koşarak kaçarlar. Adamın tecavüz etmek istediğini söyler Faize. Türk müydü, diye sorar Zabel. “Elbette”, Türk'tür. Çünkü bir “kâfir asla asla bir Türk hanımın yanına sokulmaya cüret edemez.”
Korkmuşlardır, ama kimseye söylemezler “taciz”i. Söylerlerse özgürlüklerinin, hayallerinin, geleceklerinin kısıtlanacağını düşünürler ki bu hele Zabel için asla kabul edilebilir değildir. Babası, cehalete ve kadının toplumda yok sayılmasına karşı duran, eğitimle kadınların kurtulacağını düşünen biridir. Bunu sık sık konuşurlar. Zabel'se bir süre sonra kadının özgürleşmesi için eğitimin tek başına yeterli olmadığını düşünecek; sorunu bir sistem sorunu olarak tanımlayacak, bu sistemi topyekûn yıkmak, değiştirmek gerektiğini söyleyecektir.
Bu taciz sahnesi, eğitimi bir başına yetersiz bulmasını doğrular. Çözüm, eril dilin ve tahakkümün ortadan kaldırılması, böyle kurulmuş sistemin yıkılmasıdır. Bunun gerekliliğini daha çocukken deneyimlemiştir: “Patriarka ve yıkım”.
Madam Düsap'ın uçurumları
Arşakuhi ve Zabel, akıllarında bin bir soruyla dönemin kadın mücadelesi ve edebiyat alanında güçlü yazarı Sırpuhi Düsap'ın kapısını çalarlar. Ona akıl danışacak, yazar olma kariyerlerinden söz edeceklerdir. Zile basacakları vakit arkadaşı vazgeçeyazsa da Zabel ısrarcıdır, zile basılır. Dilleri tutulmuş gibidir. Düsap, sorular sorar, yüreklendirir onları; ama bu yolda defne yapraklarından çok uçurumlar olduğunu söyler ve ekler “Bizim toplumumuz bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekir. Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz.”
Korkmazlar. Kararlıdırlar. İki önemli hakikati görmüşlerdir: “Engeller ve İnat”.
Yüreğinin ve Dilinin Kökenleri
Yukarıdaki an'ların/sahnelerin yanı sıra onun çoklu, esnek, güçlü ve sert dilinin, bakışının kökenleri de oldukça zengin, çeşitli, dallı budaklıdır. Mahallenin renkleri evlerinin karşısındaki Rum meyhanesinden yükselen balık kokuları, sokakta dans eden, ayı oynatan çingeneler, falcıların sesleri, hokkabazlar, dervişler, sihirbazlar; Rumların kutsal günleri, Şiilerin “Ya Hüseyin Ya Hüseyin” feryadları... Büyükbaba Şirinoğlu Hagop'un anlatıla anlatıla bitmeyen hikâyeleri, meşhur halk ozanlığı, gizemli yaşamı... Yeranik teyzenin bin bir çeşit koku barındıran çekmecesi, çocukluğundan beri biriktirdiklerini sakladığı bavulu...  Yukaper teyzenin yas dolu, içini “çaresizlik”, “melankoli”, “karanlık duygular”la dolduran Ani şehri ninnisi... Babasının demlediği çayların huzuru, gazeteleri, kitapları, sohbetleri... Annesinin iyileşmez hastalığı, “melankoli”nin annesini gözleri önünde yiyip bitiririşi... Hastalıktan uzak kalması için gönderildiği Santuk hanımın bezbebekleriyle ilişkisi...
Oynayan, hoplayan, şenlikli; okumayı erken yaşta öğrenip bitkin düşene kadar okuyan Zabel'in eserlerindeki dil ve biçim arayışları, temaların çeşitliliği, anlam düzlemlerinin katman katman kuruluşu; ideolojik, politik bakış ve duruşunun, tercihlerinin merkezde yer almayıp, ama mutlaka bir katman, bir arka plan, çerçeve olarak kurguya dahil oluşu, kurgunun anlam zenginliği; birey ve topluma dair olanların birinin diğerini dışlamadan/kuşatmadan bir arada yer alması gibi pek çok özelliğinin kökleri çocukluğundan yetişkinliğine bu geniş ve derin, hareketli hayattadır biraz da.
Tanıklık ve Edebiyat
Yesayan “Yıkıntılar Arasında” kitabında 1909 Adana katliamını anlatır. Korkunç bir tanıklıktır. Ölülerin gömülemeyişinin, ölümün yarattığı boşluğun kapanamayışının, açtığı yaranın iyileştirilemeyişinin tanıklığıdır. Acı öylesine derin, barbarlık öylesine tarifsizdir ki tek çare kaydetmektir.

Bu kitap, bir kurmaca değil; felaketzedelerin ve felaketin resmidir. Çoğu kadın ve yaşlı, hayatta kalabilmiş kişilerle konuşmalara yer verir. Her bir satırı gözleyen/izleyen/tanıklık edenin ağrısını, çözümsüz çaresiz hissedişini, acıdan boğum boğum oluşunu taşır. Asıl derdi, olanı biteni bu haliyle görünür kılmak, hafızaya işlemektir. Marc Nichanian'ın “Felaket ve Edebiyat”ta belirttiği gibi, “Hiçbir hayal gücünün alamayacağı kadar...” diyen Yesayan, “hayal etmeye çalışıyor; aynanın öteki yanına, kurbanların tarafına geçmeye, onlarla bire bir özdeşleşmeye çabalıyor.”
Tek başına bu tanıklık belki imhayı değil, ama sonraki kuşaklara dayatılacak inkâr riyakârlığını engelleyebilirdi. Ne var ki ülke ulus-devletleşirken yapılan katliamlar, ülkenin tarihi yazılırken dilsiz bırakılmıştır. Bu “sessizleştirme” katledilenlerin dil, kimlik, kültür, tarih... mirasına el koyma ve yok etmeyle mümkün olmuştur. Muktedirlerce kurgulanan tarih/edebiyat tarihi yüzündendir ki “ulus-devlet” kahramanlıklar, fedakârlıklarla örülü anlatılarıyla riyakârlığını nesilden nesile sürdürmüştür. “Yıkıntılar Arasında” can ağrısı çekerek dolaşan Zabel Yesayan'la ve tanıklıklarıyla buluşmamızı 100 yıl geciktirmiştir.
Oysa Yesayan'ın tanıklıkları bir yandan da Meliha Nuri Hanım'lar içindi, imha ve inkâr politikalarının kurucu özneleri ve onların torunları içindi.
Merkezinde Meliha Nuri'nin ruhunun derinliklerindeki iç sıkıntılarının, buhranlarının, dertlerinin, tereddütlerinin yer aldığı, Çanakkale Savaşı'nda Gelibolu'da bir hastanedeki kısa bir süreyi anlatan 1925'te yazılıp 1928'de kitap olarak basılmış “Meliha Nuri Hanım” romanı aşk ana izleğini çevreleyen savaş, etnisite temelli ayrımcılık, kültürel ve ekonomik sınıf farklılıkları izleklerini ele alır. Bu izleklerin her biri bir kişi, kişiler arası ilişkiler tarafından temsil edilir.
Romanda savaş, düşmanlık, kahramanlık, zafer kutsanmadığı gibi nefret ve öfkesine yenik düşen, aşk ve kadınlık meselelerinde gelgitleri olan, “Ermeni düşmanı” Meliha'yı yargılamaz, kınamaz yazar.  Derdi, onun sıkışmışlığını göstermek; aklımıza ve vicdanımıza şu soruyu çengellemektir: Nasıl olur da bunca acıya, zulme kör sağır dilsiz kalınır? Hemşire Meliha Nuri Hanım'ın ırkçı nefret ve öfkesinden arınıp ortak vatan'da eşit yurttaş olarak hak ve özgürlükler çerçevesinde beraber yaşamanın yolu yordamı üzerinde düşünmesi nasıl mümkün olur?

Bitirirken...
Zabel Yesayan'ın dilinde mağduriyet ve mahkumiyet söz konusu değildir. Yaşamı ve yazdıkları bu açıdan örtüşür. O ezilen, katledilen bir halkın mağdur ve mahkum kişisi değildir. Gören, görünür kılmaya çalışan, her tür yok sayma, ezme, ötekileştirme politikası karşısında muktedire meydan okuyan, yazarak, yaşayarak, öğreterek direnen ve feryad eden bir kadın olarak edebiyat ve kadın hareketi tarihinde güçlü bir damardır.
Ruben Zaryan 1933'te Erivan'da üniversitedeki Balzac, Zola, Flaubert dersleriyle hatırlar Zebayan'ı ve şöyle bir sahne aktarır: Sınıfa giren Yesayan öğrencilere oturmalarını söyler ve ekler “Bu talebimin yerleşik kurallara aykırı olduğunun farkındayım, ama sizi ayakta görmek beni rahatsız ediyor. Askeri talime öyle benziyor ki. Bu yüzden bana saygınızı farklı bir biçimde ifade etmenizi rica edeceğim. Örneğin, dakik olmakla. Hepiniz pek yakında hayata atılacak yetiş­ kin, olgun öğrencilersiniz; bundan dolayı disiplin konusundaki derslerin gereksiz olduğunu umut ediyorum.”
Öğrencilerine bir diğer öğüdü de “Gençsiniz; bunlar hayatınızın en güzel yılları; size bu özgürlüğü tanımamın bir başka nedeni de, aşık olabilirsiniz, günün erken saatlerinde bir randevu ayarlamış olabilirsiniz, belki kız arkadaşınız sizi tam da bu saatte görmek istiyordur. Tanrı aşkına, derse boş verip sevgilinizi görmeye gidin. Kim verirse versin, hiçbir ders onun duygularını incitmeye değmez.” olan Zabel Yesayan, öğretmenliği, yazarlığı, kadınlığı; inadı, isyanı ve feryadıyla geç kalmış da olsak 100 yıl sonra yüzleşmeler için bizi bekliyor.Daha da geç olmadan...
Melike Koçak
* Bu yazı, ilk olarak IAN.Edebiyat’ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Kaynaklar:
Kevork B. Bardakjian, Modern Ermeni Edebiyatı, Çeviren: Fatma Üna-Maral Aktokmakyan, Aras Yayıncılık, 2013.
Lerna Ekmekçioğlu-Melissa Bilal (der.), Bir Adalet Feryadı, Osmanlı'dan Türkiye'ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras Yayıncılık, 2006.
Marc Nichannian, Edebiyat ve Felaket, Çeviren: Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2011.
Sarkis Srents, Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras Yayıncılık, 2012.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Üsküdar'a Dönen Kadın’, Roman Kahramanları, Sayı 19, 2014.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Silahtar'ı Hatırlamak’, Kitap-lık, Sayı 111, Ağustos 2007.
Zabel Yesayan, Silahtar'ın Bahçeleri, Belge Yayınları, I. Baskı: 2006.
Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Türkçesi: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014.
Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım, Türkçesi: Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayıncılık, 2015.

Levent Ünsaldı: ‘Türkiye’de akademi, akademi dışı her şeydir’

$
0
0
Barış Bildirisi ve ardından gelen akıl almaz tepkiler, işten çıkarmalar ve soruşturmaların ardından, Türkiye akademyasının ahvali daha çok tartışılır bir konu haline geldi. Levent Ünsaldı, geçtiğimiz günlerde Duvar dergisine yazdığı ‘Hocayım Ben!’ yazısıyla tartışmaya yeni bir boyut kattı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde hoca olan Ünsaldı, yazısında Türkiye'de akademinin nasıl memuriyete, araştırma yerine sadece tedrisi aktaran bir aygıta dönüştüğünden bahsetti. Aynı zamanda Heretik Yayıncılık’ın sahibi olan Ünsaldı’yla bu yazısı üzerinden akademinin ahvalini, akademisyenleri ve Heretik’i konuştuk.
Levent Ünsaldı
- Akademisyenlik haricinde bir de sahibi olduğunuz Heretik Yayınları var. Öncelikle Heretik'in hikâyesiyle başlayalım dilerseniz. Ne zaman ve hangi saiklerle kuruldu?
Heretik, 2013 yılında kuruldu. İlk üç kitabını Gezi zamanında çıkardı. Heretik, meslek ve alan savunusu üzerinden gitmek isteyen bir yayınevi. Bunun için de çeviriye yöneldi. Çevirinin esprisi de şu: Bize burada anlatılan sosyal bilimcilerin orijinal metinlerini zamanında okuyamadık. Bunları kaçırmak olmaz. İşin ABC’si sonuçta. Bu işi en iyi öğrenme biçimi de bu aslında. Sosyal bilim adına en iyi çalışmaları yapmış isimleri, orijinal kitaplarından okuyalım, bakalım, ne derece buraya oturuyor, oturmuyor görelim dedik. Yani işleyen bir sosyoloji hangi kavramları nasıl kullanmış? Nasıl saha çalışması yapmış? Bu sorular üzerinden klasik-orijinal metinlere giderek, maharetli sosyologların metinlerini okuyarak, inceleyerek de bu mesleği öğrenebiliriz dedik. Zira bu işin bu memlekete iyi yapıldığını pek söyleyemeyiz sanırım. Mesela derste hoca, bir tasnif kitabından yönteme giriş anlatıyor, o metinlerde bir sürü isim geçiyor, fakat siz bu isimlerin orijinal metinlerinin hiçbirini okumamışsınız, hoca bu metinleri kendine göre tasniflemiş. Her tasnif problemlidir aslında. Yani Foucault'yu buraya koyarsın, Zizek'i şuraya koyarsın ama Zizek de çıkar der ki: "Ben hiçbiri değilim." Dolayısıyla tasnif kitapları biraz zehirleyicidir. Bu Amerikalıların textbook [ders kitabı] mantığına benziyor biraz. Heretik kurulduğunda Pierre Bourdieu’nun çevirileri yoktu, herkes Bourdieu diyordu ama ortada adamın eserleri yoktu. Niye zamanında bunlar çevrilmemişti, sunulmamıştı? Sebebi de şu: Kutsal kitap gibi, yabancı dil bilenler bunları okumuş. Daha sonra bunlar, okudukları adamların/kadınların kötü bir imitasyonuna dönüşmüşler. Türk fikri geleneğinin hikâyesi aslında bu. Çünkü bu eserler böyle kutsal metin gibi, onları sirkülasyona falan sokmamalı. Herkesin o metne erişimi olursa kutsallığı gider veya benim sıktığım ortaya çıkar ya da benim aslında çakma bilmem ne olduğum görünür diye bu metinler çevrilmemiş, sunulmamış vaktinde. Böyle o kadar çok kitap var ki memlekette...
- Bazı önemli kitaplar, örneğin Howard Becker'ın kitapları çevrilmeyi neden bu kadar uzun süre bekledi?
Birinci neden bilgisizlik, ikincisi ise yine tasnif kitapları. Bir üçüncüsü de Becker'ın pratiği Türkiye'de sosyal bilim geleneğine uyan bir sosyoloji pratiği değil.  Biz daha çok böyle mesihçi, daha böyle Sartrevari kamusal entelektüel adamları seviyoruz. Çünkü bizim münevver geleneğimiz biraz mesihçi olmuştur tarih boyunca. Bizdeki hoca gelecek böyle, yalnız ve karizmatik birisi olarak, ilahi bir şeyler söyleyecek, sen onun bunları nereden öğrendiğini de bilmeyeceksin falan, kamusal tartışmalara dahil olacak ve dünyayı kurtaracak. Becker böyle bir adam değil ki. Becker ‘İşimi yapıyorum, biz böyle öğrendik’ diyen birisi. Diğer taraftan da, Becker’ı da tasnif kitapları yanlış kodlamış. Becker, mikro sosyoloji yapıyor, olmaz denmiş. İyi de Becker'ın yaptığı mikro sosyoloji değil ki. Goffman için de böyle deniyor. Halbuki Goffman kadar yapısalcı, Durkheim'ci  adam Amerikan sosyolojisinde enderdir. Dolayısıyla yanlış kodlama, yanlış tasnif, yanlış textbooklar ve dolayısıyla cahillik.

- Heretik bu durumu bozmak için var diyebilir miyiz?
Biz bu ortama ezber bozucu bir yerden girdik. Madem öbür türlüsünü beceremiyoruz, tasnif kitaplarından anlat anlat olmuyor, şu maharetli işlere bakalım dedik. Bu mesleği bir de böyle öğrenmeye çalışalım dedik. Ustaların eserlerine gidelim, bakalım onlar nasıl yapmışlar bu işleri dedik. O yüzden, işini iyi ve ciddi yapmak ile meslek ve alan vurguları hep önemliydi bizim için. Bu sebeple yayınevi çok kapsayıcı oldu. Yani alanda her kesimle hep irtibatı iyi oldu. Çünkü meslek tanımı üzerinden, bir kapsayıcılık üzerinden gidiyordu. Özetle Heretik'in hikayesi, iyi işler yapmak ve farklı bir sosyal bilim pratiğinin peşinde koşmak.
- Heretik son olarak farklı bir alandan, Graeme Turner'ın Kültürel Çalışmalar kitabını yayımladı. İleride bizi hangi kitaplar bekliyor?
Özellikle etnografik çalışmalara ağırlık vermek istiyorum. İleride psikanalize yönelmek de hedeflerimiz arasında. İktisat ve siyaset bilimi gibi farklı alanlara da açılmak istiyoruz. Bir yayınevi sadece bunlarla sınırlı kalamaz elbette. İleride edebiyata ve telifli eserlere de girmek gerekir. İyi yazılmış tezler basılabilir mesela. Ama çok ciddi mesai isteyen de bir iş bu. Bunların hiçbiri çok kolay değil, pat diye olmuyor. Ekip işi bunlar. Bizim küçük bir ekibimiz var ve Türkiye'de kolektif iş yapmak gerçekten çok zor.
- Buradan hocalık mesleğine geçelim dilerseniz. Siz nasıl tanımlarsanız bu mesleği?
Bu ülkede asıl mesele, mesleksiz bir toplum olmamız. Biz de sadece konumlar var, meslekler yok. Akademisyen var mı sorusunun cevabı aslında basit; sıvacı, sucu, polis, doktor yok ki akademisyen olsun. Etrafınızdan hangi meslek grubundaki insanlar işini iyi yapıyor ki?
- Ya da kim kendi mesleğini yapıyor?
Evet, akademisyen de kendi mesleğini yapmıyor belki. Ekstraya gider gibi, ikinci bir işe gider gibi, bir ikinci uğraş gibi akademisyenlik. Yani Türkiye’de akademi, akademi dışı her şeydir. Mesela önce memur veya siyasetçi, sonra 'akademisyen' olunur. Dolayısıyla burada mesleğin kendi aidiyetleri, kimlik tanımı, kuralları ve ahlak ve etik kaideleri çok sorunludur. Zaten Türkiye’deki tüm meslek grupları için bu böyle. Bundan ötürü, yapılan iş tam da bize uyan bir şekilde, ortaya karışık bir şey aslında. Ben o lafı çok seviyorum: Akademisyenlik "ya memuriyetin ya da güncel siyasetin başka yollarla devamı", başka bir şey değil. Bir akademisyenin gündelik hayatına bakmak gerekiyor aslında. Bu insan ne yapıyor mesela? Bir günü nasıl geçiyor? Orada bir farklılık var mı? Buna ampirik olarak da bakabilirsin. Havadan bir şey konuşmuyorum. Şimdi sıradan bir akademisyen sabah geliyor, 11.45 gibi yemekhaneye iniyor. Sonra gidiyor çayını içiyor. Sonra 13.30 gibi yeniden mesaisine başlıyor, arada birkaç tane maile cevap veriyor, yanına uğrayan öğrencilerle konuşuyor. Sonra yan komşusuna gidiyor, orada da çay, kahve içiyor. Hani annenize komşu gelir ya onun gibi yani. Arada bir telefon açıyor, Facebook'a giriyor, ondan sonra gazetesini okuyor. Bir çay daha söylüyor, ondan sonra evine gidiyor. Sıradan bir akademisyenin gündelik hayatı bu işte, ne bekliyorsun ki? Aslında tam anlamıyla bir memur. Deli gibi ders veriyor, çünkü para da kazanması gerekiyor. Birinci öğretim, ikinci öğretim, taşrada devasa sayıda öğrenci. Dolayısıyla gayet sıradan bir hayatı var aslında. Etnografinin nesnesi olabilir bu durum. Gideceksin, Maliye Bakanlığı’nın bir dairesindeki bir koridoru bir hafta boyunca gözlemleyeceksin. Bir şey yapmana da gerek yok, otur böyle, sadece not al. Kim saat kaçta girdi, kaçta çıktı? Sadece bu. Ya da bizim okulda bir bölüme geleceksin, orada bir hafta boyunca koridordaki hikâyeyi tasvir edeceksin. Sonra bu gözlemleri karşılaştıracaksın. Göreceksin, sonuç üç aşağı beş yukarı aynı çıkacaktır.
- Türkiye’ye özel bir durum mu bu?
Türkiye'de akademi dediğimiz, aslında bir üst lise. Zaten inanılmaz bir bölüm çılgınlığı var, sadece dört yıl boyunca biz bu gariplerin tedrisi ölümlerini uzatıyoruz. İşte hemen ölmüyorlar da, sivrisinek gibi dört yıl sonra ölüyorlar. Devlet bize maaş veriyor, biz de artistlik yapıyoruz, hocayım falan diye. Zaten Türk akademisi etikete bayılır. O kartvizitlerde yazar, bilmem ne üniversitesi, bilmem ne ana bilim dalında öğretim üyesi, doçent doktor bilmem kim. Meslek değil, konum bunlar, makam koltuğu yani. Meslek başka bir şey.
- Nedir meslek dediğiniz?
Akademisyenlik dediğimiz aslında araştırmacılık. Entelektüel bir faaliyet. Söylediğin şeylerin altını ampirik olarak doldurmak aslında. Bizim köşe yazarından, edebiyatçıdan, sosyal felsefeciden farkımız da belirli kaidelere uyma zorunluluğumuz. Şu şöyledir diyorsan, baktım ve altını şöyle doldurdum demelisin. Yöntemler, teoriler bunun için var. Dolayısıyla, aslında sürekli bir araştırma faaliyetidir akademisyenlik. Bu araştırmayı da tek başına yapamazsın. Öyle ya da böyle metnini birisinin mutlaka okuması gerekir. Kısacası, bu sabah 9-akşam 5 mesaisinin rutinliğine uyan bir faaliyet değil. Yani gözlemin, araştırmanın ve düşünmenin saati yok ki. Bu derdin, tutkunun gündelik hayata da yansıması lazım.

- Ders vermek bu işin neresinde?
Ders vermek bir angaryadır aslında. Seni böler, zamanını alır. Yani mesela ben hiç zevk almıyorum bugün ders verirken. Bir de derse gelen öğrenci profili de değişti memlekette. Şimdi derse gelen çocuk bambaşka bir niyetle, saikle, dertlerle geliyor.  Niçin orada olduğunu bile bilmiyor ki. Psikolojiyle girmek istemiş olmamış, sosyolojiye girmiş. Çünkü gittiği dershanede onu öyle yönlendirmişler. Sen bir şey anlatıyorsun, mesleği, sosyal bilimi, kuşkuyu, şüpheyi. Araştırmayı, sorgulamayı, bilimi kutsuyorsun. Yaptığın işi seviyorsun, mesleğini icra etmeye çalışıyorsun. O da dinliyor, dinliyor… Yani bir mesaj yolluyorsun ama o çocuğun o mesajı alacak decoderi yok. Şifreli geliyor ona yayın. Kıramıyor hocam şifreyi! Dolayısıyla öğrenciyle ortak dert noktasında, orada olma saikleri bakımından ayrı düşüyoruz. Farklı yerlerden gelmişiz. Ben bir şey söylüyorum, o söylediğim şey, duvara çarpan top gibi geri geliyor bana sürekli. Bu noktadan itibaren çoğu insan bunu takmıyor maalesef. Olay tedrisi memurluğa dönüyor, geliyorsun, paranı alıyorsun. Daha çok ders anlatırsan, daha çok para alıyorsun. Bu bilim değil, meslek değil, bu başka bir şey artık. Son dönemlerde iyice tadı kaçtı artık.
- Ünal Nalbantoğlu 'Ersatz Yuppie Akademisyen' başlıklı makalesinde piyasa diliyle konuşan, pragmatik hoca tipolojisini eleştiriyordu. Siz ne düşünüyorsunuz bu tipoloji hakkında?
Şimdi bu oportünizm hep olmuştur, olacaktır da. Hakemli dergide makale yayınlayayım da puan kapayım, sonra kadro alayım vb… OK, bunlar hep “kahrolsun neoliberalizm”, OK. Vakıf üniversitelerinin ortaya çıkması, neo-liberal mantık ve güvencesiz iş koşulları, akademisyenlik tanımına fena vurdu, buna da OK. Fakat şunu da sormak lazım, daha önceki iyi miydi? Sorun o bence. Hadi bu koşulların böyle olmadığını varsayalım. Tamam, vakıf üniversiteleri de olmasın, ne değişecek? Türkiye’de tarihsel olarak akademi, bürokrasi içinde belirli bir şeyi aktarmakla yükümlü alt alan olarak tanımlanmış bir yer. Bu dünyanın her tarafında da böyle aslında. Ama bizde ekseriyetle sadece bu. Sorun burada. Tedrisatın kendisi aslında çok muhafazakâr bir şeydir. Tedrisat, bilgi aktarmaktır, ama bu bilgi ölü bilgidir.
- Diğer ülkeler neyi daha iyi yapıyorlar?
Bu işi beceren diğer ülkelerde, araştırma boyutu sağlam biçimde eklenmiş. Hoca aynı zamanda araştırma yapan da birisi. Dolayısıyla araştırma ve tedrisatı ayırmışlar. Yüksek lisans ve doktora eğitimi ecnebilerde bizimkisi gibi yürümüyor. Daha çok araştırma merkezleri ve enstitüler çevresinde dönüyor. Neden? Öğretim görevlisinin tedrisatla bağını olabildiğince koparmaya çalışıyorlar, çünkü o bir yük. Bizde öyle değil, burada belirleyici olan tedrisat, merkezi olan tedrisat, araştırma değil. Türkiye'de üniversitelerin asıl fonksiyonu halen tedrisat. Üniversitelerin görev tanımlarında eğitim ve araştırma faaliyetleri olarak geçer ama araştırma kısmı biraz palavradır. Bir şeyi aktarmakla yükümlüsün. Türkiye'nin modernleşme hikâyesi de bu aslında. Neyi aktaracağın da belirlenmiş, oh, mis,  tedrisi memuriyet işte.
- İdeoloji aktarımından mı bahsediyoruz?
İdeoloji aktarımı her zaman olmuştur, bu yadsınamaz. Ama şu anda bizim aktardığımız, ideoloji bile değil. Mesela sosyoloji bölümünde okutulan bazı kitaplar var. Bunlar müfredatta. O bölümdeki hocalar o kitapları okutuyor. Şimdi bunları kim sokmuş müfredata? Neden o kitaplar on yıl boyunca okutuluyor? Bilmiyoruz! Aslında sosyal bilim, ezber bozucu olmak zorundadır; “fıtratında var” yani, diyor ya birisi. Kutsalları sorgulayacak, eleştirel düşünceyi yayacak, vb. Fakat sorun şu ki bizim hoca gündelik hayatında çok sıradan, düz biri. Bu halde gidiyor Foucault okutuyor mesela. Neden? Öğrenci okuyor bu kitabı ama aynı şekilde onun da gündelik hayatına yansımıyor bu durum. Öğrenci için Foucault, sadece sınavda yazdığı ve geçtiği biri. Dönüyorum başa, peki hoca neden Foucault okutuyor? Çünkü kendisinden önceki hoca da Foucault okuttuğu için! Tuhaf değil mi? Tuhaf bir aktarma hali oluşuyor. Bu noktadan sonra, piyasa mantığı, hakemli dergiler veya işte abuk sabuk makaleler olmuş olmamış ne yazar ki, bunlarla doğrudan alakalı değil bizim sorunumuz.
- Sorunun daha yapısal olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bizde aktarmakla yükümlü bir tedrisi memur var. Adamın/kadının tek işi bu! Kendisine akademisyen diyor ama tek işi bu. Bu figürün ulemadan gelen tarihsel bir sürekliliği de var. Akademide, etrafında böyle hararetli bir şekilde meseleyi tartışabileceğin ve bir konu üzerinde konuşabileceğin birileri de fazla yoktur mesela. Sanmayın ki üniversitelerde bir meslektaşınızla ya da diğer öğretim üyeleriyle yan yana geldiğinizde derin entelektüel muhabbetler ediyorsunuz, aksine, pür haset, gıybet, dedikodu…
- Bu anlamda Türkiye'de çok sıklıkla dile getirilen bir kavram neo-liberalizm....
Şu ezberi de bozmak lazım artık, Türkiye'de neo-liberalizm bile yok hocam, çünkü Türkiye'de devlet hala öyle baskın bir durumda ki. Şu ufacık yayınevini kurarken bile 17 tane devlet biriminden imza aldık. Devlet inanılmaz bir şekilde her şeyi hala kontrol ediyor bu ülkede. İpek Grubu’nu istediği anda mahvetti işte. Başka örnek, Amazon’dan kitap sipariş ediyorsun, beşinci kitaptan itibaren vergi ödüyorsun. Böyle neo-liberalizm mi olur? Ürün ve malların bile serbest dolaşımı söz konusu değil hâlâ. Elbette neo-liberal pratikler de söz konusu, var, ama bizdeki Türkiye versiyonu.
Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi, 11 Ocak 2016'da yayınladığı 'Bu Suça Ortak Olmayacağız' bildirisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hedef göstermesiyle medya tarafından linç edildi. Üniversitelerin imzacı akademisyenlere yönelik açtığı soruşturmalar, işten uzaklaştırma ve işten çıkarma işlemleri halen devam ediyor.
- Gelelim ‘Barış için Akademisyenler’ bildirisine. Nasıl değerlendiriyorsunuz son gelişmeleri?
Çok acayip trajediler yaşanıyor. Soruşturmanın güvenliği açısından insanlara görevlerinden el çektirtiyorlar. Gelen soruşturma metninde şu yazıyor: "Bu metni imzaladınız mı, neden?" Cevap da şu: "Evet, imzaladım çünkü anayasanın bana vermiş olduğu özgürlük hakkımı kullandım." Dolayısıyla soruşturmanın güvenliği açısından görevinden uzaklaştırmak gibi bir şeyin ne gibi bir anlamı olabilir ki? Ortada suç unsuru mu var? Ne yapacak, delileri mi karartacak? Metnin basılı olduğu kağıdı mı yırtacak? Bilgisayardan mı silecek? Ne yapacak yani? Sırf bu imzayı atanların burnu sürtülsün diye bunu yapıyorlar. Bildiğin zorbalık. İnsanlar mağdur oluyor, kimsenin umurunda değil. Korkunç olaylar yaşanıyor. Yine meslek konusuna geri geliyoruz. Bu memlekette meslek olsa, meslek etiği olur. Sucu, sucuya bunu yapmaz; polis, polise bunu yapmaz. Her şeyden önce, ‘Bu insanlar benim meslektaşım’ der. İşte memleketin akademisyenin hikâyesi, diğer yerlerden bağımsız değil. Sonuç olarak bizim mesleki aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz yok. Aygıt işte burası [akademi]. Önce başka bir şeysin, önce memursun, önce siyasetçisin. Ekstraya gider gibi, yan iş gibi akademisyenlik yapıyorsun, bildiğin yan iş bu.
- İktidar tarafından üretilen bir ayrımcı dil de var, birçok akademisyen bildiriye imza atan insanlar için bu dili aynı şekilde kullandılar. Peki bundan sonra nasıl beraber iş yapılacak, ortak bir noktada buluşulacak?
İşte onlar da iktidarın bu diskurunu yeniden üretiyor. Yukarıdan gelen emirle bizim bazı meslektaşlarımız da tetikçiye dönüştü. Üstelik beraber oturduğumuz lafladığımız, konferanslarda, şurada burada karşılaştığımız insanlar bunlar. Herkesle konuşan, diyalog kuran, iki lafından biri “perspektifi açın” diye insanlardan biriydim ben. Bundan sonra nasıl bir araya gelinecek bilmiyorum. Nasıl yüz yüze bakacağız gerçekten bilmiyorum.
- Buradan Barış Ünlü davasına gelelim isterseniz. Bundan sonra Türkiye'de akademisyenler makale veya sınav sorusu hazırlarken, kafalarında otosansür olmadan özgürce davranabilecekler mi sizce?
Çok zor bence artık. Zaten Barış da savunmasında belirtti: "Bir yıl içerisinde çok kötü şeyler yaşadım. Ben korkusuz değilim. Ve korkanların dahi fikirlerini özgürce söyleyebilmesine imkan tanıyacak özerk bir bilim alanı için buradayım" dedi. Devamında bir yıl boyunca tehdit aldığını, korktuğunu ve hatta senin dediğin tarzda otosansür bile uygulamaya başladığını söyledi. Barış bile bunu dediyse çok kötü bir durum. Mülkiye'de olması onun için bir şans sonuçta. Çünkü Mülkiye onun arkasında duruyor ama herkesin Mülkiyesi yok maalesef. Mülkiye'de korksan da bir şeyleri ifade edebiliyorsun. Herkes korkuyor esasında. Tam da bunun için, düşüncelerimizi cesurca söyleyebileceğimiz bir kurumsal özerklik şart. O yüzden dik durmalıyız burada. Dik duramazsan yarın öbür gün derste edeceğin lafı, yazacağın kelimeyi düşünür hale gelirsin.
Barış Ünlü, Ankara Üniversitesi'nde verdiği Türkiye'de Siyasal Hayat ve Kurumlar dersinin final sınavında Abdullah Öcalan'ın iki metninin kıyaslanmasını istedi ve bu soru nedeniyle 'terör örgütü propagandası'ndan yargılandı. 3 Şubat 2016'daki ilk duruşmasında beraat etti.
- Sanırım burada hocasını şikayet eden öğrenci tipinden de bahsetmek gerekir...
Olabilir tabii, yarın öğrenci yeri gelecek, kaydedecek şu veya bu sebeple ve şikâyette bulunacak. Memlekette tabu bol, Ermeni meselesi, Kürt meselesi, sosyalist fikriyat, vb... Kelimeleri cımbızla seçeceksin. İşte bu noktadan sonra bu işin önünü alamayız. Tam da bu yüzden çok sıkı durmalıyız. Burası bizim mahallemiz, evimiz. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, elimizde kalan tek yer burası. Memuriyetine, tedrisatına, aygıt haline gelmesine rağmen, en azından bizim gibi insanlar için, yaşadığımız dünya orası. En azından birkaç tane okul var hâlâ. En azından elimizde bunlar var. Bu kalanları da, alanı da savunmazsak eğer, yarın çok geç olacak. Hakikaten inanılmaz bir yere gidecek. Şu an zaten taşra tamamıyla sinmiş durumda, 3-5 tane okul dik durmazsa bitti hikaye.
- Bu özgürlük alanı da kaybedilirse, artık akademide dogmalarla mı konuşur hale geliriz?
Tabii ki, bu alanlar da kaybedilirse, artık hiçbir şey yazamayacağız ve düşünemez hale geleceğiz. Sosyal bilimin en basit faydası şu: “Seni daha az odun yapar”! En azından, sosyal bilimle az biraz uğraşıyorsan, saçma sapan işler yapmazsın. Çünkü sosyal bilim sana şunu öğretir, tarihsellik diye bir şey vardır. Kadın dediğin şey, bundan 1000 yıl önce böyle değildi, erkek dediğin şey de. Tarihsellik dediğin şey, kutsalları sorgulatıcı bir şeydir. Faydası budur. Öğrenci bunu öğrenirse daha az odun olur ve başka birinin kafasına “sen şusun busun” diye vurmaya kalkmaz. Bunun bir üst seviyesi, memleketin çeşitli seviyedeki politikalarına katkıda bulunmaktır. Hadi oraya gelmeyelim, dediğim ilk katkı bile ziyadesiyle yeterli. Bunun olabilmesi için benim işimi iyi yapmam gerekir; bunun için de bazı olmazsa olmaz koşulların yerine gelmesi şarttır, yani fikir özgürlüğü ve bilimsel-kurumsal özerklik. Bunlar olmazsa sen işini iyi yapamazsın. Otosansür bu demek, işini iyi yapamamak demek. Şunu bir türlü anlamıyorlar: Bilimin kutsalı, vatanı, milliliği falan olmaz, evrenseldir.
-Akademinin itibarsızlaştırılması sadece Türkiye’yle sınırlı kalmadı, bu dilden Chomsky, Zizek, Habermas gibi düşünürler de nasiplerini aldılar. Siz nasıl yorumlarsanız bu durumu? Bir anti-entelektüelizm olarak okunabilir mi?
Anti-entelektüelizm bizde matah bir şey maalesef. Bunu sadece akademiyle de sınırlamamak lazım, bu tür durumlarla genel olarak hep karşılaşıyoruz. Geçen burada yaşayan bir yabancı arkadaşımla konuşuyordum, o da benzer bir şeyi fark etmiş. Türkiye'de dış itibar göstergeleri hep inanılmaz güçlü. Mesela bir kuruma gidiyorum, devasa bina, arabalar, protokoller, açılış törenleri; fakat içeriye giriyorsun, bir şey soruyorsun, hiç kimse hiçbir şeyi bilmiyor. Bakıyorsun ki, aslında kurumun içerisinde, kurumun yerine getirmekle yükümlü olduğu görevi yapan tek bir kişi var aslında. O da çaycı, kapıcı veya mesela evraktan biri. Orada oturan “uzman” bilmiyor ama evraktaki memur biliyor mesela. Ama kurum devasa, üstüne üstüne geliyor. Bizde hep böyle olmuştur. Bunun aksi istikamette, inanılmaz biz böbürlenme diskuru vardır. Biz büyük milletiz, devletiz, teknolojimiz en üst seviyede, ordumuz da çok güçlü, futbolcularımız da harika. Tuhaf bir durum var burada. Bu, eziklik aslında. Osmanlı'dan da gelen bir durum. İstiklal Marşı'nda bile "korkma" diyor. Demek ki korkuyor, bir gazla "korkma" diyor, sen de onun gibi iyisin, yaparsın diyor, tek dişi kalmış canavar diyor. Aslında bunun altında yatan sebep, bu milletin kendine güvenmemesi. Kendisi de biliyor aslında durumun ne olduğunu. Bir taraftan ne kadar güçlü olduğunu söylüyor ama diğer taraftan öyle olmadığını da gayet iyi biliyor. Norveç’te biri çıkıp, "Norveçli çalışkandır" gibi bir şey demiyordur herhalde. Çünkü Norveç'teki adam zaten biliyordur kendisinin ne olduğunu, gündelik hayatında öyledir çünkü. Her dakika Norveçliye ne olması gerektiğini belirtmeye gerek yok. Bir şey çok fazla dillendiriliyorsa orada bir eksiklik vardır. Bir kurum kendisi hakkında ne kadar çok büyük büyük hikayeler anlatıyorsa, bil ki içi o kadar boştur. Bizdeki hikaye de bu aslında. Mesela Fatih Terim çıkıp diyemez ki, ‘Biz iyi futbol oynamıyoruz, Avrupa'nın alt seviyesinden bir futbol ülkesiyiz.’ Tam tersi istikamette bir diskur çalıştırmak zorunda. Aslında Freud’çu bir taraf var bu hikayede. Hani kendinin ne olduğunu bilirsin ama inkar eder ve tam tersi düzeyde tanımlarsın ya, öyle bir şey belki.
-Türkiye'de sosyologmuşçasına analizler, kavramlar üreten birçok köşe yazarı ile karşılaşıyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Türkiye'de sosyoloji bir defa Dingo’nun ahırı. Mevcut sosyal bilimler hiyerarşisi içinde dış kapının mandalı. Bu hiyerarşide bazı disiplinler daha ön planda, diğerleri ise çeperde. Sosyoloji çeperde olanlardan. Ama devlet açısından şöyle bir önemi de var; çok sayıda öğrenci istifleyebiliyorsun!  Ciddi sayıda öğrenci akıyor sosyolojiye, dolayısıyla deli gibi bir kadroya da ihtiyaç var. Her üniversitede bir sosyoloji bölümü muhakkak var. Ancak sosyolojinin özerk, kendine has, sınırları saygıyla korunan bir yeri yok. Siyaset bilimine alan dışından belki bu kadar rahat giremeyebilirsin, akademik kariyer anlamında konuşuyorum, ama sosyolojiye girebilirsin. Örneğin, son dönemlerde ilahiyat fakültelerinden yığınla insan girdi sosyoloji alanına.
- Sosyolojinin ahvalini nasıl tanımlıyorsunuz?
Önüne gelenin girdiği, belirli bir mutabakatın sağlanamadığı, ortak bir mesleki kimliğin ve aidiyetin halen tesis edilemediği tamamıyla dağınık bir alan. Sosyolojiye dair bir diğer sorun, barınak bir bölüm oluşunda. İşte çocuk psikolojiye girememiş, sosyolojiye gelmiş. Bunu çok sık duyuyoruz. Bir de edebiyat fakültelerini açmak nispeten daha kolay, kadro da bol. Yani mesleki bir hususiyeti, etiği, kaidesi yok. Sosyologların kendileri dahi bu noktada farklı yerlere savrulmuşlar. Hele şu son dönemde yaşananlar sonucunda bu durum iyice trajik bir hal aldı.
- Bu alana müdahaleleri en çok kültür savaşları meselesinde görüyoruz. Herkes birbirini bir takım kültürel kodlarla kodluyor, ama tartışmayı yürütenler yine sosyolog değil.
Sen kendi alanını savunmazsan olacağı bu. Fransa’da sosyoloji nasıl doğdu? Öyle sosyal düşünceler tarihindeki gibi mekanik, kendiliğinden bir süreç yok ki. Mücadele verdi birileri bunun için. Durkheim çıktı, bu başka bir şeydir, kurumsallaşma için çaba verdi, bir dergi kurdu; sosyoloji kürsüsünü kurma çalıştı. Yani alanın dış duvarlarını örmeye çabaladı. Bu yayınevi biraz da bunun için vardı. Geçmiş zaman kipinde çekiyorum zira şevkim bayağı kırıldı bugün. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum. Elimden geleni yapacağım ve inandığım şeyler için çabalamaya devam edeceğim, ama işte Norveç de değil burası. Polarizasyon etkisiyle bir anda aygıta dönüşüyor, akademi dediğimiz yer. Her şey tuzla buz oluyor.
-Bu iklimde hocalar da artık yavaş yavaş yurtdışına çıkacak gibi gözüküyor. Bize kalacak olan kültürel çoraklık nasıl düzelir sizce?
Düzelmez. Bir defa bilimsel alanın özerkliği tesis edilmediği sürece hiçbir şey olmaz. Bilim insanı kendi kendine otosansür uygulamaya başladığı andan itibaren, bilim yapmanın hiçbir koşulu kalmıyor. Bundan sonra senin üniversiten, profesörün olsa ne olacak, olmasa ne olacak! Hiçbir anlam ifade etmiyor. Burada çoraklıktan bile daha beter bir durum olur. Sosyal bilimleri komple de kapatabiliriz. Japonlar yaptı mesela, neden olmasın? Bunun dışında, bana yüklenen misyon, sadece çocukların başında dört yıl durmaksa eğer, bununla mükellefsem, ona da bir şey diyemem. Olur, öyle tesis etsinler. Zaten hâlihazırda büyük ölçüde öyle değil mi? Böyle bir durumda da her hoca kendi kararını verir; memur olur veya olmaz, mücadele eder veya etmez, kalır veya gider. Herkes kendine en uygun olduğunu düşündüğü yerden akar, yaşar…  

Can Öktemer

Tanımlar, sınırlar, ötekiler: Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları!

$
0
0
Dün telefon açtım ona, yengeyle çocuklar güvende mi diye sordum, malum, lojmanlar yakın… İyiler dedi. N’olur, dikkat edin kendinize dedim. Kendisi Sur’da, malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh hocam dedi, ahh komutanım dedim…
Dün akşam, patlamadan sonra babam şöyle bana baktı, diyecek bir şeyleri vardı ama… Duvarda türlü türlü askeri madalyalar… Malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh Levent dedi, ahh baba dedim…

İdrak böler, tasnif kıyar; yaşam ise melez kaynaklar yapar, ister istemez… Acıda da, kederde de, sevinçte de, aşkta da.
Politizasyon, en basitinden, gündelik hayatta çoklu işleyen (işlemek de zorunda olan) muhtelif idrak kategorilerinin tek bir ilke etrafında yeniden örgütlenmesidir. Vatan hainleri olur bir anda herkes, ötekisi, ötekiler; Ah şu Kürtler olur, Türkler olur, Monşerler olur, Müslümanlar olur, Akademikler olur, Çorumlular olur, Nazımiyeliler olur… Böyle uzar gider, tasnifin sonu yoktur ki; bu tasnif tek bir ilke etrafında çoraklaşırsa (sadece siyah ve beyaz varsa), söylemeye bile gerek yok, kıyım olur.
Lakin gündelik hayatta insanlar sürekli böyle yaşamaz, yaşayamaz; olanaksızdır bu. Keskin tasnifler hayatın keskin virajlarında yoldan çıkar, yuvarlanır gider. Melez duraklar, söyleme de bu söylemi dillendirene de takla attırır. Şerefsiz Kürtler ülkeyi bölecek diyen Ahmet abi, oğlu bir Zaza güzele vurulup onu sevdiceği-eşi yapınca, “Ama yok, o öyle değil; onlar gibi değil. Hem ailesi de çok iyi” diyerek takla atar. Söylem çatırdar ama yine de tutunmaya çalışır, “hayır o kadar da kolay değil” dercesine. Kahvede, televizyonda altyazıyla, “Son dakika: Şırnak’ta 3 şehit” haberi geçerken, yine, yeniden, “Ulan şerefsiz Kürtler…” cümlesini kurabilir Ahmet abi, kurması da gerekir belki de; “kahve kabilesinin” ritüel diskurudur, official trademark’ıdır aslında o, verili bir duruma uygun düşen bir performanstır hatta, Kanadalı delinin ifadesiyle!
İşte yaşam, söylemin, melez duraklardan-karşılaşmalardan aldığı darbelere rağmen kuyruğu yine de dik tutma çabası, az çok gerilimli-çelişkili bir moment dizisi, tanımlananla-olan arasında sürekli bir makas farkı, müzakeredir esasen. “İnsanın dediğiyle yaptığı çelişmeyecek arkadaş” der ortak kanı-temsil, “o iş o kadar da kolay değil başkan” diye yanıt verir yaşam. Sizi az-çok tanıyan, yaşamınızın patikalarından, fikri kaldırım taşlarınızdan tamamıyla bihaber olmayan ve “hocam çok değerlisiniz, çok katkı yapıyorsunuz bize” diyen bir meslektaşınız-öğrenciniz, bir imza dolayısıyla, “işte hendekçi akademisyenler, kelleri tez vurula” cümbüşüne sizi de kattığında, bilmez mi, en basitinden, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu. Bilir, bilir de… yaşam da böyle bir şeydir işte: Tasnif düzleştirir, asfalt çeker, böler-biçer, biraz kendinden emindir, yukarıdan bakar hatta, ama durumsal tazyikle yüklü yüksek tonajlı gündelik hayat kamyonları geçince üzerinden inceden inceye çatırdar; hatta ve hatta, ancak yeni tanımsal ziftlerin kapatabileceği derin ve gerilimli çukurlar oluşur yüzeyde.
Kısacası, gündelik tanımlar (insanların gündelik hayatta ad hoc yaptıkları, egemen, meşru ya da kurumsal olanları değil) duruma münhasırdır; durumla sürekli bir müzakere, anlık didişmeler dizisidir söz konusu olan. Bir “İslamcı” her sabah kalktığında, “ben iyi bir İslamcıyım, bugün İslamcılık için ne yapacağım acaba, hadi bakalım” demez. Hatta ve hatta, gündelik yaşamı tamamıyla “İslamcı” bir kabile içerisinde geçiyorsa eğer, herhangi bir tanımsal çabaya girmesine dahi gerek yoktur, “İslamcıymışız işte, hepsi bu”; aynen İzmirli bir “Sözcü” okurunun, “şerefsizce viskisini yudumlayan” Nişantaşılı bir solcunun, Ostim’deki Haydar Usta’nın, bizim kapıcı Kemal Efendi’nin ya da Diyarbakırlı Baran’ın da kendi kabilesi içinde, “Ben kimim ki la?” türünden tanımsal sorgulamalara girişmeyeceği gibi: “taken-for-granted”, diyor buna Atlantik’in ötesindeki çok bilmiş ecnebiler, verili kabul edilen-tartışılmayan demek; güzel ifade, neysem oyum işte, etrafımdaki herkesin de olduğu ve yaptığı gibi, eylemimin esasını kendime ve diğerlerine açıkça ifade etme/tanımlama gereği dahi duymadan. Konumunca, sınıfınca “yol-yordam bilmek” işte, ne güzel bir dil bu Türkçe, ne kıvrak bir ifade, allamış pullamış ve habitus demiş buna, diğer birçok bilmiş Frenk.
Öyleyse yaşamlar, örneğin siyasal düşünceler tarihinde tanımlanan türden fikri tek yönlere uymaz; “u dönüşü” yasaklarının hem var hem yok olduğu, tersten girmelerin de gayet güzel kanıksandığı bizim oradaki dörtyoldur aslında yaşam. Ben kimim/Ben şuyum/Onlar da şunlardan şeklindeki sınır koymalara yol açabilecek sorgulamalarla ise sadece ve sadece bazı koşullarda karşılaşılır: misal kabile içerisinde yaşanabilecek bazı istisnai gerilim anlarında. “Sen gerçek bir sosyalist/muhafazakâr/dava arkadaşı, vb değilsin -çünkü misal seviştiğini duyduk!- özeleştiri ver! Toplumsalın bir anda ceberut bir polis memuruna dönüştüğü bu anlar (sosyolojinin sakallı Frenk kurucusu buna kolektif bilinç der), resmi tanımın (kurumun diye de okunabilir) sopa gösterdiği anlardır; ifadenizi vermek, iman tazelemek (yani kendinizi resmi surette yeniden tanımlamak) zorundasınızdır, kaçamazsınız; varsın hayat sorgu çıkışında yine o eciş-bücüş, melez-muğlak patikalarında ve elbette gündelik hibrit tanımlarında akmaya devam etsin, mühim değil. Faşizm en üst düzeyde, bu mıcırlı, bozuk yolların (gündelik pratiklerin-tanımların) tümüne tek tip asfalt (kurumsal tanım-pratik) çekme çabasıdır ama beyhudedir, her asfalt çatlar…

Bir diğer ve hiç kuşku yok ki en yaygın diğer gerilim anı diğer kabilelerden üyelerle temasta yaşanır. Gündelik ad hoc tanımlar orada, her defasında, kaçınılmaz bir ilişkisellik içerirler. Tanımlama her zaman bir diğerine/ötekine göre yapılır. Ben şuyum dediğinizde, aslında her defasında, şu diğeri değilim dersiniz. Örneğin, İzmirli CHP’li bir teyze, ben Atatürkçüyüm, modernim dediğinde iki şey olur. İlk olarak, bunu demesini gereken bir “durum” hâsıl olmuştur; mesela bir temas, yüz-yüze veya vasıtalı (sosyal medya, tv, gazete, vb), sabahtan akşama kadar bunu söyleyerek dolaşmıyordur sonuçta sokaklarda ve iki, bunu yaparken de aklında muhakkak bir “öteki”, “modern olmayan”, “Atatürkçü olmayan” vardır. Bu tanımlama faaliyeti öyle üzerinde saatlerce düşündüğü bir şey de değildir; az çok bilinçli, yarı-örtük, gerektiğinde kurumsal (yani egemen, meşru) tanım stoklarından da faydalanan ama her halükarda melez, duruma münhasır, ilişkisel ve pratikte yapılan bir şeydir; ötekiyle karşıtlığını tanımlayan iki üç ayırt edici, kabileye özgü ilke üzerinden teyze kendini kurar, gerekli performansı (burada gerekli ifadesine dikkat) sergiler. Özellikle sosyal medya bunun için biçilmiş bir kaftandır. Bu ayırt edici ilkelerin kendilerinin de yine öyle derin tefekkür kitaplarında, siyasal doktrinler arasında aranmasına lüzum yoktur. Modern olmak, iki-üç pratik esas üzerinden, modern olmayan olarak değerlendirilenle karşıtlığında (başı açık olmak-olmamak, kadınlı-erkekli rakı içmek-içmemek, bikini-mini etek giymek-giymemek, vb. Avrupalı olmak (sarışın/kumral olup-olmamak, balkan kökenli olup-olmamak, eli yüzü düzgün olup-olmamak, yani esmer olmamak, vb.), monşer olmak (evde köpek besleyip-beslememek, şarap içip-içmemek, serbest cinsel ilişkileri olup-olmamak, vb.) hele hele en kötüsü, gayri-milli ve vatan haini monşer akademisyen olmak ise bunların hepsini aynı anda yapıyor olup-olmamak üzerinden tek celsede nihayetlendirilebilir.

Yazın, Munzur kıyısında, suya giren bikinili kadınları gördüğünde, “Burası Bodrum değil, Tunceli” diye başlık atan gazetecinin basit ancak iş gören idrak kategorileri işte bu şekilde kendini ele verir: Türk=suya bikiniyle girebilen; Kürt=Türk olmayan, o halde suya da bikiniyle giremeyen. Ama bunlar giriyor! Şaşkınlık! Eylem şemalarında tanımlanmamış bir veri! System halted fatal error!. Muhafazakâr/solcu, milliyetçi/monşer karşıtlıkları da benzer bir ilişkisellik izler. Tüketim kalıplarına, kültürel pratiklere ilişkin, çok değil, birkaç basit taksim ilkesi “Allahsız, soysuz, ahlaksız, marjinal, milletine yabancı, hatta ve hatta satılmış monşer/solcu/akademisyen” imgesini yaratmaya ve bunun tam zıddında da milliyetçi-muhafazakarı tanımlamaya yeter. (Parantez: Böyle bir dünya yok sevgili okur! Böyle bir solcu/akademisyen/monşer de yok; maddi açıdan hali vakti yerinde, hep iyi semtlerde oturan, sabahtan akşama kadar içen, arada “milletin değerlerine” de hakaret edip oradan swinger partilerine dalan bir figür yok! Onun da herkes gibi sıradan bir hayatı var; örneğin onun da ödenecek kredileri var, evi var, iş gücü var, çoluk çocuğu var; fazladan bir köpeği var belki, arada sırada muhtemelen beraber yattığı! Ama hepsi bu işte…)
Oysa milliyetperverlik başka bir taksim ilkesi üzerinden, örneğin Türkçeyi, bu zengin ve kıymetli dili olabildiğince maharetli ve yetkin biçimde kullanma takıntısı üzerinden, onu bir milletin en nazik ve yüce değeri olarak kıymetlendirmek üzerinden, hadi onu da geçtim en azından, bağlaç olan de/da’nın ayrı yazılması gerektiğini bilmek üzerinden de tanımlanabilir; keza muhafazakârlığın da en basitinden, “muhafaza etmek, “evdeki baba yadigârı eski koltuğu, ağacı, şehri muhafaza etmek”, “talan etmemek”, “çalmamak”; ahlakın ve vatan sevgisinin ise yine en basitinden, “bir işi hakkıyla yapmak”, “kandırmamak-aldatmamak”, “mış-miş gibi yapmamak” olarak da tanımlanabileceği gibi.
Dönelim başa. Politizasyon, gündelik yaşamın melez tanım ve pratiklerindeki bu göreceliği, durumsallığı ve çeşitliliği kırar; yerine sabit ve tözcü kurumsal tanımlar, esnemesi güç (ve yasak) kategoriler ikame eder (Hoca budur, Müslüman şudur, vatansever budur, tartışmayalım lütfen, ne? Halen konuşuyor, atın bunu içeri). Politizasyon bu anlamda fikri bir polarizasyondur da. Diğer bir ifadeyle, şuradan: “tamam solcular öyle de, bizim hoca öyle değil”, “şerefiz Kürtler ülkeyi bölecekler ama bizim gelin ve ailesi öyle değil”, “tamam çok inançlı değil ama Allah için dürüst, vicdanlı adam”, “bizim komşu kapalı ama çok modern görüşleri de var”, “ben de karşıyım bir askerle evlenmesine ama buradakiler gibi değil bizim damat”tan, şuraya geçilir: “bunların topu böyle, hatta bizim hoca ve gelin de dâhil”. Kurumsal tanımın, gündelikçi ikizi üzerindeki zaferidir artık söz konusu olan, yaşamın kendisi total bir kuruma, hatta bir aygıta dönüşür yavaş yavaş, gardiyanlarıyla, silindirleriyle. Komşu komşuyla kavga eder, araya husumet girer, TEM’i gönderir sabahın köründe: “İyi günler bir vatan haini varmış burada? Öyle mi? Ben mi? Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları…
* Bu yazı, 19 Şubat 2016’da Press Haber’de yayımlanmıştır.
Levent Ünsaldı

Kara Plak: ‘Okur ve dinleyici kitlelerinin bir kesişim kümesi olduğuna inanıyoruz’

$
0
0
Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik bir ilgisizlik bilinen bir gerçek. Yayınevleri ekonomik saiklerle bir getirisi olmadığını düşündükleri müzik kitaplarına pek rağbet göstermiyorlar. Yine de neyse ki memlekette Pan Yayıncılık gibi inatla müzik kitapları basan yayınevleri var. Geçtiğimiz günlerde Koray Löker ve Betül Kadıoğlu'nun kurduğu Kara Plak Yayınları da umarız bu anlamda Türkiye'de büyük bir boşluğu kapatacak. Dünyaca ünlü müzisyenlerin biyografilerinden müziği farklı disiplinlerle harmanlayan kitaplarla okurla buluşacaklar. İlk kitapları Hunter Davies'ın The Beatles’ın ve yayınevinin lansmanı, 30 Mart'ta Karga'da yapılacak. Kendilerine yayınevinin kurulma hikayesini ve Türkiye'de müzik kültürünü sorduk.

- Sadece müzik kitapları basan bir yayınevi kurmak Türkiye için sıradan bir durum değil. Bu fikir nasıl oluştu?
Kara Plak’ı kurmaya yaklaşık üç sene önce karar verdik. Karşımıza çok sevdiğimiz, Türkçede de olsun istediğimiz bazı müzik kitapları çıktı. Bunlardan biri sonbaharda Duygu Akın’ın çevirisiyle yayımlayacağımız Cohen biyografisi, I’m Your Man’di. Uzun zamandır yayıncılıkla uğraşıyoruz, farklı yayınevlerine çeviri, redaksiyon, düzelti gibi işler yaptık, yapıyoruz; tanıdığımız yayınevlerini bahsettiğim bu müzik kitaplarına ikna edemeyince biz elimizi taşın altına koyalım dedik. Dolayısıyla zaten yola çıkarken “Bir yayınevi kursak ne tür kitaplar basardık?” diye sormadık, “Bu kitapları basmak için bir yayınevi kuralım,” dedik.
- Yayın politikanızı nasıl belirlediniz? Biyografilere mi ağırlık vermek istiyorsunuz yoksa ilerleyen zamanlarda nehir söyleşilerine ve müziği farklı disiplinlerle ele alan akademik çalışmalara da yer verecek misiniz?
Biyografiler ve anı kitaplarına özellikle ağırlık vermek gibi bir plan yapmadık ama devam etmek istiyoruz tabii: İlk ağızdan ya da doğrudan tanıklığa dayanarak anlatılanlar müzik tarihini iyi anlamak, doğru kaydetmek için de çok kıymetli. Nehir söyleşi çok sevdiğimiz bir tür olmakla beraber hazırlığı çok meşakkatli, söyleşi yapanın da yapılanın da ciddi zaman ve emek harcamasını gerektiriyor. Şu anda nehir söyleşi değil ama farklı isimlerle görüşmelerden oluşacak bir söyleşi kitabının hazırlıklarını sürdürüyoruz. Akademik çalışmalar önceliğimiz değil ama tabii hiç ilgimizi çekmiyor demek de doğru olmaz. Aras Yayıncılık’la beraber yayımlayacağımız, Music and the Armenian Diaspora [Müzik ve Ermeni Diasporası] kitabı gibi, akademik bir çalışmadan yola çıksa da akademik bir temeli olmayan okuyucuyu da zorlamayacak, dışlamayacak kitaplar. Yine etnomüzikoloji alanında bir süredir çalışmaları devam eden, göç ve müzik ilişkisini ele alacak bir derleme kitabımız da var.
- Okuyucunun  karşısına ilk olarak Hunter Davies'in The Beatles kitabıyla çıkacaksanız. Bu kitabın Türkiyeli okuyucularla bu kadar geç buluşmasının sebebi ne olabilir sizce?
Bu sorunun cevabını biz de merak ediyoruz aslında. Kitabı yayımlamak için girişimlerde bulunurken fark ettiğimiz bir şey bizi bu kitabın Türkçede olmamasından daha çok şaşırttı: Piyasada Beatles’la ilgili, rahatça ulaşılabilecek herhangi bir kitap yoktu. Hunter Davies’in kitabı konusunda en azından şöyle bir tesellimiz var. Yayımladığımız, 1968’deki ilk basımından sonra 1985’te ve 2009’da yazarının uzun güncellemeler eklediği, dolayısıyla epeyce güncel bir edisyon.

- Bu kitap dışında önümüzdeki günlerde hangi kitaplar okuyucuyla buluşacak?
Nisan’da İstanbul Kültür Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşmalar yapmak üzere İstanbul’a gelecek olan İngiliz yazar Richard Skinner’ın, Erik Satie’nin hayatından hareketle kaleme aldığı kısa romanı Kadife Beyçıkacak. Sonra yine bir roman yayımlayacağız. Patrick Neate’in ödüllü romanı On İki Ölçülük Blues. “33 1/3” adında, albümlerle ilgili metinlerin yer aldığı bir seriden kitaplar çeviriyoruz, ilk dört kitabımız hazır, 2016 içinde onlar da yayımlanacak. Bu seriye devam ederken bir benzerini de Türkiye’den albümler için yapmak istiyoruz, ilkini çok sevdiğimiz Murat Meriç, Erkan Oğur’un Bir Ömürlük Misafir albümü için hazırlıyor.
- Türkiye'de müzik kitaplarının yeteri kadar ilgi görmediğine dair bir algı var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Bununla beraber bu ilgisizlik konusunda yayınevleri nerede durmaktadır?
Eğer müzik kitapları az ilgi görüyorsa, bu muhtemelen diğer edebiyat dışı, belirli bir alana dair kitaplar için de geçerlidir. Sinema, çağdaş sanat, vs. kitapları da çok büyük bir ilgi görmüyor ne yazık ki. Bu konuda Pan Yayıncılık’ı anmadan geçmek olmaz; neredeyse otuz yıldır başka alanlarla beraber öncelikli olarak müzik kitapları yayımlıyorlar. Ayrıca son yıllarda farklı yayınevlerinden çıkan sanatçı biyografilerinin, kuramsal kitapların, birbirini beslediğini düşünüyor, Kara Plak’ın da buna katkıda bulunacağını umuyoruz.
-Yine Türkiye'de yaygın bir görüş de bir müzik kültürünün olmaması üzerinedir. Türkiyeli okuyucuların, dinledikleri grupların, müzisyenlerin biyografilerine pek ilgi gösterdiklerini söyleyemeyiz. Bununla beraber müzik dergiciliği açısından da pek parlak noktada sayılmayız. Siz bu durum için ne düşünürsünüz?
Biz bu konuda daha iyimseriz. Okur ve dinleyici kitlelerinin bir kesişim kümesi olduğuna inanıyoruz, amacımız tabii ki zamanla bu kümenin genişlemesi, daha çok okurun dinlediği müziklere bilinçli yaklaşması, daha çok müzikseverin müzik kitaplarına ilgi duyması. Dergicilik konusundaki tespitinize ne yazık ki katılıyoruz. Yayınevinin kuruluş haberini duyurduğumuz günlerde Blue Jean’in kapanışını haber aldık, zaten daha iki ay önce artık müzik dergisi değil “kültür sanat dergisi” olacağını duyurmuştu. Birbirlerinden çok farklı alanlarda da olsa Andante, Bant, Babylon gibi dergiler var ama internet her konuda olduğu gibi bu konuda da geleneksel olanı dönüştürüyor. Artık aylık, hatta haftalık bir derginin yetişmekte zorlandığı bir hız var. Bu konuda dergilerin boşluğunu bir ya da birden çok yazarı olan bloglar ve siteler dolduruyor.
- Türkiye'nin hakkı verilerek yazılmış bir müzik tarihinden söz edemeyiz sanırım, örneğin, Hrant Lusigyan, Leon Avigdor  gibi Türkiye'de caz müziğinin gelişimine katkı sağlamış nice müzisyenin hikayesini bilmiyoruz. Siz ilerleyen zamanlarda bu tür biyografilere yer vermeyi düşünüyor musunuz?
Tabii ki. Çizdiğimiz müzik çerçevesinin içinde yer alabilecek her metne kapımız açık. Yeter ki iyi yazılmış olsun. Hiç tanımadığımız bir müzisyen, hiç bilmediğimiz bir tür hakkında yazılmış, bizi yeni yerlere götürebilecek, bambaşka müziklerin kapısını aralayabilecek iyi kitaplar bizi sadece yayıncı değil okur olarak da heyecanlandırıyor.
- Siz de bahsettiniz, Aras Yayıncılık Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş da Twitter'dan Slvia Angelique Alajaji'nin Music and Armenian Diaspora kitabını ortaklaşa bir çalışmayla çevireceğinizi duyurdu. İlerleyen zamanlarda bu benzer çalışmalar yapacak mısınız?
Evet, Aras Yayıncılık’la bizi çok heyecanlandıran böyle bir ortak kitap projemiz var. Aras, hayranlıkla, sevgi ve saygıyla takip ettiğimiz bir yayınevi. Neredeyse aynı günlerde bu kitapla karşılaşmışız; hem kitapla ilgili fikirlerini öğrenmek hem de böyle bir ortaklığa nasıl bakacaklarını sormak için kapılarını çaldığımızda, bizi tam da onlardan bekleneceği gibi büyük bir sıcaklıkla karşıladılar. Maalesef bugüne kadar böyle ortak yayınların çok örneğini göremedik ama tabii ki dileğimiz bunların sayısını artırmak. Az önce söz ettiğimiz okur ve dinleyici kesişim kümelerini büyütme amacının bir benzeri de farklı alanlarda okuma alışkanlığı olan okurlara yeni pencereler açmak.
Can Öktemer 

Burak Onaran: ‘Politika mutfağın tam olarak merkezinde duruyor’

$
0
0
Geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından yayımlanan MutfakTarihkitabı son zamanların en ilgi çekici kitaplarından. Bu kitapta, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Burak Onaran yemeğin politik ve ideolojik serüvenini mercek altına alıyor. Kitap boyunca 1880'lü yıllarda İstanbul'a gelen seyyahların dönemin İstanbul sofralarında neler yediklerinden, Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler arasında yaşanan yemek kültürü rekabetinden, diplomaside mutfağın önemi gibi ilginç tarihsel olaylarla karşılaşıyoruz. Onaran'la milli mutfağın nasıl kurgulandığını, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan domuz eti tartışmalarına ve mutfak kültürünün milliyetçilikle ilişkisini konuştuk.
Burak Onaran (Fotoğraf: Berge Arabian/Agos arşivi)
- Klasik bir soru ile başlayalım dilerseniz. Bize MutfakTarih kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitap “kendiliğinden” oluştu diyebilirim sanıyorum. Yemeğe ve mutfağa meraklı birisi sayılırım.Bu merak,boğazına düşkünlükle, amatör ev aşçılığıyla ve okurlukla sınırlıydı aslında. 2011 yılında arkadaşım Tülin Ural yazmakta olduğu Metro-Gastro dergisine tavsiye etti beni. Bu dergide “disiplinlerarası” dosyasında, akademik usule uygun ama genel okuru hedefleyen yazılar yayımlanıyor. Burada yazmaya başladığımda, başlangıçta nereye gittiğimi pek kestiremiyordum doğrusu. Fakat 5-6 sayı sonra, yani herhalde yaklaşık1-2 sene sonra, yazıların geniş de olsa sınırları tarif edilebilir bir arazide dolanmakta olduğunu, hepsinin bir biçimde siyaset ve mutfak arasındaki ilişkiye dair olduğunuiyice fark ettim. Nihayet yazılar biriktiler ve kitap yapabileceğimi düşündüm. Kendiliğinden oluştu derken bunları kast ediyorum. Tabii yazıları kitap için yeniden elden geçirdim, revize ettim, eklemeler yaptım.Yazıların ortak ilgisine dair vurguları arttırmaya, kitap olabilmeleri için dil ve içerik uyumunu kuvvetlendirmeye çalıştım.
- Sizi bir sosyolog ve tarihçi olarak mutfak tarihi üzerine araştırma yapmaya cezbeden şey neydi? Türkiye'de mutfak tarihi ve gastronomi üzerine yapılmış akademik çalışmalarla pek karşılaşmıyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Dediğim gibi, aslında bu alanda çalışmaya başlamak konusunda bilinçli bir karar vermedim. Yani alanı çok iyi tanıyarak, burada bir eksiklik tespit ederek çalışmaya başladığımı söyleyemem. Öte yandan, okur olarak ilgiliydim tabii yemekle. Bir de tabii ben siyasi tarih çalışıyorum diyebilirim. Yaptığım işlerin büyük bir kısmı siyasi tarihle, siyasi zihniyet tarihiyle ilişkili. Mutfakla ilgili araştırmaya, yazmaya başlayınca ister istemez yemek alandaki literatürü, tartışmaları, malzemeyi bildiğim tarihle, analiz çerçeveleriyle ilişki içerisinde gördüm, buradan düşünerek tasarladım yazıları ve nihayet kitabı. Sorunuzun ikinci kısmına gelince; aslında mutfak ve gastronomi üzerine giderek artan bir yayın faaliyeti olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bu aslında sanılandan çok daha eski bir çalışma sahası Türkiye’de, 1950’lere kadar götürebilmek mümkün gıdayı odağına alan çalışmaların tarihini. Fakat tabii yaygınlaşması çok daha yeni. Türkiye’de de sosyal bilimcilerin ilgisini 1990’lardan itibaren daha çok çekmekte olduğunu, burada bir yükseliş çizgisi olduğunu söyleyebilmek mümkün. Üniversitelerde açılan mutfak sanatları ve gastronomi bölümleri sürmekte olan bu ilgi artışını teyit edebileceğimiz en temel göstergelerden birisi olsa gerek. Yani mutfak gayet akademik bir alan olarak epeydir mevcutve nitelikli akademik çalışmalar da üretiliyor. Bu yeterli derecede çalışma var demek değil tabii. Ancak yine de özellikle son on yılda bu alandaki akademik yayınların sayısında hatırısayılır bir artış olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz. Özellikle mutfağı toplumsal tarihle beraber düşünen çalışmalarda mevcut.Ama tabii mutfağı mutfağın dışındaki dünyaylailişki içerisinde ele alan, toplumsal tarihle, politik veçheleriyle beraber ele alan çalışmaların sayısı hala oldukça az Türkçede, arazinin zemini oluşturmak için bile yapılacak çok iş var hala. Bu konuda haklısınız. Özellikle yakın dönem Türkiye tarihi söz konusu olduğunda çok daha azalıyor mutfağı odağına koyan çalışmaların sayısı.
- MutfakTarihkitabınızda yemeğin politik serüvenini anlatıyorsunuz. Bu anlamda politika mutfağın hikayesinde nerede durmaktadır?
Benim baktığım yerden tam olarak merkezinde duruyor. Ya da sanırım daha doğrusu politika mutfağın her yerindemevcut demem lazım. Mutfak pişirilecek malzemenin üretiminden, sofraya gelene kadar geçirdiği bütün süreçlerle, pişirenin kim olduğundan, mutfağın mimarisine, pişirmek ve yemek için kullanılan araç gereçlerin belirlenmesine ve nihayet sofra adabına uzanan her detayda ve her an politik bir arazi. Ulusal pazarların ve küresel pazarların inşası ve işleyişini, dalgalanmalarını hemen kolaylıkla mutfakta kullanılan ürünlerin belirlenmesiyle ulaşılabilirliğiyle ilişkilendirebiliriz. Tarım politikalarını, ithalat ve ihracat rejimlerini de aynı şekilde… Buradan kolaylıkla toplumsal sınıfları da konu dairesine alabiliriz. Gıda sektöründeki istihdam stratejilerini, tarım işçiliğini düşünebiliriz mesela. Ayrıca hepimiz için yemeğin sınıfsal yan anlamlarla kuvvetli bir biçimde yüklü olduğu zaten malumdur sanıyorum. Havyarın ve soğan-ekmeğin, ayranın ve viskinin politik dilde sıklıkla yer bulması tesadüf değildir haliyle. Cinsiyet rolleri ve eşitsizlikleri yemeği kimin pişirdiğini, servisi kimin yaptığını, kimine kime hizmet ettiğini,sofradüzenini, kimin nerede oturduğunu çok büyük ölçüde belirleyen etmenlerdir.Irkçı ve ayrımcı hatlar da buradadır; yemek adlarında, dünyanın birçok ülkesinde profesyonel mutfaklarda alt kademelerde, daha düşük ücretlerle çalışan göçmenlerin varlığında apaçık belirgindir mesela. Tüketim toplumu modern mutfağın ruhundadır zaten, Taylorizm’le beraber mutfağın mimarisini ve mutfakta kullanılan alet edevatıtayin eden en önemli etkenlerdendir. Hane mutfağının kaç metrekare olduğundan, ateşle suyun birbirine ne mesafede bulunduğuna varıncaya kadar hemen her detay kadınların çalışma hayatındaki rollerinin artması sonrasında verimlilik öncelikli olarak araştırılmış ve çalışılmıştır.Bu çalışmalar,politik projeksiyonlar ve gündelik politik ihtiyaçlardan hareketle, 1920’lerde yapılır ve hayata geçirilir. Velhasıl mutfakta nereye gözünüzü çevirirseniz politikayla iç içe olduğunu görebilirsiniz. Hayatımızın tam merkezinde olan yemek politikanın haricinde kalmış olsa çok şaşırtıcı olurdu zaten herhalde.
- Kanımca kitapta en dikkat çeken bölüm, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde domuz etinin yenmesinin teşvik edilmesi olması gerek. Devletin domuz eti yemek teşvikinin altında ne yatıyordu? Bu durumu Cumhuriyet kadrolarının Batı’dan daha Batılı olma arzusuyla okuyabilir miyiz?
Bubenim için dekitaptaki en kıymetli bölüm diyebilirim. Üzerinde en uzun süre çalıştığım konu oldu domuz eti meselesi. Bu yazının arşiv araştırmasına da çok daha fazla zaman harcadım. Burada Cumhuriyet tarihinin hafızamızdan tamamen silinmiş olan bir parçasını ele alıyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında domuzun helal ilan edilmesine yönelik bir dizi argüman ortaya çıkıyor. Bu tartışmanın izini sürmeye çalıştım öncelikle.Çok yaygın bilinenbir tartışma olduğunu söyleyemeyiz tabii o dönem için de. Ama yine de varlığını tespit etmek ve ne kadar uzun süre devam etmiş olduğuna dikkat çekmek önemli. Bir yandan sağlık ve dediğiniz üzere Batılılaşmaya dair argümanlar var domuz tüketimini savunmak için öne sürülen. Diğer yandan domuz etinin yenilmesinde sakınca olmadığını dini olarak temellendirmeye gayret edenler, domuzu helal ilan etmeye çalışanlar da var. Burada en ilginç figür kuşkusuz Milaslı İsmail Hakkı. Sebil’ürReşadçevresinden gelen bir modernist-islamcı entelektüel. Maide suresi 4. ayeti yeniden tefsir ederek domuzun aslında tamamen haram kılınmadığını iddia ediyor. Milaslı’da da Batıcılık temelli argümanlar mevcut. Kendisi bir Cumhuriyet dönemi insanı, tipik sayılamasa da bir geç Osmanlı erken Cumhuriyet entelektüeli. Ama yine de Cumhuriyet kadrosundan sayılamaz kanımca. Öte yandan, Tevfik Rüştü (Aras) gibi erken Cumhuriyet döneminin önemli bir simasının da bu domuz konusunda söz aldığını görüyoruz. Atatürk ölene kadar aralıksız Dışişleri Bakanlığı mevkiinde bulunmuş birisi Tevfik Rüştü ve Time’da yayımlanan bir röportajında o dönem Türkiye’de domuz tabusunun artık aşıldığını iddia ediyor, mealen “domuz en güzel gıdadır” beyanında bulunuyor. Tevfik Rüştü’de de bahsettiğiniz, batının kültürel pratiklerinde onun politik, iktisadi, ekonomik başarısının kerametini arayan Batıcı [occidentalist] bakışın izlerini görebilmek mümkün.
- Bu genel bir politika mı?
Erken Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin veya topyekûn kadrolarının domuz tüketimini teşvik etmeye çalıştığını söylemek doğru olmaz. Evet, bir yandan Tevfik Rüştü’nün beyanı var veya resmi yayınlarda domuza kıymet veren bazı makalelerin basıldığını görüyoruz. Ama öncelikle bunların oldukça nadir beyanlar olduğunu not etmek gerekir. Kararlı, bütünlüklü ve ısrarlı bir politik tutum yok bu konuda.Bazı devlet üretme çiftlikleri ve şeker fabrikalarında domuz yetiştirilmeyebaşlanıyor 1930’ların sonundan itibaren. Bu da domuz meselesinin bir başka önemli veçhesi haliyle; devletin doğrudan inisiyatif aldığını gösteriyor. Ancak buradaki üretim toplam hayvancılıkla kıyaslanmayacak kadar küçük. Yani neredeyse sembolik bir düzeyde kaldığına dikkat etmek gerek üretimin. Nihai hedef tüketicisi de yurt dışı, özellikle savaş dönemi ve sonrası Avrupa gibi gözüküyor. Ayrıca devlet bu dönemde domuz yetiştiriyorsa da, domuzdan alınan vergi, daima yüksek tutuluyor, hatta zaman zaman yetiştiriciliği neredeyse imkânsız kılacak boyutlara çıkıyor.
- Devletin domuz yetiştiriciliğinde aktif rol oynaması çok şaşırtıcı değil mi?
Tabii, bugünden bakınca şaşırtıcı bir şey. Daha da şaşırtıcı olanı buradaki domuzları gazete ilanıyla satıyor olması. Yalnız burada tabunun bugünkü kadar dikkatle ve sansür oluşturacak şekilde uygulanmıyor olmasının belirleyici olduğunu hesaba katmak şart. Bugünle kıyasla tespit edebileceğimiz bu sansür veya otosansür “eksiği” de 1930’lara özgü değil aslında. Türkiye için neredeyse 2000’lere kadar helal şartına dikkat o kadar yüksek değil zaten.Domuzdan bahsetmek de kabaca 1990’lara kadar pek şok edici sayılmaz. Gazetelerde çıkan restoran değerlendirme yazıları, 1980’lerde domuzlu yemeklere hayli sık yer ayırıyor mesela veya Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Ekmekçi domuz tüketiminin yaygınlaşmasını 1997’de hayatını kaybedene kadar ısrarla savunabilmiştir. Helale verilen dikkat aslında son 30 yılda giderek artıyor dünyada, Türkiye’deki artışta içerideki politik faktörlerin etkisi yadsınamaz elbet ama asıl olarak bu küresel politik ve ekonomik eğilimin bir parçası sanıyorum.
- ‘Milli mutfak nasıl kurgulanır?’ kitabınızın en dikkat çeken bölümlerinden birisi. Milli mutfak nasıl kurgulanır? Türkiye'de bu durum nasıl bir süreçten geçmiştir?
Domuz bölümü bu kitaptaki yazılar arasında üzerine en çok çalıştığım, milli mutfak ise en önemsediğim konu aslında. Bu kitaptaki yazıların temas ettiği bazı konular gerçekten çokbüyük, çok bereketli ve kesinlikle çok daha kapsamlı çalışmalarla ele alınması gerekiyor. Buradaki yazılarda bazı çalışma akslarına işaret edebilmiş olmayıbaşından beri çok istiyorum doğrusu. Milli mutfak bu konuların birincisi benim için. Türkiye’de milli mutfak, tüm ulusdevletler için olduğu gibi herkesin malumu olan bir vaka. Türk mutfağı diye bir şeyden bahsedebiliyoruz kolaylıkla ve varlığından hiç şüphe duymuyoruz. Öte yandan bu milli mutfağın, eğer kendimizi politik ve özcü açıklama çerçevelerine kaptırmayacaksak, nasıl oluştuğunu bilmiyoruz. Bu konuda gerçekten yapılacak çok iş var. Son derece ideal bir çalışma sahası mili mutfak. İlham verici birçok çalışma da mevcut farklı ülkelerde milli mutfağın oluşma süreçlerine dair. Kitaptaki yazı, aslında bu başka ülkeler üzerine yapılmış çalışmalardan hareketle Türkiye’de milli mutfağın oluşum süreçlerine dair bazı hipotezler ve sorular ortaya koymaya çalışıyor. O yüzden,“Türkiye’de bu durum nasıl gerçekleşti?” sorusuna doyurucu bir cevap veremeyeceğim. Bu cevap çok daha kapsamlı ve incelikli bir çalışma yapmış olmayı gerektiriyor zira.
Sovyet lideri Kruşçev ile ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon,  New York'taki Sovyet Fuarı'nda mutfak üzerine tartışıyorlar (1959)
- Sizin temel hipotezleriniz nelerdir?
Milliyetçilik fikrinin gelişimi gayet tabii birincil öneme sahip.Bu bakımdan söylemsel düzeyde milli mutfağın oluşumunu anlamak için 19 yüzyıl sonuna kadar geri gitmek gerekiyor. Fakat somut olarak milli mutfağın maddi imkanlarının inşası için asıl olarak ulusal pazarın oluşması sürecinin kritik bir aşama olduğunu sanıyorum.Bu da imparatorluğun son döneminden itibaren milli ekonominin seyrini, pazardaki ürün dolaşımını takip etmeyi gerekli kılıyor. Bir de İtalyan milli mutfağının oluşumu tarihinden ilhamla, 1960’lardan itibaren, Avrupa’ya göçün izini sürmek gerekir kanımca. Milli kimliği ve milli mutfağı tarife en çok ihtiyaç duyulan yerin memleketin dışı olduğunu söyleyebilirim. Avrupa’daki Türkiyeli göçmenlerin hem anavatandan talep ettikleri ürünler, hem de bulundukları yerde sattıkları, restoranlarında mönülere koydukları yemekler milli mutfağın oluşumunda etkili bence. Dönerin gelişimini, Türkiye’de edindiği yeri, teknolojisindeki değişimi Almanya’yı hesaba katmadan anlamanın mümkün olacağını sanmıyorum.
- Dolayısıyla, Türkiye'de mutfak kültürünün milliyetçilikle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mutfak son derece milli bir alandır tabii. Hatta mutfak olmadan milliyetçiliğin önemli bir kısmı eksik kalacaktır. Sonuçta milliyetçilik, bize her ne kadar ulusun ezelden beri mevcut olduğunu söylese de, bu tür bir politik kimliğin kabaca iki yüz yıllık bir tarihi olduğunu milliyetçilik üzerine yapılan birçok çalışma gösteriyor. Ulus devletin olarak ihtiyaç duyduğu milli kimliğin, ortaklık duygusunun çok önemli bir kısmını sağlıyor ortak gündelik hayat deneyimleri. Mutfak, bu konuda ortaklaştırıcı, milli kimliği ikna edici kılan, somutlayan en önemli kültürel ve gündelik pratiklerden birisi. Bu bakımdan, her ulus devlet için olduğu gibi Türkiye için de mutfak milliyetçilikle doğrudan ilişkili. Tabii böyle olduğu için milliyetçiliklerin çatışma sahalarından birisi de oluyor mutfak. Nihayetinde yemekler ve ürünler ulus devlet sınırlarını tanımadan kültürel coğrafyalarda yayılıyor. Bu ulusal kimlik için hayli kafa karıştırıcı bir durum. Sınırın öte tarafıyla paylaşılan ortak lezzetlerin milliliği aşındırmaması için önemli bir mücadele veriliyor. Etraftaki komşuların sürekli yemeklerimizi çalmakla suçlanmasının ardında bu var. Tabii bunun ötesinde hem ulusun tanıtımı gibi diplomatik bir mesele, hem de uluslararası pazarda ürünün etiketine sahip olmak gibi ekonomik faktörler de mutfak üzerindeki bu milliyetçi iddia ve kavgalara eklemleniyor.
- Malum Türkiye'de milli ve yerli söylemlerini en çok işittiğimiz dönemden geçiyoruz. Bununla beraber küreselleşmenin etkisiyle başta yemek kültürünün de sınırların ortadan kalktığını görüyoruz. Böyle bir ortamda mutfakta 'yerlilik ve millik' aramak ne kadar doğru?
Milli mutfak vardı, küreselleşmeyle beraber kayboldu gibi bir varsayım ne kadar doğru olur bilemiyorum. Aslında milli mutfak zaten ulus devletle beraber ortaya çıkıyor. Başından beri de küresel bir dünyada ortaya çıkıyor. Küreselleşmenin artması, insan hareketliliğinin ve özellikle turizmin artması da demektir. Bunlar da aslında milli etiketlerin cazibesini arttıran etkenler. Gayet tabii bu süreçle eş zamanlı olarak pişirme teknikleri, malzemeler artık daha uzak coğrafyalardan ve daha fazla etkileniyor, bu anlamda sınırların daha da muğlaklaştığını söyleyebilmek mümkün. Ama bu durum dahi yemekte millilik aramayı öncesine göre daha anlamsız kılmıyor aslında. Dediğim gibi ticari ve turistik etiket olarak işlevine katkı sağlıyor. Eğer burada bir anlamsızlıktan, yani milli mutfağın aslında kurgu olmasından, saf milli bir mutfağın imkânsızlığından bahsediyorsak, bu zaten başından itibaren böyle.
- Osmanlı mutfağının kültürel çeşitliliğinin yapı taşlarından olduğunu söyleyebileceğimiz Ermeni, Rum, Arap mutfağını ne kadar muhafaza edebildik? Bugün bu mutfak kültürü çeşitliliğini koruyabildik mi?
Osmanlı mutfağı da tabii, en az milli mutfak kadar bir inşa. Biz bu adlandırmayı ya saray mutfağı ya İstanbul mutfağı veya en geniş haliyle Anadolu mutfağı karşılığı olarak kullanıyoruz. Oysa, malum imparatorluğun coğrafi sınırları Anadolu’dan çok daha geniş ve bu listenin içerisinde Macar, Rumen, Bulgar mutfakları da olmalı mesela… Nasıl Osmanlı’yı Türk ulus devletinin geçmişi olmaya indirgiyorsak, Osmanlı mutfağını da aynı şekilde Türk mutfağının geçmişi olmaya indirgiyoruz. Saray, İstanbul veya Anadolu mutfağı, bunlardan hangisini alırsak alalım, Osmanlı mutfağına ilgi çok büyük ölçüde Türk mutfağının geçmişi olmakla sınırlı. Hal böyle olunca da, tabii bu bahsettiğiniz unsurlar muhafaza edilmesi değil, behemehal unutulması gereken unsurlar haline geliyor. Türklüğü veya Türk-Müslüman kimliğini öne çıkaran, diğer unsurları fona iten bir kurgu bu. Diğer milletler burada en fazla bir nostalji öğesi olarak yer bulabiliyor kendisine, o da genellikle meyhane bağlamında galiba. Tabii bu genel bir eğilim. Gayr-i Türk unsurların mutfak kültürlerinin görünürlüğü meselesi güncel siyasetin seyrine, ticari mutfak trendlerine göre dalgalanan bir seyir izliyor elbette. Bunu da unutmamak gerekir.
- Türkiye'de son yıllarda yemek kültürü üzerine hazırlanmış TV programlarının sayıları hızla artmakta. Başta Vedat Milor ve Mehmet Yaşin gibi yemek kültürü üzerine program yapanların yemek kültürüne katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Epeydir çok takip edemiyorum maalesef bu programları. Milor’uepey izlemişliğim var ama. Bir ara internetten programlarını düzenli olarak izliyordum hatta. Herhalde son üç, dört yıldır onu dakaçırdım.Öte yandan bu programların yemek kültürünün şekillenmesinde çok önemli bir rol oynadıklarını görebilmek için izlemeye gerek yok denilebilir belki. Tavsiyeleri hem restoranları hem de müşterilerin tercihlerini etkiliyor. Özellikle Milor söz konusu olduğunda gastronomik terminolojiye ait bazı tabirleri yaygın bir biçimde tanınır hale getirdiğini, bunları dolaşıma soktuğunu görüyoruz. Dahasıbelirli bir damak tadının yaygınlaşmasına da etki ediyorlar. Mesela ızgara etin, balığın az pişirilmesi konusundaki ısrarı yankısını bulmuş gibi geliyor bana. Bu anlamda Türkiye’de yemek kültürünün seyri üzerindeki etkileri kesinlikle yadsınamaz. Özellikle restoranlar söz konusu olduğunda çok ciddi ticari bir etkileri olduğunu da unutmamak gerekiyor tabii. Dokundukları yerleri ihya edebildiklerine tanık olduk. Bir anda ünü artan, şubeler açan mekanlar oldu bildiğim kadarıyla. Eğer bir yeri ziyaret edip sitayişkâr yorumlarda bulunmuş iseler, dükkanların baş köşelerinde görebilmek mümkün bu sözleri veya yazıları. Tüketici için önemsenen referanslar bunlar. Önemli bir reklam aracı işlevleri var velhasıl.
- Siz bu ilgiyi neye bağlarsınız?
Tüketim toplumu için bir tür turist rehberi yarattıklarını söylemek mümkün bu programların. Türkiye’de restoran değerlendirme yazınının ortaya çıkış anı bize hala yükselmekte olan bu trendin kaynağını açıkça gösteriyor sanıyorum. 1970’lerden 1980’lere geçerken kentli orta sınıfın ve tüketim toplumunun beklenti ve talepleri asıl dinamiği oluşturuyor belli ki. Boş zamanın giderek tüketime endeksli bir biçimde doldurulmaya başlanmasıyla para harcamadan ev dışında vakit geçirmek giderek tahayyül edilemez bir hal alıyor.Ve nihayet iç turizmin yükselişi, bu tür bir yazının ve programların yıldızını parlatan en önemli etken. Tabii burada bu yazıların okurunun veya bahsettiğiniz programların izleyicisinin sadece gideceği yerlere karar vermek için bunları takip ettiğini de düşünmemek gerekir. Yemek tüketim toplumunun üzerine konuşmayı sevdiği, “dedikodu” yaptığı bir sahadır da. Gidemeyeceğimiz restoranlara dair yazılar ve analizler okuyoruz, izliyoruz. Bu bir yandan gastronomik kültürün seyrine dair bir merak gibi görülebilir. Ama çok büyük ölçüde bir dikizleme faaliyeti de var işin içinde. Tüketilen şey aslında başkalarının hayatlarına dair malumatlar. Bu özellikle ilk dönem yemek yazılarında çok daha belirgindir. Basbayağı sosyete haberleri sayfasının bir parçası restoran değerlendirme yazıları o dönemde mesela.
Can Öktemer 

Kut’ül Amare ve Ermeni Soykırımı

$
0
0
Geçtiğimiz yıl bir anda Çanakkale Zaferi’ni Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk gelecek şekilde 24 Nisan’da anmaya karar veren hükümetin bu yıl icat ettiği gelenek 100. yılında Kut’ül Amare Zaferi’ni kutlamak oldu. 29 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı olmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumların da katkılarıyla ülke çapında sempozyumlar, belgeseller ve sergilerle I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın kazandığı bu zafer anılacak. İlk törenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla 29 Nisan’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapılacağı kutlamalar, 1 Ekim’e kadar devam edecek.
Kut Zaferi'nin ardından çizilen bir Alman karikatürü
Söz konusu kuşatma, Aralık 1915’ten başlayarak yaklaşık 145 gün sürmüş ve nihayetinde Osmanlı güçlerinin Bağdat yakınındaki Kut’u, şehirdeki 277 İngiliz ve 204 Hindistanlı subayın yanı sıra yaklaşık 13 bin askerle birlikte ele geçirmişti. Yaklaşık 2 bin askerin karşılık değişimin ardından Britanya kuvvetlerindeki askerler Bağdat’a sevk edilmişti.[i]Britanya kuvvetlerinin I. Dünya Savaşı’nda aldığı en ağır yenilgilerden biri olan Kut kuşatması sırasında, şehirde bulunan orduyu kurtarmak için yardıma gelen Britanya orduları da 23 bin kayıp vermişti.[ii]Bu yenilgiyle birlikte, İngiliz güçlerinin ‘kolayca ele geçirmeyi hedeflediği’ Bağdat’ın el değiştirmesi yaklaşık bir yıl gecikmiş ve Britanya’nın Çanakkale’nin ardından Irak’ta da başarısızlığa uğraması savaşın seyrine ve Müslüman koloni politikalarını dair önemli kuşkulara sebep olmuştu.
Osmanlı açısından bu parlak zaferin bir de karanlık yüzü var elbette. Kuşatma sırasında şehre gidebilecek her türlü yardımın kesilmesi sonucu, şehirde Nisan ayında ciddi anlamda kıtlık baş göstermiş ve Britanya birliklerine ait atların kesilip yenilmesinden başka çare bulunamamıştı. Fakat Müslüman ve Hindu Hindistanlı askerlerin inançlarından ötürü at eti yememeleri, bu gruplar arasında ciddi salgınların baş göstermesine sebep oldu.[iii]Osmanlı güçleri şehrin kontrolünü tamamen ele aldığı Mayıs ayında ise, bir Hıristiyan din adamının raporuna göre, İngilizler için sadece çeviri yapan veya İngilizlere çeşitli şekillerde yardım ettiği düşünülen şehrin Yahudi ve Arap sakinleri yargılanarak asılıyordu. Bir subay da şehirdeki tüm ağaçlarda cesetlerin asılı olduğunu ve şehir nüfusunun yarısının öldürüldüğünü iddia ediyordu.[iv]
Esirler ise Kut’tan Bağdat’a kadar yürümeye zorlandı. Bağdat’a ulaşmalarının ardından, Enver Paşa, onları ziyaret etmek için şehre geldi ve ‘sıkıntılarının artık son bulduğunu’ duyurdu. Paşa, esirlere ‘Sultan’ın özel konukları’ olduklarını söylese de, tarihçi Eugene Rogan’a göre, Sultan’ın misafirleri arasında ayrım yaptığı kısa süre sonra belli olacaktı.[v]İngiliz ve Müslüman Hindistanlı subaylar, çok daha iyi muamele görürken, düşük rütbeli askerler ve Hindu subaylar, Suriye’ye, Ermenilerin ölüm kamplarının olduğu bölgelere doğru yola çıkarıldılar. Bu esirler, yolda katliamlardan kurtulan Ermeni çocuklarına, boşaltılan Ermeni köylerine rastlayacak ve Ermenilerin kaderlerine yakından tanık olacaklardı.[vi]
Kut esirlerinden bir Hint askeri (Kaynak: Eugene Rogan)
Esir askerler, Ermenilerin ‘sevkiyatı’nda olduğu gibi, yaşamlarını sürdürmeleri için tüm temel ihtiyaçların yoksun halde yaklaşık 700 kilometre yürütüldüler ve bölge aşiretlerinin ve köylülerinin saldırılarına uğradılar. Adeta yaşamaları için de hiçbir şey yapılmıyordu. Esir alınan yaklaşık 13 bin askerden en az 4,200’ü bu sevkiyat sırasında öldü veya öldürüldü.[vii] 
Hayatta kalan esirler, Bağdat’a ulaşması planlanan demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Öldürülen veya kamplara gönderilen Ermeni işçiler yerine,[viii] Hintliler çoğunlukla Resulayn’da görev alırken, İngilizler daha çok Toros ve Amanos tünellerinde çalışmaya zorlandılar. Krikor Balakyan, Bahçe Tren İstasyonu’nda bu esirlere rastlayacak ve onları ‘kamburları çıkmış, paçavralar içinde, kir, toz içinde ve iskelete dönmüş’ bulacaktı:[ix]
‘’- Aranızda Ermeni var mı? – Bize bir parça ekmek verin. Günlerdir bir şey yemedik.’ İngilizce konuştuklarını duyduğumuzda serseme döndük. Onlar İngilizlerdi. Kaderimizi paylaşan uzaktan arkadaşlarımız, bize ekmek soruyorlardı. Ne ironi ama, gerçekten!’
Kut'ta Britanya kuvvetlerinin Osmanlı Ordusu'na teslim oluşunu tasvir eden bir resim
‘Kut’un fatihi’, soykırım faili
Erdoğan, bir gün önce söz konusu töreni duyururken sözlerine şu satırları da ekledi: ‘Bu büyük zaferin kahramanlarını Süleyman Askeri’yi, Nurettin Paşa’yı, Halil Paşa’yı rahmetle, saygıyla, minnetle yad ediyorum.’[x]Cumhurbaşkanı’nın ‘rahmet, saygı ve minnetle yad ettiği’ bu ‘milli kahramanların’ sicilleri devlet adına bir hayli ‘parlak.’ Süleyman Askeri, İttihat-Terakki’nin önemli komitacılarından ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından. Nurettin Paşa, nam-ı diğer Sakallı Nurettin ise 1921 Koçgiri İsyanı’nın ‘namlı katil’ Topal Osman’ın yardımıyla büyük bir sertlik bastıran, Pontus Soykırımı’nın bir numaralı faili, İzmir’in yeniden Türk kuvvetlerinin eline geçmesinin ardından şehrin gayrimüslim mahallelerini ateşe veren, İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos ile Ali Kemal’i linç ettiren komutan.
Halil (Kut) Paşa ise Enver Paşa’nın kendisinden bir yaş küçük amcası. I. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da görev alırken, Nisan 1915’te V. Kuvvet-i Seferiye’nin başına getirildi ve İran Azerbaycanı’na yapılacak seferi yönetme görevi verildi. Fakat Dilman’da General Nazarbekov yönetimindeki VI. Bölük ile Antranik Paşa’nın gönüllü birliklerine yenilince, Başkale’ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Bu bölgede de alınan yenilgilerle geri çekilen Halil’in emrindeki kuvvetler, Van’da Ermenilere karşı katliamlara giriştiler.[xi]Bitlis’te de aynı şiddeti devam ettiren birlikler, vilayetin 218 bin Ermeni nüfusunun neredeyse tamamını iki ay içinde yok ettiler.[xii]
Halil (Kut) Paşa
Ocak 1916’da Irak’taki VI. Ordu’ya kumandan atanmadan önce, bölgedeki Ermeni katliamlarını düzenlemek için güneye inen Halil Paşa, Temmuz 1915’te Urfa’daydı. İsviçreli Peder Jacob Künzler’in raporuna göre, bölgeye çeteci Çerkes Ahmet’le gelen Paşa, şehrin ‘yumuşak’ yönetimini tersine çevirmiş, tutuklu bulunan Ermeni ileri gelenlerin bağlı ve yaya olarak Diyarbekir’e gönderilmesini sağlamıştı. Sonrasında Halil Paşa, şehrin boşaltılmaması ve Diyarbekir’e gönderilenlerin sağ salim varması vaadiyle, Ermenilerden 1300 lira aldı ve bu sır açığa çıkacak olursa Urfa’nın bütün Ermenilerini sürmekle tehdit etti. Fakat elbette ki bu sözleri yerine getirmedi. Ayrıca Künzler’e göre, Halep’ten mahkemeye gitmek üzere yola çıkan iki Ermeni mebusu Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan’ı da Çerkes Ahmet’e Halil Paşa öldürtmüştü.[xiii]Kasım 1915’te ulaştığı Musul’dan bu kez Alman Konsolos Yardımcısı Holstein şunları bildirecekti:[xiv]
‘[Halil Paşa’nın] Kurmaylarından bir albay biraz önce bana Musul’da da Ermenilerin başının ezilmesi gerektiğini ve bunu kendisinin yapmak istediğini söyledi; benim engel olmama da izin vermeyecekmiş; Almanlar Türklerin dostluğuna ihanet ediyormuş, çünkü Ermenileri kurşuna dizmelerine engel olmak istiyormuşuz.’
Holstein’ın uyarılarına rağmen, Musul’da da Halil Paşa’nın emrettiği bir Ermeni katliamının önüne geçilemedi. Nihayetinde, savaş sonrasında Divan-ı Harbi Örfi'de yargılanmak üzere diğer önde gelen İttihatçılarla beraber tutulduğu Bekirağa Bölüğü’nde kendisini ziyaret eden Britanyalı bir bahriye zabitine, kurbanlarının sayısının ‘Aşağı yukarı 300 bin Ermeni. Saymadım... 50-60 bin Arap... 13 Yahudi...” olduğunu söylediği iddia edilecekti.[xv]
Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılarak Anadolu’ya geçirilen Halil Paşa, Milli Mücadele’ye destek için Sovyetler Birliği’yle görüşmeleri yürütmesinin ardından Cumhuriyet döneminde önemli bir görev almayan Kut, ‘Kut’ül Amare Zaferi kahramanı’ olarak bazen gazetelerde boy gösterdi. Bu söyleşilerden birinde, II. Dünya Savaşı sırasında da Sovyetler Birliği’nin muhakkak yenilmesini istediğini ve bunun olmaması durumunda ‘dünyanın büyük bir müşkülle karşı karşıya kalacağını’ düşündüğünü dile getirmişti. Hatta bu hususta, Hitler’e bir telgraf ulaştırmayı ve İngiltere’yle ittifak yapması gerektiğini tavsiye etmeyi ihmal etmemişti.[xvi]

Emre Can Dağlıoğlu



[i]Eugene Rogan (2015), The Fall of the Ottomans, New York: Basic Books, s. 267.
[ii]Rogan, s. 264.
[iii]Rogan, s. 263.
[iv]Rogan, s. 268.
[v]Rogan, s. 270.
[vi]Bu yolculuk, sonrasındaki esir hayatı ve bölgedeki Ermenilerin durumuna dair Hindu bir askerin tanıklık için bkz. Amitav Ghosh (2015), ‘Paylaşılan Acılar: Hintliler ve Ermeniler Ras al-‘Ain Esir Kamplarında (1916-1918)’, Birikim, http://goo.gl/2S9m8h, Son Erişim Tarihi: 28 Nisan 2016.
[vii]Rogan, s. 272.
[viii]Grigoris Balakian (Krikor Balakyan) (2009), Armenian Golgotha, New York: Alfred A. Knopf, s. 711.
[ix]Balakian, s. 710.
[x]T24, ‘Erdoğan: Kut'ül Amare zaferini tarihten kazımaya çalıştılar, yarın resmi anma yapacağız’, http://goo.gl/QqXQfe, Son Erişim Tarihi: 28 Nisan 2016.
[xi]Vahakn N. Dadrian, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, İstanbul: Belge Yayınları, s. 60.
[xii] Raymond Kevorkian (2011), The Armenian Genocide: A Complete History, New York ve Londra: I.B. Tauris, s. 339
[xiii]Wolfgang Gust (der.) (2010), Ermeni Soykırımı 1915-16: Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri, İstanbul: Belge Yayınları, s. 371-72.
[xiv]Gust, s. 527.
[xv]Taylan Sorgun (1972), Bitmeyen Savaş, İstanbul: Yenigün Yayınları, s. 241’den aktaran Dadrian, s. 61
[xvi]Milliyet (1950, 7 Ağustos), ‘Eski komutanımız vaziyet için ne diyor’, s. 2.

Cem Aksel: ‘Türkiye’deki caz müziğe ilgi, dünyadaki ilgiyle paralel’

$
0
0
Cem Aksel, Türkiye’nin en önemli caz bateristlerinden. Kendisini aynı zamanda Ortaçgil albümlerindeki nefis davul performanslarından da tanıyoruz. 1990’lı yılların başında dahil olduğu Ortaçgil orkestrasına 30 yıldır aralıksız devam etmekte, bununla beraber yine sayısız önemli müzisyenin albümünde davul çalmışlığı da var. Lakin kendisinin asıl tutkusu hep caz olmuş. Küçük yaşlarda bu müziğin hayranı olmuş ve zamanla da icracısı olmuş. Cem Aksel’le Türkiye’de caz müziğini, hazırlamakta olduğu solo albümünü ve Ortaçgil müziği hakkında konuştuk.
Cem Aksel
- Klasik bir soruyla başlayalım isterseniz, müzikle ilgilenmeye ilk ne zaman başladınız?
Ortaokul yıllarımda başladım diyebilirim. 13-14 yaşlarında caz müziğiyle ilk olarak ilgilenmeye başladım. 1977 yılında da ilk davul setimi almıştım.
- Peki, evde caz müziği dinleniyor muydu?
Evde ailenin müziğe ilgisi vardı. Ben Ankara doğumluyum, babam Durul Gencer’in çok meşhur olduğu dönemlerde çok yakın arkadaşıymış. Hala görüşürüz, Durul abi o dönemleri anlatır. Babamın dediği şu: Ben bebekken babamın arkadaşları toplanır, plaklarla caz dinlerlermiş. Ben de caz dinlememi oraya bağlıyorum aslında.
- Stuart Hall, şöyle demiş; "17 yaşımdayken Miles Davis dinledim ve o müzik benim ruhuma işledi." Sizi de hayatınızda çok etkileyen bir müzisyen oldu mu?
Ben radyodaki caz programlarıyla ilgileniyordum. Orada tabii bir sürü isim çalıyordu. Dolayısıyla oradan birçok isim öğrendim. Onların içinden piyanist Bill Evans mesela beni ilk kez derinlemesine caza iten müzisyen oldu. Beni asıl etkileyen dönem 60’lar oldu. Bunun içinde Miles Davis de var sonrasında tabii.
- 60’lı yıllar cazın altın çağı zaten...
Tabii modern anlamda öyle. Miles Davis bir sürü parçaları hala günümüzde geçerli.
- Peki, davulculuk merakı ne zaman başladı?
Davulculuk merakı yine küçüklükten geliyor sanırım. Caz müziğindeki davul sesi kulağıma daha hoş geliyordu. Davula ilk başladığımda dönemin pop müziğini de oradan, buradan duyuyordum ama o davul soundunu hiç sevmezim. Daha böyle içinde armonikleri olan, açık, susturulmamış, daha tiz akortlu davul nedense daha hoşuma gidiyordu.
- O yıllarda en çok beğendiğiniz davulcu kimdi?
Zaten radyodan takip edince bütün isimleri ister istemez öğreniyorsun. O dönemde Bill Evans’ın bir albümünde Paul Montian davul çalıyordu, onu öğrendik. İşte sonra Jack DeJohnette’i öğrendik, Tony Williams, tabii Miles Davis’le çalıyordu, dolayısıyla onu da öğrendik. Ondan sonra Elvin Jones’u öğrendim. Bu insanlar özellikle Tony Williams ve Elvin Jones, bu işin modernleşmesinde ekolü, temeli oluyor. Dolayısıyla radyo yayınları sayesinde isim olarak her şeyi öğrenmiş oluyorsun.
- Peki, radyoda hangi yayınlar vardı. Erol Pekcan’ın meşhur yayını da var mıydı içlerinde?
Şimdi şöyle söyleyeyim. Erol Pekcan’ın da hazırladığı bir program vardı. Bu bahsettiğim yayınlar, 75-80 yılları arasında olmuştu. Selçuk Sun’un hazırladığı ‘Caz Sanatı’ isimli programı vardı, onu hatırlıyorum. Esas önemli olan, Hülya Tunçağ’ın sunduğu programlardı. Cumartesi günleri saat 9’da bir saatlik bir caz programı olurdu. Hülya Tunçağ orada hem yeni plakları hem de tabii TRT o zaman Eurovision üyesi olduğu için Avrupa’daki bir takım caz festivallerinde kaydedilen ve hiç yayınlanmayan kayıtları çalma şansı vardı ve bu kayıtları da çalıyordu. Dolayısıyla o yıllardaki festivallerde ne tür müzikler çalındığını da farkında olmadan duymuş oldum. O yıllarda internet olmadığını düşünürsek çok önemli bir şey yapıyordu. Zaten o yıllarda Türkiye’de çok geniş bir plak arşivi yoktu. Biz radyodan öğrenip yurtdışına gidenlere ‘Şu plağı alır mısın?’ diye sipariş ederdik.
- O yıllarda caz tutkunu olan bir çok kişinin ortak şikayeti Türkiye’de iyi plaklara ulaşamamak olduğu yönünde. Siz de benzer zorlukları yaşadınız mı?
Şimdi küçüklüğümde hatırlıyorum; evde birçok plak vardı ama bunlar caz değildi. İlkokul dörtten sonra biz İstanbul’a taşındık. İstanbul’a taşındıktan sonra mahallede bir takım insanlarla tanışıp, işte plakçılara gitmeye başladık neler var diye. Bağdat Caddesi’nde Suadiye’de Metronom diye bir yer vardı. Anadolu yakasının en önemli plakçısıydı. Karşı tarafta da bir iki tane önemli plakçı vardı. Böyle birkaç tane dışarıdan plak getiren dükkan vardı. Ancak bu plakları satmıyorlar, gidiyorsun, kayıt ediyorsun. Sen işte kasetle gidiyorsun, dakikası bilmem kaç liradan kaydettiriyorsun. Bizim o yıllarda kaldığımız Turşucuderesi Mahallesi’nde bir plakçı açılmıştı. Ondan sonra o mahallede herkes caz müziği dinler oldu. Sebebi de şu, gelen plaklardan ben bir kaset kaydettiriyorum. Diğer bir arkadaş başka bir plağı kaydettiriyor. Sonra o kasetler evde değiş tokuş oluyor. Dolayısıyla oraya gelen bütün albümlerin tamamını herkes dinliyordu. Mahallenin tamamının caz müziğiyle ilgilenmesi, bugün için düşündüğümüzde, olağanüstü bir şey. O yıllarda Türkiye’ye Avrupalı bir şirket olan ECM’in albümleri çok gelirdi. Dolayısıyla ECM’den çıkan albümleri çok dinledik ama ECM, çok Avrupa merkezli bir şirket. Bu yüzden, ABD’de üretilmiş albümler yine yurtdışında siparişle geliyordu, piyasada daha az bulunuyordu.
- Yine de yurtdışında çıkmış, popüler plaklar piyasada kolay kolay bulunamıyordu değil mi?
Tabii, kolay kolay bulunmuyordu ama mahallede caz dinleyen insanların - bunlarda -10-15 kişiyi geçmez- her birinin bir kanalı olduğunu düşünürsen, yurt dışına giden, sonra müzisyenlerin bir bağlantısı var, herkes bir albüm sipariş ediyor bir yerden. İşte daha sonra bir evde toplanıyorsun, sen de albümlerini götürüyorsun, ‘Bende bunlar var’ diye. Onda bu kaset var, bunda bu kaset var, dinleniliyor, istersen o kasetten kopya ediniyorsun. Türkiye için albüm çeşitliliği yine de genişti. Bu sayede, ciddi sayıda iyi albümü takip edebildik.
- Buradan bateristliğe geçelim dilerseniz. Caz bateristliğinin öğreniminin zorluğu üzerine türlü rivayetler mevcuttur. Bununla beraber daha hızlı ritimli heavy metal türü müziklerde de davul icracılığının zorluğundan bahsedilebilir. Size göre nasıl zorlukları vardır bateristliğin?
Heavy metal ve caz bateristliğinin arasında stil olarak elbette çok fark var. Teknik olarak, sonuçta kas hafızasıyla alakalı bir durum. Her gün tekrar etmek gerekiyor. Bu kas hafızasının aslında metal davulculuğunda ya da caz davulculuğu arasında bir fark yok. İkisinin de aynı tip kas hafızası var. Ama müzikal anlamda yani ritmi düşünme açısından çok büyük farklar var. Yani sonuç olarak, iyi bir heavy metal davulcusu caz çalamaz, iyi bir caz bateristi heavy metalçalamaz. Bunun için ayrı bir eğitim sürecinden geçmesi gerekir.
- Peki, ne gibi eğitim süreçlerinden geçmek gerekir iyi bir caz bateristi olmak için?
Caz en nihayetinde emprovize bir müzik olduğu için, bir form üzerinde sürekli doğaçlama çalma ve kendi tekrar etmeme gibi bir durumu var. Buna kısaca ‘Kelime haznenizin oldukça geniş olması lazım’ derler. Dolayısıyla caz müzisyeninin kendisini teknik sürat geliştirmekten daha çok, bir cümle ve bir ifade aracı olarak aleti geliştirmesi önemli. Fikir geliştirmek, orijinal olmak önemli. Caz bateristi o kas hafızasını tamamen yeni fikirler için kullanması gerekir. Tabii, bunun için de bütün geleneği bilmek zorundasın, geleneksel bir sürü malzemeyi biliyorsun ama bu malzemeyi kullanmayıp kendini de katıyorsun. Zaten meşhur ve iyi bir caz davulcusu tamamen kendine has bir stil ortaya koyan insanlar arasından çıkıyor. Yoksa ikinci sınıf bir caz davulcusu da çok iyidir, sadece yeteri kadar orijinal değildir. Ama metal gibi müzik türlerinde de orijinallik önemli, lakin orada robotik veya kompüter kusursuzluğuna yaklaşmak biraz daha önem kazanıyor. Caz müziğinde ise tam tersi, işi insani boyuta çekip uzamak, yani ritmi bilerek bozmak daha iyi algılanır.

- Son yıllarda kayıtlarda drum machineler çok fazla kullanılmaya başlandı, bu durumun davulculuk zanaatını yapaylaştırdığını düşünüyor musunuz?
Tabii, 80’li yıllarla birlikte kayıtlarda drum machineler ağırlık kazanmaya başladı. Drum machine işi bozdu diye bir şey diyemeyiz. Sonuçta drum machine de birisi tarafından programlanıyor. Dolayısıyla orada programlayan insanların ne kadar orijinal olduğu ya da olmadığı gene önemli. Programlanabilen aletlerle orijinal işler çıkartmak da en az orijinal davul çalmak kadar zor bir şey aslında. Yani taklit eden DJ’ler var, bir de kendi müziğini üreten ve son derece orijinal şeyler üreten DJ’ler var. Böyle bir DJ olmak kolay bir şey değil. Her gün her yeni çıkan aletlerle kurcalayıp orijinal bir ses yakalamak için onlar da çok ciddi çaba sarf ediyor. En az bir caz davulcusunun ya da metal davulcusunun etüt ettiği kadar. Dünyanın en büyük DJ’yi kim? Tiesto. Onu sadece taklit edersin ama onun yaptığı işi yapamazsın.
- Türkiye’de caz müziğin altın yılları hangi dönemdi?
Türkiye’de cazın altın dönemi var mı, ben bilmiyorum. Yani altın yıl olması için ne gerekiyor onu saptamak lazım sanırım. Faal caz müzisyen sayısını hesap edersek, altın yılların bu dönem olması gerekir. 2000 sonrası cazla ilgilenen müzisyen sayısı arttı. Her şeyi bırak, 2000 yılına kadar Türkçe caz albümü 2-3 taneyken şimdi 100’ü geçti.
- Bu ilgiyi neye bağlarsınız?
Sanırım prodüksiyon, yani dijital teknoloji sayesinde, kayıt stüdyoları ufaldı. Tabii sadece caza değil, diğer müzik alanlarında da müzisyen sayısı arttı. Pop müzik daha çok satar ve para kazandırır hale geldi. Eskiden, 80’li yıllarda bile pop müzikte bu kadar isim yoktu. Yani onla da bağlantılı olabilir.
- Peki, Türkiye’de caz müziğine yönelik bir ilgisizlik olduğunu düşünür müsünüz?
Aslında Türkiye’deki caz müziğine ilgi, dünyadaki ilgiyle paralel gidiyor. Sonuçta New York’ta da caz müziğine ilgi, nüfusuna göre kıyaslarsak, buradaki kadar bir şeydir. Tabii, oradaki müzisyen sayısı, albüm sayısı buradakinden fazla. Sonuçta orası caz müziğin başkenti ama New York’taki caz müzisyenlerinin albümlerinin ne kadar sattığını düşünürsen, yani dünyanın en önemli caz müzisyenlerinin sattığı albüm rakamı bizim yerli müzisyenlerinkiyle aşağı yukarı aynıdır.
- Türkiye’de caz müziğine gelen eleştiriler, bu müziği dinleyenlerin ve icra edenlerin elitist olması yönündedir. Böyle bir algı doğru mu sizce?
Evet, bence çok doğru. Böyle bir algı şu sebepten ötürü oluyor: Cazla hiç bir ilgisi olmayana gidip birkaç isim say deseniz, ilk Kerem Görsev’i söyleyecektir. Dolayısıyla Kerem Görsev, bu müziği elit bir noktada, smokinler giyip icra etmeyi seven bir insan. Böyle yaptığı için de kendisini eleştirecek değiliz. Ama bu imaj caz müziği elit bir müzikmiş gibi bir algı yaratıyor. Aslında gerçek hayatta bu durum öyle değil. Sonuçta son derece mütevazi kulüplerde caz dinlemeye gitmek de mümkün. Hatta İstanbul’da Mitanni diye son derece ucuz da bir yer var. Hatta İstanbul’da caz çalınan iki ana mekandan bir tanesi sayılır artık. İşte bu algının nedeni, biraz caz müzisyenlerinin de kendilerini bir üst sınıfa eklemlenmek için kullanma çabalarından da oluyor. Türkiye’de bizim tanıdığımız, bildiğimiz bir takım caz müzisyenleri arkadaşımız daha çok para kazanalım mantığıyla, bu işi daha pahalı sunmak hoşlarına gidiyor.
- Böyle lüks hotellerde ve ‘salon’ müziği havası gibi...
Evet, ama caz müziğinin biraz salon ve elit bir havası da var. Bu durum sırf Türkiye’de değil New York’ta da elitizm bir kısmı var. Şu anda New York’ta caz müziğini avangarde anlamda, sanatsal olarak bir yere taşıyan bir ekip var ama klasikleşmiş eski müziği yine lüks lokantalarda yine smokinle çalan da bir akım var sonuçta. Yani muhtemelen bizde algının sebeplerinden biri de bu işin sanatsal derinliğini kurcalayan daha az müzisyen olduğu için belki de.
- İKSV uzun yıllardır caz festivalleri düzenlemekte. Dünyaca ünlü caz müzisyenlerini ülkemize getirmekte, lakin yerli caz müzisyenlere yeteri kadar destek vermediği yönünde eleştiriler var. Siz ne dersiniz bu durum hakkında?
Sonuçta, İKSV dediğiniz anda ben İstanbul kültürüne katkı bulunmaktan bahseden bir vakıf anlarım. Caz festivallerinin 3 milyon Euro civarında bir bütçeleri oluyor. Bu bütçelerden çok minik de olsa, hadi yüzde bir bile olsa, yerli müzisyenlere katkı yapılması lazım, bu yok, sıfır. Bir de son zamanlarda şöyle bir durum ortaya çıkarttılar: Yerli müzisyenlere teklif götürüyorlar ama yanlarında bir yabancı zorunluluğu getiriyor.
- Orkestra içine mi?
Evet, Avrupalı bir yabancı bulun, her şeyini biz karşılayacağız diyorlar. Yani sen kendi grubunla albüm yapmışsın ama kendi grubunla çalamıyorsun. Saçmalıkların daniskası artık bu durum. İKSV’de bu işi elitleştiren tayfanın içinde. Hatta birinci sırada gelir. 25 senedir caz festivali yapıyorsun ama Türkiye’de caz müziği bir adım ileriye gitmiyor, nasıl oluyor bu iş? Her sene tonla para harcıyorsun bu festivale üstelik. Böyle ciddi festival düzenlenen bir şehirde, hiç değilse bunun gerçek hayata yansıması olması lazım. Yani daha çok caz müzisyenin çıkması lazım, daha çok kulüpte çalınıyor olması lazım, İKSV’nin bu kulüpleri desteklemesi lazım ama maalesef yok! Bir tek Garanti Bankası’nı caz çalınan mekanları desteklerken görüyorum. Onun da desteklediği yerler hiç doğru değil. Cazla hiç ilgisi olmayan bir kulüp, pazar günlerini caza ayırdım diyerek Garanti Bankası’ndan senelik 100 bin lira para alıyor ve pazar günlerini de ortalıkta olan bir takım müzikleri ‘caz’ adı altında garip bir şey sunuyor. Sen bu parayı neden ciddi caz mekanlarına yatırmıyorsun? Bu parayı neden gerçek caz müzisyenlerine yatırmıyorsun?
- Peki, Türkiye’de mekanların caz müziğine tutumları nasıl?
Mekanlar, kendi gelirleriyle ve giderleriyle eşitleyip son derece özveriyle bu işi yapıyorlar. Nardis, İstanbul’un en önemli caz kulübü. Bu kar marjıyla başka birinin bu işi yapabileceğine ben inanmıyorum. Sahipleri bu işe gönülden bağlı oldukları için bugüne kadar ayakta kalabildiler.
- Ayten Alpman, Nükhet Ruacan gibi çok önemli caz vokalistleri biz aslında pop şarkılarından tanıyoruz, onların cazcı kimliklerini pek bilmiyoruz. Türkiye’de bu müziği icra edip de geçimini sağlamanın mümkün mü?
Mümkün değil ama bu soruyu cazla özelleştirmeden genel olarak sanat yaparak geçinebilir mi, onu sormak lazım. Sanatla kim nasıl geçiniyorsa, cazla da o kadar geçinebilirsin. Bu durum sadece Türkiye ile de alakalı değil. Bugün çok ileri seviyede yaratıcı caz müzisyenleri New York’ta çok minimum şartlarda kendilerini sadece bu sanata adayıp yaşıyorlar. Aynı hayatı burada yaşayan caz müzisyenin olduğunu sanmam bile. Bugün dünyanın neresine bakarsan bak, ciddi sanat yapıp kim rahat bir hayat yaşabiliyor?
- Çok uzun süredir Ortaçgil’le beraber çalıyorsunuz. 90’ların başında çıkan Oyuna Devam albümüyle ilk kez çalmıştınız. Bize Ortaçgil’le çalmaya başlama hikayenizden bahsedebilir misiniz?
Erkan Oğur sayesinde Ortaçgil’le ufak bir tanışıklığımız vardı. Karşılaştığımız mekanlarda selamlaşma, hafif sohbet etme durumu oluşmuştu. 1980-1990 yılları arasında Ortaçgil faal müzikle uğraşmıyordu, kimya mühendisiydi. O dönemlerde müzik de yapmıyor, herhangi bir yerde de çalmıyordu, baya kimya mühendisliği yapıyordu. Hayatını öyle geçiriyordu. Galiba o yıllarda Erkan Oğur’la ikisi çalıyorlardı. Biz de onları dinlemeye gidiyorduk öyle bir tanışıklık vardı. Daha sonra o grubu büyütmeye, bir de albüm yapmaya karar verince, Gürol Ağırbaş ve ben katıldım Oyuna Devam albümü için. Dolayısıyla ilk o albümde çaldık.

- Siz geçici olarak mı girmiştiniz albüm için?
Yok, albüm kaydı için girdik. Ondan sonra Ortaçgil’i takip eden seyirci az olduğunda, ufak yerlerde çalıyordu, dolayısıyla yine bir grubu kaldıracak bir bütçe de yoktu ortada. Bu Şarkılar Adam Olmaz’dan sonra sabit bir kadroyla çalınmaya başlandı yanılmıyorsam.
- Sizin de katılımınızla birlikte özellikle Şarkılar Bir Oyundur gibi parçalarda yoğun bir caz etkisi hissediliyor Ortaçgil müziğinde...
Yani Ortaçgil müziğinde vardır caz. Zaten caza çok yakın ve o müziği yakından takip eden bir insan. Parçaların içerisine cazımsı öğeler katmak onun da hoşuna gidiyor ama tam anlamıyla caz olduğu zaman da, onu da o kadar istemiyor. "Bu çok caz oldu, bunu cazdan çıkaralım" diyor. Ortaçgil bu tip şeylere açık bir insan, her müzisyenin getirdiği malzemeyi kabul edebilen bundan zevk alabilen bir insan, yani müzisyenlere müdahale etmez.
 - Ortaçgil müziğine 2000’li yıllarla birlikte ilgi artmış görülüyor. Siz neye bağlarsınız bu durumu?
İyi ve orijinal bir şarkı yazmak, yani sözüyle, müziğiyle orijinal ve gerçekten derinlikli bir şarkı yazmak kolay bir şey değil. Zaten böyle şarkı yazan çok insan da yok. Pop müzikte zaten çok az. Ortaçgil, bu noktada pop ve caz müziğin de dışında, dolayısıyla kendine ait bir noktada, onun da kendine bir dinleyici kitlesi olduğunu düşünüyorum.
- Ama o da çok kemik bir kitleye tekabül etmiyor mu? Şimdi bu oran biraz artmış gibi...
Ülke ne kadar müziğe açılıyorsa, o oranda açılıyor. Yine aslında bütüne vurduğun zaman Ortaçgil’in aldığı pay düşük. Eskiden de yüz kişiden bir kişi Ortaçgil dinliyorsa, şimdi yine yüz kişiden bir kişi dinliyor. Ama eskiden yüz kişi müzikle ilgiliydi, şimdi bin kişi müzikle ilgili. Dinleyicisi arttı ama orana vurduğunuz zaman yine çok bir şey değişmiyor.
- Peki, dinleyici profili için ne demek istersiniz? Özellikle Ankara’daki konserlerde "konser esnasında konuşmayın" gibi bir uyarı notları asıldığına şahit oluyoruz...
Yani konser esnasında insanların konuşması sahnedeki volümü yükseltiyor, başka bir işe yaramıyor. Volüm, yüksek olunca akustik müzik çalması zor oluyor.
- Konser esnasında çalan müzikle ilgilenmeme, fotoğraf çekme falan gibi durumlar sizin konsantrasyonunuzu bozar mı?
O biraz içkili mekanın getirdiği bir problem. Bir de ayakta duruyorsa, onlar ne olursa olsun ilgiyi yitirmeye başlıyorlar. İnsanların susup dinliyor olması için oturması lazım. Normal şartlarda "Susun ulan!" deyip çalmamak lazım, o insanların da bir daha konsere gelmemesi lazım. Ama geliyorlar. Ortaçgil zaten tek başına çalıp, her işi yapabilen bir insan. Ortaçgil’in grupla çalmak çalışmak istemesinin başlangıç noktası volüm yükseltmek. 90’lı yıllarda çaldığımızda, izleyici çok konuştuğu zaman volüm olarak onların üzerine çıkıyorduk ya da Ortaçgil, parçalarını çalmayı bırakıp avangarde şeyler çalıyorduk, ta ki seyirci uyanana kadar ya da seyirci kaçırana kadar. Şimdi artık böyle şeyler yapmıyoruz tabii.
- Yakın dönem projeleriniz neler? Mesela sizden solo albüm gelecek mi?
Solo albüm düşünüyorum ama albüm yapmak, icracı olarak değil, müzik üretici olarak beni ilgilendiriyor. Dolayısıyla beste, kompozisyon yapıyor olman lazım. Bunun için de neredeyse beş senedir çalışıyorum. Bir yerde de neredeyse sadece kompozisyon çalıyorum gibi bir şey oluyor. Malzeme var ama zor şeyler çıkıyor, bu işin ilerlemesi için bir miktar maddi desteğe ihtiyacı var. Bunun sebebi de normal çalmak istediğim bütün müzisyenlere, arka arkaya 7-8, belki de daha fazla prova yaptırmak lazım. Bunun için de o müzisyenlerin takviminde o günü alman lazım. O günü de alman için müzisyene o günü finanse etmen lazım. Bunun için de hiçbir müzisyen arkadaşım benden para istemez, gönüllü katılır ama bütün bir insanları arka arkaya sekiz defa prova için toplamamız imkansız bir hale dönüşür. İlla birinin bir işi çıkacağından biri gelemez, öbürü gelemez dolayısıyla biz anca bir defa prova yapıp her ay baştan çalmak durumunda kalırız. Dolayısıyla bu işi yapamayız. Sonuç olarak albümü tamamlayabilmek için böyle bir paramız olması lazım.
- Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz?
Son zamanlarda benim takip ettiğim Steve Lehman var. Lehman, New York’un yeni ekol müzisyenlerinden. Bu tabii, yeni bir oluşum. Bunların etrafında dönüyor son dönem takip ettiğim müzisyenler. Benim takip ettiğim ana damar hep New York cazı oldu.
- Yıllardır dinlemekten bıkmadığınız bir başucu albümünüz var mı?
Miles Davis Quintet, üç ayda bir illa ki karşımıza çıkar.

Can Öktemer

Nubar Terziyan ve Yeşilçam’da Gayrimüslimler

$
0
0
Memleketçe Yeşilçam filmlerini çok seviyoruz. Ekranda ne zaman karşımıza eski bir Türk film çıksa dayanamayıp izliyoruz. Hatta bu yoğun ilgiyi nostaljik bir tutku haline de dönüştürüp. Yeşilçam filmleriyle bugün çekilen filmleri kıyaslayıp "Şimdiki filmlerde Yeşilçam filmlerinin tadı" yok bile diyoruz. Fakat gelin görün, filmlere gösterilen ilgi Yeşilçam tarihinin kendisine gösterilmiyor. Neredeyse kendi ailemizden bildiğimiz nice oyuncunun hayat hikayelerini, çektiği sıkıntıları bilmiyoruz hatta ilgilenmiyoruz. bile. Dolayısıyla ülke sineması tarihine dair bildiklerimiz de oldukça kısıtlı ve eksik bilgilerden oluşuyor. Mesela Türkiye sinemasının gelişiminde önemli katkılarda bulunan, Ermeni, Yahudi, Rum sinemacılar olduğu pek bilinmez. Cumhuriyet'in kurulmasından önce Osmanlı'da ilk sinema faaliyetlerini gayrimüslimler yapmışlardır örneğin. Gerek Cadde-i Kebir'de işlettikleri sinema salonlarına getirdikleri filmlerle gerekse de sektör içerisinde yapımcı, kameraman, kurgucu ve oyuncu olarak çeşitli kademelerde yer almalarıyla Türkiye sinemasının önemli bir parçası olmuşlardır. Bununla beraber Burçak Evren gibi birçok sinema tarihçisine göre Türkiye sinemasının ilk filmi olarak Manastırlı Manaki kardeşlerin çekmiş olduğu ve bugün halen Makedonya Film Arşivi'nde bulunan V. Sultan Mehmed Reşat'ın Manastır ve Selanik Ziyareti (1911) olarak kabul edilmektedir. Yine Burçak Evren'e göre neticede Manaki kardeşler Osmanlı tebaasından sayılabileceğinden Türkiye sinema tarihini 1911 yılından itibaren başlatılabilir.[1]
Fuat Uzkınay imzalı Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı filminden bir kare
Fakat bu durum Türkiye resmi tarih anlatısına pek uygun kaçmadığından ötürü olacak, Türkiye sinema tarihinin başlangıç noktası olarak bu film değil, bugün hala çekilip çekilmediği tartışmalı olan Fuat Uzkınay'ın 1914 tarihli Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı filmi kabul edilmiştir.[2]Gerçi bu ilk film konusu çok tartışmalı bir konudur ve halen tam bir mutabakata varılamadığını da belirtmek gerek. Fakat netice itibarîyle Türkiye sinema tarihini Manaki kardeşlerin filmiyle değil de Fuat Uzkınay'ın filmiyle başlatmak bile memleketin hâkim ideolojikbakışaçısını özletmektedir. Yeşim Tabak, Altyazı Dergisi'nde çıkan bir Tuhaf Bellek Oyunu yazısında bu durumu harikulade bir şekilde özetlemektedir:
Kısacası ilk filmimiz, tam bir belirsizlikler toplamı. Sırf bu yüzden bile, TC’ye yakışıyor aslında. Ayrıca Osmanlı’yı iyice eritip ondan geriye kalanları Türkiye’ye dönüştürecek Birinci Dünya Savaşı başladıktan sadece birkaç gün sonra, tamamen savaş psikolojisiyle gerçekleşen bir eylemi belgelemiş bir filmden bahsediyoruz. Yönetmeni Türk, yapımcısı ordu, teması ‘milli irade’, konusu ‘bir diğer millete ait fallik imgenin imhası’, hem de gayrimüslim bir unsurun tasfiyesi. Filmin bugüne ulaşmamış olması ise, en iyi ihtimalle, bir özensizliğin sonucu. Daha ne olsun? Bir film Türkiye’nin ilk filmi olmak için daha ne yapsın? Köklerle bağını havaya uçurarak yola çıkan bir ülkeye, acı bir hatıranın silinmesini konu eden bir ilk film.
Gerçi son yıllarda bu tek taraflı tarih anlayışını kıran akademik çalışmalar artmaya başlamıştır. Dilara Balcı'nın Osmanlı'dan Yeşilçam'a Türkiye sinemasında gayrimüslim temsillerini incelediği çalışması Yeşilçam'da Öteki Olmak, Gül Yaşartürk'ün Eleni, Kiko, Maria ve Yorgo Türk Sinemasında Rumlar kitabı Yorgo Bozis - Sula Bozis'in Paris'ten Pera'ya Sinema ve Rum Sinemacılarve Senem Duruel Erkılıç'ın Türk Sinemasında Tarih ve Bellekçalışması akla ilk gelenlerdir.
Bu çalışmalar Türkiye sinema tarihinin gayrimüslimlere bakış açısının ne kadar problemli ve yanlı olduğunu göstermesini bakımından çok önemlidir. Özellikle Dilara Balcı'nın çalışması, Türkiye sinemasında gayrimüslim temsillerinin ne kadar gerçek dışı ve yanlı anlatıldığını deşifre etmesi bakımından oldukça değerlidir.[3]Balcı, çalışmasında izlemiş olduğu yüzlerce Yeşilçam filminde gayrimüslim temsillerinin belirli stereotiplere göre tanımlandığını saptamıştır. Örneğin Yeşilçam'da karşımıza çıkan Rumlar iffetsiz, Ermeniler tonton ve dul, Yahudiler ise cimri olarak gösterilmiştir.

Bu listeye Nubar Terziyan'ın hatırlarının yer aldığı ve İletişim Yayınları tarafından ilk baskısı 1994 yılında yapılan, 2014 yılında yeni bir kapak tasarımıyla yeniden yayımlanan Ne idim ne oldum... kitabı da eklenebilir. Özellikle Türkiye'de biyografi çalışmalarında eksiklik düşünüldüğünde Terziyan'ın eseri daha önemli hale gelecektir. Sayısız filmde rol almış emektar bir sinema oyuncusunu yakından tanımaya fırsat veren kitap yakın dönem Türkiye'nin gayrimüslimlere uygulanan ayrımcı politikaların bir özeti gibidir. Cumhuriyet tarihinde gayrimüslimlerin başına gelen bütün ötekileştirici siyasetten Nubar Terziyan da etkileniyor. Ne idim ne oldum...içtenlikle yazılmış sade bir hayat öyküsü. Terziyan hatıralarını kuruluşu 1908'e kadar giden Ermenice gazete Jamanak'tan gelen ısrarlar sonucu yazmış. Sadece Yeşilçam'ı değil ama hayatının sıradan detaylarını, eski İstanbul'u, çocukken ne kadar yaramaz olduğunu, komik askerlik hatıralarını, çapkınlık maceralarını, yaşlılığını ve hayatın hızına yetişmemesini her cümlenin başına "sevgili okuyucu" diyecek kadar zarif bir dille anlatan Nubar Terziyan, hayatta en çok eşi Katrin'i sevdiğini söylüyor. Boğazda yüzmeye bayılırmış bir de, yaz kış deniz girermiş. Bu tutkusu boğazın iyice kirlendiği dönemlerde bile devam etmiş. Deniz dışında, Nubar Terziyan'ın tutkuyla bağlandığı bir başka şey ise; haliyle oyunculuk.
İlk Oyunculuk Deneyimi Tiyatro, ilk film Efsuncu Baba
Nubar Terziyan, gençliğinde polis olmayı düşlerken, kendisini bir anda sahnede bulmuş. Polis olamadığı için üzülürken, bu hayal kırıklığını da, sinema da oynadığı komiser rolleriyle telafi etmiş. Terziyan'ın sahne tozunu ilk yutması okul müsamerelerinde hazırladığı piyeslerle olmuş. Okulda "Artist Nubar" lakabını hak edecek kadar başarılı bir oyuncuymuş. Zaten sınıftaki yaramazlıklarını, sahnedeki başarısıyla unutturuyormuş. Yirmi üç yaşındayken "Gençler Temaşa Heyeti"ne girmiş. Burada yakın arkadaşlarıyla bir çok klasik oyunu sahnelemişler. O yıllarda hem babasının dükkanında çalışıp hem de tiyatro temsilleriyle haşır neşir olmuş. Bununla berabersadece oyunculuk yapmıyor, bilet kesme, kazanılan parayı bölüştürme işleriyle de uğraşıyormuş. Nubar Terziyan bu hatıraları "ne kadar başarılı" bir oyuncuyum havasında değil, aksine tevazuunu bir an olsun bırakmadan aktarıyor bizlere. Hamlet oyunu için ihtiyaç duyulan kurukafayı, mezarlıktan nasıl çalıp daha sonra aynı kurukafayı yerine nasıl koyduklarını anlatarak ya da film setine gelen kavuncundan nasıl kavun seçtikleri gibi hayatın içinden detaylarla aktarıyor. Sonsuz mesleki başarılar, ödüller geçidi yok anlayacağınız. Zaten kendisinin aldığı tek ödül 5. Ankara Film Festivali'nin 1993 yılında verdiği Emek Ödülü olmuş. Terziyan hem oyunculuk hem de bilet kesme işleriyle uğraştığından, yer sırası kavgası sebebiyle mahkemelik de olmuş. Mahkemelik olma sürecinde hakim karşısında sahnedeymiş gibi nasıl 'rol' kestiğini anlatması onun oyunculuğa ne kadar tutkulu olduğunun da bir göstergesi. 1940'lı yılların başında ise tiyatrodan sinemaya ilk geçişi ise Aydın Arakon'un Efsuncu Baba (1949) filmiyle oluyor. Kaleme aldığı tek Yeşilçam anısı da bu! Görüşme için gittiği Atlas Film sahipleri Murat Köseoğlu ve Nazif Duru'yu, Efsuncu Baba filmindeki iplikçi rolünü kaptıktan sonra, sokakta büyük bir jön edasıyla nasıl keyifle yürüdüğünü, rolüne çalışmak için gecesine gündüzüne nasıl kattığını uzun ve iştahlı bir şekilde anlatıyor. Seyircinin aklında yer ettiği babacan, iyi yürekli, yardımsever rollerin aranan oyuncusu Nubar Terziyan, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990)ve Bodrum Hakimi (Türkan Şoray, 1971) gibi birçok ünlü yapımda da yer alır.

Bu süre zarfında Türkiye siyaseti hararetli bir döneme girer. Milliyetçilik zehri siyasi erkler tarafından topluma boca edilmeye başlanır. 1934 yılında Trakya'da Yahudilere uygulanan şiddet eylemleri, 1950'li yıllarda Varlık vergisi kanunu, yirmi kur'a askerlik ve nihayetinde 6-7 Eylül olayları patlak verir. Bir tür Türkleştirme politikasıdır yaşanan. Siyasi iktidarın baskısı ve medyanın azımsanmayacak yönlendirmesiyle Türkiyeli gayrimüslimlerin büyük bir çoğunluğu ülkeden ayrılmak durumunda kalır, ekonomik olarak zor duruma düşer. Dolayısıyla o yıllarda gayrimüslimlere uygulanan bütün ayrımcı politikalardan Nubar Terziyan da etkilenmiştir.
Nubar Terziyan 6-7 Eylül Olaylarının Ortasında Kalıyor
Terziyan, her ne kadar kitapta Varlık Vergisi'nin yaratmış olduğu tahribatı anlatmamış olsa da, o dönem birçok gayrimüslim vatandaşın bu ayrımcı ekonomi politikalar yüzünden büyük mağduriyetler yaşamış, işyerlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla o yıllarda Yeşilçam'da yapımcı ve sinema salonu işletme sahibi birçok gayrimüslim de Varlık Vergisi borcunu ödeyemedikleri için şirketlerini kaybetmek durumunda kalmışlardır.[4] Varlık Vergisi yaratmış olduğu ağır tahribat sebebiyle sinema sektörü içerisindeki birçok gayrimüslim yavaş yavaş piyasanın dışına itildiklerinden sektör içerisinde tutunabilen çok az sayıda gayrimüslim sinemacı kalmıştır.[5]Türkleştirme politikalarının yoğun olarak yaşandığı 1940'lı yıllarda Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların başına gelenlerden Terziyan da nasibini alıyor. Örneğin, 20 kur'a askerlik nedeniyle 1941 yılında tekrar askere alındığını şöyle anlatıyor:
Sene 1914, herkes gibi bizler de tekrar vatani vazifeye çağrıldık... Askerlik şubesine gidip teslim oldum. Dağıtımda beni Boğaziçi'ne sevk etmişlerdi, evvela Bentler, daha sonra Zekeriyaköy ve sonunda Gümüşdere.
Nubar Terziyan, yeniden askere alınmasıyla ilgili olan kısımlar üzerinde pek durmuyor, o kısımları komik askerlik hatıraları olarak anlatıyor. Lakin kitabın en can alıcı ve çarpıcı bölümü 6-7 Eylül olayları sırasında yaşadıkları oluyor.[6]Nubar Terziyan, 6- 7 Eylül olaylarının başladığı sıralarda, evinde neşe ile gazete okumaktadır. Hatta eşi Katrin'in onun bu neşeli haline şaşırıyor. Daha sonra sokaktan inanılmaz bir gürültü duyuluyor. Nubar Terziyan, dışarıya çıkıp gürültünün ne olduğuna bakmaya çıkıyor. Sokaktan kalabalık bir insan grubu "Bayrak asın, bayrak asın" diye bağırarak gelmektedir. Nubar Terziyan, olayların ne olduğunu anlayamaz. Karısının telaşla eline tutuşturduğu bayrağı giriş katında oturduğu evine asar.  Bu sırada Terziyan, kalabalıktan gelen "bayrak asmayan dükkanların kapılarını, camlarını indirin" sözünü işitir, o sırada karşı sokakta oturan kırtasiyeci olan arkadaşının dükkanına bayrak asmaya gider. Arasına karıştığı grupla Taksim'e doğru sürüklenirken kalabalığın amacını anlar: Aya Triada Kilisesi'ni yakmak.
Terziyan, durumu önlemek için yerde bulunan gaz dolu bidonları tek tek döker. Bu sırada Polis tarafından göz altına alınır ama Aya Triada Kilisesi’ni yanmaktan kurtarır. Uzun saatler Polis gözetiminde kalır ve sonunda serbest kalır. Nubar Terziyan, yaşananlar hakkında olumsuz hiçbir şey söylemiyor, ufak bir sitemle yetiniyor:
Ruhlarımız Tanrı'ya hesap vermek üzere uçar, bedenlerimiz ise akreplere, çıyanlara yem olmak üzere toprağa girerler. "Hepimizin babası Adem ve anası ise Havva," deriz, demek hepimiz kardeşiz. Ama sonra bunları unuturuz, kardeş kardeşi vurur ve birbirimizi yeriz.
Nubar Terziyan'ın isim bile vermeden, sıradan bir olay gibi anlattığı ve yakın dönem Türkiye tarihinin en karanlık günlerinden biri olan 6-7 Eylül Pogromu’na dair kitapta olumsuz bir şey söylememesi, yaşananları neredeyse kaderci bir yaklaşımla yorumlaması, üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken bir husustur. Onun yaşadıkları karşısındaki sessizliği, Cumhuriyetin azınlıklara karşı uyguladığı yoğun baskının sonucu olmasıdır bir bakıma. Dolayısıyla kendisinin bu acı hatıraları doğrudan, adını koyarak anlatamamasına yol açmış olabilir. Gerçi Nubar Terziyan'ın, Sevag Beşiktaşlıyan'ın yazısında belirttiği gibi bu uzun baskı ve ayrımcılık döneminde bile ismini değiştirmemesi önemli bir direniştir. Netice itibariyle Yeşilçam'da Ermeniliğini saklamayan nadir oyunculardan biri olmuştur.
Yeşilçam'da yakından tanıdığımız birçok gayrimüslim oyuncu 1940'lı yıllarda hızla yükselişe geçen milletçilik söyleminin yaratmış olduğu tedirginlikle kimliklerini saklama ihtiyacı duymuşlardır. Örneğin, Adile Naşit, Vahi Öz, Kenan Pars gibi ünlü oyuncular Ermeni kimliklerini saklamışlardır.[7] Gerçek ismi Kirkor Cezveciyan olan Kenan Pars'ın bu meseleyle ilgili şöyle bir sözü vardır: "Kirkor Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm”

İşte böyle bir dönemde Nubar Terziyan üzücü bir olay yaşar. Ayhan Işık'ın hayatını kaybetmesinden sonra gazeteye vermiş olduğu ilana “Oğlum Ayhan, dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (...) Amcan: Nubar Terziyan.” Ayhan Işık'ın ailesinden şöyle bir cevap gelir: “Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (...) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.”
Görülen odur ki, Ayhan Işık'ın 'Ermeni' olarak algılanması ihtimali bile ailesi için kabul edilebilir bir olay değildir. Nubar Terziyan'ın oğlu Berç Alyanakziya ile yapılan röportajda, bu duruma babasının çok üzüldüğünü ve "bu iş böyle olmayacak" dediğini öğreniyoruz.[8] Yukarıda da belirttiğimiz gibi Nubar Terziyan'ın ve diğer gayrimüslimin yaşadığı acıları, sıkıntıları dile getirememeleri yoğun siyasi baskılar neticesindedir. Dolayısıyla Nubar Terziyan'ın kitapta satırlarına döktüğü geçmişe yönelik sitemle karışık şu sözü bugün için oldukça anlamlıdır: "Doğduğum memlekette kendimi sizlere sevdirdim, paradan ziyade sempatinizi kazandım."
Lakin herkesin gözünün önünde cereyan eden bu olaylar karşısındaki bizim suskunluğumuz, bu hakikatlerin ortaya dökülmesi için bunca yıl beklenmesi, daha yeni yeni resmi tarih anlatılarının dışına çıkan hakikatlerin tartışılmaya başlanması, önemli bir tartışma meselesi olarak kenarda durmaktadır.
Bununla beraber o yıllarda, olaylar çok tazeyken yaşananları anlatmayan, görmezden gelen birçok yazarın, aydının da olduğunu biliyoruz. Peki, onları bu suskunluğa iten sebep neydi? Bu sorulara hakiki cevaplar aramak gerek. Çünkü ne de olsa "anlatılan senin hikayendir" bir anlamda. Nubar Terziyan gibi tarihe tanıklık etmiş oyuncuların anıları yakın dönem siyasi tarihimiz hakkında önemli cevaplar verebilir. Dolayısıyla da Nubar Terziyan'ın hatıralarını da sadece çok sevdiğimiz bir Yeşilçam oyuncusunun hatıraları olarak değil, aynı zamanda yakın dönem siyasi tarihinin bir özeti olarak da okunmalıdır kanımca.

Can Öktemer



* Bu yazı Sekans dergisinde yayımlanmıştır.
[1]Osmanlı'da ve Cumhuriyet'te sinemanın ilk yıllarına dair bkz. Dilara Balcı, Yeşilçam'da Öteki Olmak, s. 87
[2] Yeşim Tabak'ın Bir Tuhaf Bellek Oyunu yazısının tamamı için: http://www.altyazi.net/yazilar/diger/bir-tuhaf-bellek-oyunu/
[4] Bu konuda Ali Özuyar'ın Kebikeç dergisine 2009 yılında yazdığı makale için: Varlık Vergisi Mağduru Sinemacılar https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/16_aliozuyar.pdf
[5] Dilara Balcı'nın Yeşilçam'da Öteki Olmak kitabında bu konu hakkında bahsettiği bölüm için: Türkiye Sinema Sektöründe Gayrimüslimler s.67-71
[6] Nubar Terziyan'ın 6-7 Eylül olayları sırasında yaşadıklarına dair daha uzun ve detaylı bir yazı için, Sevag Beşiktaşlıyan'ın yazısı: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/2634/nubar-terziyan-6-7-eylulu-anlatiyor
[7] Mesut Kara'nın Evrensel'e bu konu hakkında yazdığı yazı için: http://www.evrensel.net/yazi/71636/adile-isiyan-kirkor-nubar
[8] Berç Alyanakziya ile yapılan röportaj için: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10884/iyi-ki-dogdun-nubar-terziyan

Timur Erkman: 'Ankara'da Koman'ın heykeli kayboldu diye üzülen kimse yok'

$
0
0
Ankara'da bir süredir kent heykelleri birer birer ortadan kayboluyor. Bununla beraber yine Ankara kent belleğinde önemli yer etmiş bir çok tarihi bina yıkılıyor. Dolayısıyla bu durum kentin mekansal belleğinde çok ciddi tahribatlar oluşturmakta ve kent giderek kimliksiz bir hale dönüşmekte. Geçtiğimiz aylarda yine Ankara'nın önemli kent heykellerinden biri olan İlhan Koman'ın Seğmenler Parkı'nda bulunan heykeli ortadan kayboldu. Heykelin nasıl ortadan kaybolduğu, kimini zafiyeti olduğu hususunda belirsizlikler sürüyor. SHP'de Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde genel sekreterliği yapmış ve 1992 yılında İlhan Koman'ın heykelinin Seğmenler Parkı'na konulması için büyük emek harcayan Timur Erkman'la, kaybolan heykelleri, eski Ankara'yı ve kent belleği üzerine konuştuk.
Can Öktemer ve Timur Erkman
- Seğmenler Parkı'ndan kaybolan İlhan Koman heykeliyle başlayalım isterseniz. Siz SHP'de o dönem Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde genel sekreterlik yapıyordunuz. Heykelin yapım süreci nasıl olmuştu?
Koman heykeli 1992 yılında yapıldı. Ankara heykel konusunda oldukça zengin bir kent. Bunlar neye göre seçildi, nasıl yapıldı meselesi hep bir tartışma konusudur. Kent heykelleri konusu ilginç bir konu. Nasıl bir heykel koyacaksın? Burada halk beğensin diye popülizme de kayabilirsin. Yaygın olarak onlar beğensin, bu beğeni doğrultusunda heykeller yapılsın görüşü var. Değerli, çağdaş sanatçıların soyut eserlerini koyunca o kamuoyu tarafından pek kabul görmüyor nedense. Bizim dönemimizde, genç bir heykeltıraş arkadaşımız Eşber Karayalçın vardı. Bize heykeller konusunda danışmanlık yapıyordu. Bir de Estetik Kurul diye bir kurulumuz vardı. Orada çok değerli isimler vardı. Prof. Ekrem Akurgal vardı başında. ODTÜ'den hocalar vardı. Hadi Bara, Zühtü Müniroğlu gibi rahmetli de olsa önemli sanatçıların eserlerini sergilemek gibi düşüncemiz vardı. O dönem yaptığımız bazı heykeller mesela Otto Hajek'in heykeli eleştirilmişti. Dolayısıyla burada bir denge tutturmak lazım. Biz bu tip tercihleri estetik kurulun görüşleri doğrultusunda değerlendiriyorduk. Bir İlhan Koman heykelinin Ankara'da olmasının çok iyi olacağını düşündük. Ali Artun'dan fikir aldık, süreç öyle gelişti yani. Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı Çevre ve Sanat Kitabında şöyle bir açıklama vardı Koman heykeline dair, dilersiniz oradan alıntı yapayım: "Koman, 1978 yılında bir tiyatro oyunu için maskeler yapmak üzere Paris'te bulunduğu sırada Abidin Dino'nun evinde kil figürler yapmış. İlhan Koman'ın diğer yapıtlarından çok farklı olan bu figürler bir masalın parçasıymış gibi düşsel yaratıklar. Bir bakıma düşlerini-düşlerimizi soyutla figüratif arasında heykele dönüştürmüş. Bu figürler, bir kaç yıl Abidin Dino'da kalmış, daha sonra Stocholm'e gelmiş. Ne yazık ki İlhan Koman'ı yitirdiğimiz 1986 yılına kadar bronza dökülmeleri mümkün olamamış. 1989 yılında Abidin Dino, Koman ailesi ve Galeri Nev'in çabalarıyla İsveç'ten İtalya'ya taşınan heykeller, Pietra Santa ustaları tarafından Giuseppe Belfiore atölyelerinde kusursuz bir dökümle son aşamalarına ulaşmışlar. Bronz dökümler 10 takımla sınırlanmış, 5 takım sanatçının ailesine ayrılmış. Bu figürlerden bir tanesi büyütülerek yine Pietra Santa ustaları tarafından bronza döküldü. Bu heykel 1991 yılının son günü Ankaralılara yeni yıl armağanı olarak, Seymenler Parkı'na yerleştirildi. Orjinal boyuttaki döküm heykellerden bir tanesi de Başkanlık Evi'nde bulunuyor."Şimdi Başkanlık Evi'nde bulunan heykelin son durumu nedir bilmiyoruz.
Koman Heykeli'nin açılışı
- Estetik Kurul başka ne gibi kararlar alıyordu?
Heykeller konusunda kararlar alıyordu. Bununla beraber kentin estetiğiyle alakalı her konuyu bu kurulda tartışıyorduk. Estetik kurulu oluşturan insanlar; konunun uzman isimleriydi. Mehmet Asatekin, Ziya Tanalı, Ragıp Buluç, Prof. Yüksel Öztan, Orhan Dinç, Mustafa Arslaner, Gönül Tankut, Coşkun Erkal, Prof. Ekrem Akurgal, Prof. Erhan Karaesmen, Teoman Erel, Önder Şenyapılı, Semih Günver, Prof. Leyla Baydar, Prof. Cevat Erder gibi çok önemli akademisyen, gazeteci ve sanat kültürü olan kişilerden oluşuyordu. Bu 15 kişi kendi alanlarında saygın ve yetkin kişilerdi. Bir de o dönem Sanart92 vardı. Hacettepe Sanat Tarihi hocası Prof. Günsel Renda, Prof. Filiz Yenişehirlioğlu vardı, onlar kurdukları dernek aracılığıyla plastik sanatlar üzerinde çalışmalar yapıyorlardı. Biz onlarla da işbirliği yapıyorduk. Onların yurtdışından sanatçılarla ilişkileri vardı. Prof. Raci Bademli, İmar Dairesi Başkanımızdı, o da bu konularda bilgili ve yetkin bir arkadaşımızdı. Bu konuları bilen ve iyi değerlendirmeler yapabilen birisiydi - maalesef çok erken kaybettik. Otto Hajek heykeli onun aracılığıyla konabilmişti.
- Peki, Estetik Kurul’daki olan kişiler hep aynı isimler miydi?
Aynı isimlerdi. Gerçi bizden sonra gelen Belediye'de Estetik Kurul devam etmedi. Bir daha da toplanmadı zaten.
- Otto Hajek heykelinin süreci nasıl olmuştu?
Onun süreci de şöyle oldu; yine Sanart'tan teklifler geliyordu, şunları yapalım diye. Bu önerileri de estetik kurulda değerlendirip karar veriyorduk. Bu heykelleri nitelikleri bakımından değerlendirirsen, sanatkarlarının hepsinin uluslararası arenada saygınlığı olan, niteliği olan isimler olduğu görürsün. Tabii o bir dönemdi, şimdi ise işler başka bir yere doğru gitti.
- Esasında sizin anlattıklarını çok uzak tarihler değil. Biz Koman heykelinin nereye konacağını tartışan, Estetik Kurulu olan, kent estetiği üzerine kafa yoran bir belediyecilik anlayışından "Tükürürüm böyle sanata" diyen, şehrin ortasına dinozorlar, devasa kol saatleri yerleştiren bir belediyecilik anlayışına nasıl geldik?
Ankaralılar başka türlü bir belediyecilik anlayışına sahip birini seçtiler. Seçilen belediye başkanının ilginç bir kent estetik anlayışı var, daha doğrusu öyle bir şeyi yok.
- Otto Hajek, İlhan Koman heykellerinin ilk başta herkesi memnun etmediğinden bahsettiniz. Peki dinozorlar, kol saatleri memnun ediyor mu sizce? Kimseden yüksek sesle bir itiraz duymuyoruz?
Yeterince itiraz olmuyor maalesef. Yine de halen Kızılay'da Taş Ankara heykeli var. Jorgen Haugen Sorensen'in heykeli var. Selim Turan'ın Kurtuluş Parkı'ndaki heykeli var. O Selim Turan'ın yaptığı son heykeldir. Sonra Azade Köker'in ve Meriç Hızal'ın heykelleri var. Mehmet Aksoy'un heykeli var, kendisi o, "tükürülen" heykelin sahibi malum. Bir de kendisi yine Altınpark'a çok güzel bir heykel yapıyordu ama o da yaptırılmamıştı, durdurulmuştu.
Mehmet Aksoy'un Altın Park'taki 'tükürülen' heykeli
- Melih Gökçek, Mehmet Aksoy'un heykeli için neden o ifadeyi kullanmıştı?
Müstehcen bulmuştu heykeli. Bir insanın bu heykelde müstehcenlik bulabilmesi için ayrı bir gayret göstermesi lazım. Altın Park'taki heykelde müstehcenlik buldu. "Tükürürüm böyle heykele" dedi, sonra söktürdü. Mehmet Aksoy Periler Ülkesi'nde diye bir heykel yapmak için Altınpark'ta bir atölye kurmuştu, bunu da durdurdu. Taşları getirmişti, atölyesini durdurttu. Azade Köker'in Altın Park'taki Tutkuheykeli de müstehcen bulunmuştu. Sonra Mehmet Aksoy yargıya gitti. Heykeli yerine koydurttu. Şimdi heykelin çürümesini bekliyorlar.
- Ankara'da son birkaç yıldır sadece heykeller değil, Ankara'nın simge yapıları da birer birer kayboluyor. Çubuk barajının oradaki gazino, hava gazı fabrikası gibi… Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bunlar kayboluyor, evet. Burada ilginç bir yöntem uyguluyorlar, sessiz gidiyorlar. Birazcık itiraz geliyor. Ankara Mimarlar Odası Başkanı Tezcan Candan çok değerli çalışmalar yapıyorlar ama engel olamıyorlar. Şimdi mesela İller Bankası Binası'nın yıkılması bekleniyor. Binayı boşalttılar. Sonra Saraçoğlu Mahallesi var tehlikede olan. Bunlar erken Cumhuriyet döneminin tipik binaları. Çubuk'ta gazinonun yıkılmasının hiçbir gerekçesi yok. Yerine bir şey de yapmıyorsunuz. İller Bankası için diyorlar ya, yapılan camiin alanı diye. Keza Hajek'in heykeli için de aynı şeyi söylüyorlar. Bunlar Ankara'nın kent belleğinde yer etmiş önemli yapılar, bunları yıkmak düşünülmemeli bile. Neticede o camiler başka yerlere de yapılabilir.
Otto Hajek'in yıkılan heykeli
- Peki, insanların bu yıkıma bu kadar sessiz kalmasını nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar seslerini yeterince çıkarmıyorlar ilginç bir şekilde. Bu Hajek heykeli konusunda da birkaç kişi dışında itiraz gelmedi. Gerçi birçok yerde itiraz gelmiyor. Mesela, Çiftlik'teki Merkez Lokantası'nın son durumunu biliyorsunuz. Orası yeni bir yapı oldu, içki yasak artık. Orman Çiftliği'nin ayrı bir havası, atmosferi vardı. O kadar değişmiş ki, orası ben tanıyamadım. Koca koca caddeler geçiyor filan.
- Ankaralının bu gelişmelere tepki vermemesi çok ilginç gerçekten. Bu noktada ne yapılabilir sizce?
Bir de şu var tabii. Memleket bu haldeyken heykelle mi uğraşılır görüşü de var. Onu söyleyenler de var, biz bunları söyleyince "Şu ortam heykelle uğraşılacak zaman mı?" diyen de oluyor. Ama itiraz edenler şunu unutuyor; bu ortam yüzünden heykeller kayboluyor, yapılar yıkılıyor. Bütün bunlar birbirini tamamlayan şeyler. Neticede "ortam" bizi başka yere götürmeye çalışıyor.
- Bir de burada kentli olamamanın yarattığı bir problem olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii, bu durumu da kabul etmek lazım. Ankara'da Hajek'in heykelini, Koman'ın heykelini benimseyip, bunlar yıkıldı, kayboldu diye üzülen çok kimsenin olduğunu sanmıyorum doğrusu. İlhan Koman kimdir kaç kişi biliyor? Koman kimdir, Selim Turan kimdir diye bir anket yapsak? Sonuçlar pek içi açıcı olmaz herhalde. Bir de Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından sonra oluşturulan Ankara'nın bir kimliği vardır. Bu heykeller filan da o kimliği tamamlayıcı yönde girişimlerdi. Tiyatro, opera, müzik, resim, heykel, edebiyat olmak üzere Ankara'nın geçmişten bugüne şehir olarak sanatsal olarak temsili yönü, kimliği vardı.
Selim Turan'ın Sarı Kız heykeli
- Bu bahsettiğiniz dönem 50'li, yıllara kadar sanırım. Demokrat Parti'nin gelişiyle birlikte sanki bu yön İstanbul'a doğru kayıyor.
Evet, 50'li, 60'lı yıllara kadar gitti gitti, sonra birden bire bir iniş olduğunu görüyoruz. Yani o dönemde özel bir gayret vardı. Opera ve tiyatro tutmuştu, ağaç yeşermişti yani. Ankara'daki galeriler de çok değerliydi. Çok güzel sergiler vs. olurdu. Devlet Resim ve Heykel yarışması yapılırdı, oradan çok güzel eserler çıkardı. Şimdi de yapılıyor ama pek duyulmuyor maalesef.
- Biraz da eski Ankara'dan bahsedelim dilerseniz. Siz gençliğiniz nelere giderdiniz?
Sinemalara, konserlere, tiyatrolara giderdik. Sıhhiye'de Ankara Sineması vardı. Ulus Sineması’na giderdik, Büyük Sinema vardı, Büyük Çarşı’nın olduğu yerde. Büyük Sinema'nın perdesinin üstünde Turgut Zaim'in bir resmi vardı. Köylü kızlar dört tane. Geçen senelere kadar çarşının içerisinde bir dükkanın arkasında gözüküyordu onu orada bırakmışlardı. Geçenlerde baktım o da gitmiş.
- Kuzgun Acar'ın heykeli de çalındı.
Onun heykeli Kızılay Emek İş Hanı’nın tam cephesindeydi. Onun kaybolması daha eski tabii. Belediye'de çalışırken onu ciddi bir şekilde arattım. Ama bulunamadı. Hurdacıya gitmiş sanırım. Kuzgun Acar'la ilgili ilginç bir anekdot paylaşayım. Yüksel Caddesi'nde ve başka yerlerde kaldırım heykelleri vardır. O heykellerinin yapımını Eşber Karayalçın, genç heykeltıraşlarla organize etmişti. Bu meydan ve kaldırım heykelleri fikri kendisine Kuzgun Acar'ın bir heykelini yapmak düşüncesinden doğmuş. Kızılay'da, meydanda Kuzgun Acar heykelinin boşluğa bakarken tasarlamak istemiş. Anafikir oradan gelmiş ama sonra vazgeçmiş.
- O heykellerden bir tanesi de yok oldu birden bire.
Onlardan çoğu yok oldu. Bir de keçi heykelleri vardı onlar da gitti. Onları da çaldılar. Bir tanesi Eskişehir'de görüldü.
- Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen'in heykelcilik anlayışını nasıl görüyorsunuz?
Başarılı ve iyi gidiyor. Şimdi o çok önemli bir olay. Dengeyi bulabilmek. Figüratif heykeller daha çok kabul görüyor. Metin Yurdanur'un heykelleri gibi.
- Şimdi bu heykeller birer birer kayboluyor. Yeni doğan nesil bu heykellerden bihaber olarak büyüyecek, belleğinde böyle şeyler kalmayacak. Biz de yavaş yavaş unutacağız belki de. Bu noktada ne yapmamız lazım?
Tabii, her sanatçının değerli eserleri var. Her ekolden iyi eserler olabilir. Lakin oraya tutup abuk sabuk kol saati, kedi heykeli, dinozor, robot falan koymanın bir anlamı yok. Bu noktada bu işlerden anlayan, bu işlere kafa yoran insanların yönetime gelmesi veya ihtisasa saygı gösterilmesi gerek. Kent estetiği, sanatı önemli konular. Biraz bu konularda bilginiz, görgünüz olacak elbette. Ben her şeyi bilirim diye kendin yapmaya kalkmayacaksın. İşte dediğim estetik kurul bu noktada çok önemliydi. Bir de dünyadaki eğilimleri filan bileceksin. Bu konuda yeni uygulanan kent heykellerini takip edeceksin. Tabii yöneticilerin de biraz vizyonu olacak.
- Erken Cumhuriyet döneminde, şehir planlaması Jansen planı var meşhur, Tandoğan, Bahçeli, bunlar hesaplanılarak yapılmış.
Evet, gerçekten Atatürk ve çevresi, mesela Falih Rıfkı bu konuyla bire bir ilgileniyorlar konuyla. Bir de vizyonu olan insanlar. Nazilerden kaçan Yahudi mimarlarında katkısı çok büyük.
- Siz tabii eski Ankaralısınız.
Babam bürokrat, eğitimci. O Ankara'da hep milli eğitim bakanlığında çalışmış. Ben liseyi İstanbul'da Saint-Joseph'te okudum. Sonra Siyasal’a geçtim. Lakin doğum yerim İstanbul, Moda. Nüfusa kayıt olduğum yer de Beyoğlu. Ama köken olarak babam Erzurumlu, annem Erzincanlı. Babam Almanya'da tahsilini tamamlamış sonra gelmiş Milli Eğitim'de göreve başlamış. Onların dönemindeki kadrolar çok önemli, mesela Cevat Dursunoğlu diye çok önemli bir insan var. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmış. Ankara'da Konservatuar’ın kuruluşu, Paul Hindermith, Bela Bartok gibi müzisyenlerin ve Carl Ebert gibi tiyatro adamlarının getirilmesinde rolleri var. Ankara'da ciddi ve güzel sanatların yerleştirilmesi ve geliştirilmesi önemseniyor Cumhuriyet döneminde. Orada çok doğru adımlar atılmış. Konservatuar’ın kuruluşu, Musiki Muallim'in kuruluşu Cumhuriyet’le hemen hemen aynı döneme geliyor. "Kardeşim biz Kurtuluş Savaşı veriyoruz, ne işimiz var konservatuarla?" filan demiyorlar. Keza 19 Mayıs Stadyumu Başbakanlık binasından önce yapılıyor. İl Özel İdaresi yapıyor. Yani ortada henüz bakanlık binaları filan yok ama Ankara gençliğini spora teşvik etmek ve Ankara'da sporu geliştirmek isteniyor. 19 Mayıs Stadyumu mimari bir yarışmayla Paolo-Vietti-Violi'ye projelendirip yaptırılıyor. Yani ne kadar tuttu bu maya ne kadar tutmadı tartışılır elbet. Yani şimdi, Ankara Atatürk Bulvarı, kişiliği olan bir yerdi. Orası darmaduman oldu. Alttan tünel çıktı, duvarlar kuğu fayanslarıyla kaplandı. Yani bunun başka alternatifi yok muydu? Orası kişiliksiz bir hale geldi. Kızılay işte yine öyle gidiyor. Artık başka bir kent modeli ortaya çıktı.
19 Mayıs Stadyumu
- Bu noktada Ankara'yı eski haline dönüştürme şansımız var mı hala sizce?
Eski Ankara'yı eski haline dönüştürebiliriz elbet. Ama nasıl olacak, kim yapacak? Orman Çiftliği gitti mesela. Orası Ankara'nın kimliklerinden biriydi. İşte yine az önce saydık bir sürü bina gitti, yıkıldı. Etibank, Marmara Köşkü, Su Süzgeci, Çubuk Baraj Gazinosu, Havagazı Fabrikası, İmar İskan Bakanlığı, Danıştay binası yıkıldı. Bu binaların yerine Ankara'nın kimliğine uygun yeni binalar yapılamaz mıydı?
- Sizin bir de Paris'te bulunduğunuz bir dönem vardı. Ne zaman ve ne için gitmiştiniz Paris'e?
Paris'e 1968 yılının sonlarına doğru Devlet Planlama Teşkilatı’ndan eğitim için bursla gitmiştim. Enstitünün iyi, değerli bir eğitim kadrosu vardı. Benim gittiğim dönmede Paris'te 68 hareketi bitmişti ama kalıntıları vardı hala. Şöyle bir hatıram var orada. Biz şimdi tabii Ankara'da gitmişiz, sınıfta 68'den yeni çıkmış öğrencilerle birlikte kravatla filan oturuyoruz. Derste birden bire, hocaya "Yuh! Bunu söyleyemezsin!" filan demeye başladılar, biz ne olduğunu anlayamadık. Millet hocayı protesto edip sınıftan çıkıyordu. Biz de dersten çıksak mı, çıkmasak mı ikilemine düştük, ne yapacağımızı şaşırmıştık orada.
- Peki, yurtdışı örnekleriyle karşılaştığımızda onların belediyecilik anlayışları nasıl sizce? Onlar nasıl muhafaza ediyorlar kent dokusunu?
Bunları korumak zor bir iş değildi ki. Dünyanın en kolay işi mevcudu korumak. Hani şehrin yeni ihtiyaçları filan çıkıyor doğal olarak ama sen bunu eskiyi yıkarak yapma, başka bir yerde yap. Bu tutuculuk filan değil, bunları korumak mecburiyetimiz var. Değerli olan yerleri muhafaza etmek kadar kolay bir şey yok. Özel ihtisas da istemiyor ama bunları kafayı takıp, bunları kaldıracağım dersen o başka iş tabii. Burada önemli olan değerlerine sahip çıkmak. Sen bunları yıkıp yerine ne koyuyorsun hiç bir şey! Hiç bir şey üretmiyorsun, dinozor geliyor, robot geliyor. Niye yok? Onun cevabını bulmak önemli.
Can Öktemer - Karaca Yiğit Pehlivanlı

Özgür Yaren: 'Taşrayı sadece sıkılacağımız bir yer olarak görmek arızalı bir durum'

$
0
0
Suriye'de yaşanan iç savaş nedeniyle, zorunlu göçün gündemde olduğu sığınmacıların trajedilerine her gün tanık olduğumuz bir dönem geçiyoruz. Türkiye'de özellikle 1950'li yıllarda Almanya'ya giden Türkiyeli işçiler sebebiyle göç olgusuyla karşı karşıya kalmıştı. Göç olgusunun izdüşümü kendisini sinemada da göstermişti. Hem Yeşilçam'da hem Alman sinemasında bu konuyu anlatan bir çok filmle karşılaşırız. Almanya'ya göç eden ailelerin üçüncü kuşakları ise kendi filmlerini çekmeye başlayınca ortaya çok daha farklı bir göçmen sinemasıyla karşılaşılır olmuştur. Bununla beraber Yeni Türkiye sinemasında son yıllarda sıklıkla karşımıza çıkan konuların başında taşra sıkıntısı gelmekte. Bağımsız sinemacıların taşraya olan bakışı ve taşrayı "sıkıntı" olarak tanımlamaları üzerinde tartışılmaya değer bir konu olarak görülüyor. Göçmen sineması üzerine doktora tezi yazan ve bu çalışmasını Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sinemasıüzerine kitaplaştıran öğretim görevlisi Özgür Yaren'le göçmen sinemasının dünü bugünü, sinemada çok kültürlülük, melezlik ve taşra sıkıntısını, taşra sineması üzerine konuştuk.
Can Öktemer ve Özgür Yaren
- Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması isimli kitabınızdan yola çıkarak genel olarak göçmen sinemasını nasıl tanımlarsınız?
Göçmen sineması bugünden baktığım zaman tarihin belirli bir evresinde ortaya çıkmış bir tür. Hatta bir alt tür gibi görülüyor. Bu alt tür lafı yanıltıcı olabilir, çünkü genellikle tür formel yani biçimsel özellikleri imler; ama burada belirli özelliklerin ortak olduğu bir grup filmin oluşturduğu bir alt tür söz konusu. Bu da kabaca II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa'ya doğru yönelen göç hareketlerinin bir kuşak sonrasında oradaki sosyal durumun karşılık bulmasıyla başlayan, ikinci ve üçüncü kuşağı da kapsayan yaklaşık 30 yıllık bir dönemi anlatıyor.
- Göçmen sinemasına yönelik ilk örnekleri Almanya özelinde görmekteyiz. Bu sinema sıklıkla göç alan ülkelerde mi belirdi ilk olarak?
Doğal olarak öyle gelişti. II. Dünya Savaşı sonrası göç, ilk başta çok planlı, programlı organize bir şekilde yapıldı. Karşılıklı antlaşmalarla işçiler gönderildi. Tabii geçici olması planlanıyordu ama daha sonra durum öyle olmadı. O meşhur laf vardır ya, "Biz işçi istedik, onlar insan gönderdiler." Gidenler insan oldukları için işin boyutu değişti. Sözleşmelerle sınırlayamadılar insanların hayatını. İşçi alım programları ilk defa Almanya'da başladı. Daha sonra diğer Batı Avrupa ülkelerinde de benzer antlaşmalar gerçekleştirildi. Tabii Fransa'daki durum Almanya'dakinden farklıydı. Fransa fazladan emeğe ihtiyaç duyunca, sömürgelerine göz çevirdi, gelen işçiler Fransa'nın eski sömürgelerinden, Kuzey Afrika ülkelerinden geldiler. Almanya'da durum öyle olmadığı için hemen hemen Avrupa'nın her tarafından özellikle Doğu Avrupa'dan, Akdeniz havzasından ve Türkiye'den göç aldı. Biraz daha parçalı bir hareketlilik yaşandı. Kısa bir süre sonra 60'ların sonuna kadar Batı Avrupa'da bu göç hareketleri sokakta görünür hale geldi. İlk başlarda giden göçmen işçiler, işyerlerinin onlara sağladıkları yurtlarda kalıyorlardı. Daha sonra zamanla toplumla karışmaya başladıkları anda doğal olarak daha görünü hale geldiler. Bu nedenle göçmen sinemasına dair ilk örnekleri Almanya'da ve İsviçre'de karşımıza çıktı.
La Haine-Mathieu Kassovitz
- İlk göçmen filmlerini kimler yapmıştı ve sorunu nasıl ele almışlardı?
İlk göçmen filmleri, göçmenler ya da onların çocukları tarafından yapılmadı. İlk göçmen filmleri "ev sahibi"ülkelerin sinemacıları, aydınları tarafından yapıldı. Bir toplumsal sorun çerçevesinde görülerek üretildi. Bir tür sınıf sorunu olarak ele alındı. O yüzden göçmen sineması bugünden baktığımızdan ilk dönemlerinde bir tür sosyal görevli perspektifine ve hatta biraz aydın vicdanına sahipti. Sakıncalı tarafları da var bu durumun. Nedir o sakınca? Bir kere toplumsal sorun olarak görünce ister istemez bu işten zarar gören kurbanlar olarak görmeye başlıyorsunuz gelen işçileri. Bu da bir tür uyuşmaz bir karşıtlık yaratıyor. Biz ve onlar var. Onlar geldiler emekleri sömürülüyor, kültürel çelişkiler yaşıyor, zorlanıyorlar. Böyle düşünmenin mantıksal sonucu: İki kültür bir arada yaşayamaz. Bugünden baktığımızda çok şey değişti Avrupa'da. Göçmenlik halen çok yakıcı bir problem olarak karşımızda. Onun yarattığı bir reaksiyon olarak reaksiyoner bir siyaset yükselişte. Reaksiyonerin Türkçe karşılığı gerici demektir. Gerici siyaset yükselişte, yani milliyetçi, şovenist, yabancı düşmanı bir siyaset yükselişte ve aslında aydın vicdanıyla, hümanizmle biçimlenen ilk dönem göçmen filmleriyle göçmen karşıtı siyasetin kabulleri çok farklı değil. İkisi de iki kültürün bir arada yaşayamayacağından yola çıkıyor. İlk filmler yabancıların kültürel zorluklar yaşadığını dile getiriyordu. Yeni kuşak reaksiyoner siyasetçiler daha farklı biçimde aynı önyargıyı dillendiriyorlar.
- Kültürel entegrasyon meselesiyle Fassbinder gibi yönetmenler pek ilgilenmemiş gibi gözüküyor. Biraz daha sol tınılı, birlikte nasıl yaşacağız sorusu üzerinden değil de, emeklerinin sömürüsü üzerinden gitmişler sanki.
Evet ama onları suçlamamak lazım, henüz bu sorulara cevap aramak için erkendi onlar o filmleri çekerken. Çünkü henüz birlikte yaşayıp yaşayamayacağımız belli değildi. Sadece artan yabancı bir işçi nüfusu vardı. Bu nedenle onlardan filmlerinde böyle tavır almalarını beklemek biraz acımasızca olabilir. O zamanlar yaygın bakış açısı göçmenlik meselesini sorun görmekti. Bir sosyal görevlinin soruna yaklaşımı gibi "Bu yaraya nasıl pansuman yapabiliriz?" bakışı hakimdi. Daha sonra bu tutum değişti. Özellikle ikinci kuşaklar arasından çıkan sinemacılar kendi seslerini duyurmaya başladığında, sadece bu kurban ve ezilen kimliği içerisine sıkışmışlıktan bir parça kendilerini kurtardılar. Çok seslilik ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla bu perspektif de değişmeye başladı.
Duvara Karşı-Fatih Akın
- Fassbinder ve benzer sinemacılarda ilk örneklerini gördüğümüz göçmen sineması Fatih Akın gibi yönetmenlerin ortaya çıkmasıyla birlikte daha bir melezleşti diyebilir miyiz?
Ona doğru evirilmeye başladı. Avrupa göçmen sinemasını asla Hollywood sinemasından ayrı düşünmemek lazım. 90'lı yıllarda gençlik filmleri, getto gençlik filmleri çok popülerdi. Özellikle Fransa'da başlamıştı. Fatih Akın'ın ilk filmi Kısa ve Acısız da öyle bir filmdir. Orada da göçmenler sesleri çıkmaz, edilgen kurbanlar değillerdi ama küçük suçlara bulaşan ve gettoya hapsedilmiş, hikaye içinde eylemler girişse de kendilerini kurtaramayan karakterlerdi. Sessiz ve edilgen kurban göçmen imgesinin yerini önce gettoda yaşayan, biraz da isyankar gençler aldı diyebiliriz.
- Önceki dönemle benzerlikleri sanırım bu karakterlerin yine alt sınıfa mensup olmaları.
Evet, yine alt sınıfa mensuplar. Kuşkusuz Avrupa'ya yönelik göç, sınıfsal bir hareketti. Önce işçiler geldiler. Afrika'da örneğin Hindistan'dan gelen esnaf göçmenler görürsünüz. Latin Amerika'ya gidin, orada Orta Doğu kökenli çoğunluğu Arap Hıristiyan bir ticaret diasporası görürsünüz. Onlar da esnaflık yapmaya gitmişlerdir. Ama Avrupa'ya göç daha kararlı bir şekilde işçi göçüydü. Dolayısıyla bu filmlerin her zaman bir sınıfsal geri planı oldu. Daha sonra çok kültürlülük tartışmasıyla birlikte göçmen karakterler de onların sınıfsal geri planları da dramatik bir biçimde çeşitlendi. Hikayeler sınıfsal geri planını biraz yitirdi. Bugün baktığımda göçmen sinemasının bir parantezi kapattığını söyleyebilirim. Çünkü artık Avrupa'da yaşayan göçmenlerin sorunları ya da çok kimlikli zenginlikleri etrafında dönen temalar bir tarafa bırakıldı. Bunların yerini henüz göçmeye çalışan yasa dışı göçmenler ve sığınmacılarla ilgili filmleri almaya başladı.
- Çok kimlikli, melezleşmiş filmler, sinemayı özellikle de Avrupa sinemasını bu anlamda nasıl değiştirdi?
 Bu biraz da 90'lı yıllarla gelen post modern dalga içinde geldi. Edebiyatta da benzer bir durum söz konusuydu. Kimliği sorgulayan, onun da ötesinden gerçekliği ya da gerçekliğin tek bir yorumunu sorgulayan post-modern anlatılar ortaya çıktı. Daha sonra kimliğin sabit insanın doğasına özgü bir şey olmadığı, bunun bir tür performans olduğu, değişebileceği dönüşüme uğrayacağı, siz ne kadar etiketlemeye çalışırsanız çalışın, o dönüşüme o evrime yetişemeyeceğiniz kabul görmeye başladı. Bu kimliğin akışkanlığı meselesi Avrupa göçmenliğiyle tam uyuştu. İşte bu da ilk göçmen filmlerinin o katı ikili dünyasının siyah ve beyaz sınırlarını yıkmış oldu. Bu filmler böylelikle sınıfsal ve kültürel ikilikleri yıkmış oldu. Şimdi tekrar bugüne gelecek olursak; bu tür ikiliklerin tekrar yeni baştan kurulmaya başladığını görüyoruz. Post-modernizm çok iddialı bir şekilde modernizmin altını oymak üzere ortaya çıktı. Geldiğimiz noktada tekrar kimlik meselesi belirleyici olmaya başlamış gözüküyor.
- Avrupa'da Suriyeli göçmenlerin sebebiyle yükselen yeni bir sağ, İslamofobik milliyetçi bir söylem var. Siz de "Göçmen Sinemasını Yeniden Düşünmek" isimli makalenizde yazmıştınız, Avrupa'nın çok kültürlü, demokratik yapısı başka bir yere doğru eviriliyor. Bu dilin sinemaya yansıması nasıl olacak sizce?
Bu aralar en çok sığınmacılarla ilgili filmler çekiliyor. Göçmenlerin, sığınmacılardan şöyle bir farkı var: Göçme işini başarıyla tamamlayıp geride bırakmış olanlara göçmen diyoruz. Sığınmacılar henüz sınırı geçmeye çalışıyorlar. Kaçak bir şekilde yasadışı yollarla sınırı geçmeye çalışıyorlar. Henüz toplumsal bir kategori olma sürecinin başındalar. Sığınmacının uyum sorunu hakkında konuşabilir miyiz? Geçiş aşamasında yani kelimenin tam anlamıyla sınırı geçiş aşamasındalar. Bir sınırdan diğer sınıra geçiş aşamasında olan bir gruptan bahsediyoruz. Bu çok kırılgan bir grup, görebildiğim kadarıyla filmlerin derdi en çok bu trajediler gibi gözüküyor. Bahsettiğiniz İslamofobi ve yabancı düşmanlığı filmlerde ortaya çıkar mı? Bunun için sanat sineması yerine ana akım sinemaya, televizyon dizilerine bakmak lazım.
- Dilerseniz biraz da Yeni Türkiye sineması üzerine konuşalım. 1990'lı ve 2000'li yıllar Türkiye sinemasında ana eğilimin "bastırılanın geri dönüşü" olarak tanımlanır ve bu dönemde Türkiye sinemasında daha önce pek işlenmemiş birçok konunun işlenmeye başlandığından bahsedilir. Siz genel olarak bu dönemi nasıl tanımlarsınız?
1990'lı yıllarda bu tip konularda utangaç çabalar vardı diyebiliriz. Onların çok daha güçlüsü 80 öncesi Yeşilçam'da Yılmaz Güney sinemasında vardı mesela. 1990'lı yıllar o anlamda bence dönüştürücü, devrimci olmadı. 2000'li yıllardan sonra belki bahsettiğiniz "bastırılanın geri dönüşü" gibi bir durum yaşandı. Bu dönemde çekilen filmlerin bazılarında Kürt sorunu, azınlık sorunu gibi konular gündeme gelmeye başladı. O da bu konuda birden bire aydınlandığımız için değil, bütün dünyada kimlik politikasının öne çıkmasıyla ve sınıf sorunun politik arenadan dışlanmasıyla mümkün oldu.
- Türkiye sineması 1990'lı yıllarda yaşanan olayları anlatabildi mi, yüzleşebildi mi? Bu olayların anlatısını politik sinema çerçevesinde kurabildi mi sizce?
Kuramadı, hatta onu bırakın Gezi eylemlerine dair bir film bile yapılamadı. Belli ki, bu konularda bir takım sorunlarımız var. Bu sorunların sadece sansürle ilgili olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Yaratıcılıkla alakalı olabilir.
- Türkiye'deki politik sinema için, halen dilini arayan bir sinema diyebilir miyiz?
Politik sinema denildiğinde aklıma iki şey geliyor. Özellikle 2000'lerden sonra ön plana çıkan ve kimlik meselelerine odaklanan sinema. Diğeri de onun özel bir varyasyonu olan Kürt sineması. Kürt sineması politik olarak daha aktivist bir yerde duruyor. Aslında ikisi de aynı soruna çözüm arıyorlar: Türkiye'de bastırılan kimlikler meselesine. Bir grup daha liberal bir çerçeve içerisinden arıyor, bir grup daha biraz aktivist ve milliyetçi bir çerçeveden yanıt arıyor. Politik sinema adına Türkiye'den görebildiğim en belirgin örnekler bunlar.
- Azınlıklar nostaljisi de var.
Bu aslında tek başına azınlıklarla ilgili olmayabilir. "Azınlık nostaljisi" Türkiye'de yaşadığımız genel kimlik problemliyle de alakalı olabilir. Türkiye'de öne çıkan baskın kimlik özelliklerinin bazılarımızın çok kabullenmek istememesiyle ilgili olabilir. Onun yerine ikame kimlikler arayışımızla ilgili olabilir. Daha çok Avrupalı olmaya çalışmamızla ilgili olabilir.
- 1990'lı yılların azınlık nostaljisi üzerine ve İstanbul'da giderek artan göç dalgaları sonucu İstanbul'un çehresinin değişmesi üzerine "Bize de Lozan kapsamında azınlık statüsü verilmeli" minvalinde yazılar çıkıyordu.
Türkiye'nin sunduğu baskın kimlikten dolayı ortaya çıkan huzursuzluğun bir nedeni de hayat tarzına ilişkin kaygılardır. O yüzden o yazıların söylediği şey çok absürt değil dertlerini anlayabiliyorum. Türkiye'nin sunduğu tabldot menüden huzursuzluk duyuyorsak, başka şeyler aramaya başlıyoruz. Bir yandan kişisel olarak da hikayemizi Avrupa'yla ilişkilendirmeye çalışıyoruz diğer yandan Avrupa'yla ilişkinin aracısı olduğunu düşündüğümüz azınlıkları özlüyoruz.
Bir Zamanlar Anadolu'da-Nuri Bilge Ceylan
- Son dönem Türkiye sinemasında sıklıkla karşımıza çıkan bir başka konu da "taşra sıkıntısı". Bu konuyla ilgili de çok fazla film üretiliyor. Siz genel olarak bu filmleri nasıl değerlendirirsiniz?
Taşrayı sadece içinde sıkıldığımız bir yer olarak görmek tuhaf, arızalı bir durum var. Sanki içinde yaşadığımız kentler, "kent özgürleştirir" deyişine çok uygun, buralarda özgürce hareket edebiliyoruz da, taşraya gittiğimizde Amerikan korku filmlerinde gördüğümüz o tekinsizlikle, sıkıntıyla karşılaşıyoruz. Halbuki öyle bir şey yok. Türkiye'de açıkçası kentlerle daha küçük yerleşim yerleri arasında çok dramatik farklılıklar olduğunu düşünmüyorum. Yerli filmler taşra sıkıntısıyla meşgul olmaktan kent hayatına ilişkin bir başka bir beylik temaya geçmeye vakit bulamıyorlar. Örneğin, Abbas Kiarostami filmlerinde olduğu gibi, kentlerin boğuculuğundan, sıkıcılığından, kalabalığından kaçmaktan ve daha basit bir yaşam arayışı için taşraya doğru yönelmekten bahseden pek yok. Bu biraz daha köklü ve eski bir fikir. Kentlerin çok karmaşıklaşmaya, kalabalıklaşmaya başladığı, sıkıcı, boğucu hale geldiği bireyi boğduğu endişesi ve buna çözüm olarak da daha basit bir dünya arayışı çok daha eski ve köklü bir fikir. Avrupa'da özellikle Almanya'da ve İsviçre'de başlayan 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyıl başına doğru uzanan çok daha köklü bir hareket. Kurtuluşu doğada, daha basit bir hayatta arama düşüncesi. Yerli filmlerde durum tam tersi, kentler daha yaşamaya elverişli alanlar, taşra ise daha boğucu bir yer. Bir kere kurtuluşu doğada aramak için, insanın çok kentli olması lazım. Taşrayı unutmuş olması lazım. Tamamen kent tarafından absorbe edilmiş olması lazım ki, taşrayı idealize edebilsin, romantikleştirebilsin, orayı huzur bulunan bir yer olarak görebilsin. Türkiye'de taşrayı mesele eden sinemacıların böyle bir derdi var. Onlar belki hala içlerindeki taşralıyı korudukları için taşrayı bu kadar romantize edemiyorlar, idealize edemiyorlar. Taşra deyince -belki biraz kaşımak lazım burayı- kendi kişisel hikayeleri, tarihleri akıllarına geliyor ve hatırladıkları şeylerden çok mutlu olmuyorlar. Geriye dönüp baktıklarında şimdiki hallerinden daha çok memnun görünüyorlar. Bu da tipik taşradan yeni gelmiş orta sınıf ideolojisi. Orta sınıflar -küçük burjuvazi- genelde daha yoksul olmadıkları için kendi hallerinden memnundur. Elbette bu iddia spekülasyondan ibaret; son dönem sinemamızdaki taşra sıkıntısı temasının yoğunluğunu, sinemacılarımızın taşralı olmasına bağlıyorum.
 - Yumurtafilmindeki Yusuf karakteri de, kendi içindeki sıkıntıdan kurtulmak için taşrayla barışıyordu.
Öyle idi ama Semih Kaplanoğlu'nun o üçlemesinin tamamında Yumurta filminde de taşra yine boğucu, hiçbir şeyin olmadığı, eylemin söz konusu olmadığı mekanlardı. Filmin sonunda karakterin içsel kurtuluşunu orada bulması önemli değil, filmin bize nasıl evren sunduğu daha önemli. Nasıl bir taşra evreni sunuyor, ona bakmak lazım. Üstelik Semih Kaplanoğlu kendisini muhafazakar olarak tanımlıyor. Bu bakımdan onun belki taşraya daha yakın olması beklenir. Buna rağmen onun filmlerinde de taşra çok boğucu bir mekan olarak karşımıza çıkıyor. Bu da enteresan bulduğum bir durum.
Yumurta-Semih Kaplanoğlu
- Yozgat Blues'da farklı bir taşra yorumu sunuyordu; kurtuluşu büyük şehirde değil de taşrada arama fikri.
Orada kurtuluş önerisinde değildi Yozgat Blues. Burası da fena değil ya da şehirden pek farklı değil demek istiyordu. Bence taşra eşittir sıkıntı filmlerinin yanında daha sağduyulu bir örnek olarak karşımıza çıkıyordu.
- Taşra sıkıntısının seyri biraz enteresan bir şekilde ilerliyor sanki. Televizyonda büyük şehrin boğuculuğundan kaçıp, taşrayı bir ruhsal arınma olarak gösteriyor. Sinemada ise tam tersi bir durum var.
İşte demek ki böyle bir döngü var. Hepimiz taşradan kentlere göçüyoruz. Daha sonra kentlerden bunalıp tekrar taşraya uzaklaşmaya çalışıyoruz. Bu döngüyü tamamlamak için kentlileşmek gerekiyor. Çünkü 80'lere kadar uzanabilecek bir şehri terk edelim, Anadolu'da bir kıyı kasabasında -özellikle kıyı kasabası olacak- yaşayalım rüyası bütün kentli orta sınıflarda giderek yaygınlaşan bir eğilim. Demek ki, Kiarostami'de gördüğümüz ya da ondan öncesi, bir yüzyıl öncesine kadar gidebildiğimiz kurtuluşu, mutluluğu daha basit daha az karmaşık bir dünyada arama ideali boy göstermeye başlamış gözüküyor.
- Taylan Biraderler’in Vavien filmi taşra anlatıları içinde ilginç bir örnek olarak duruyor.
Vavien, Coen kardeşlerin filmlerini andırıyordu. O film bence çok özgün ve ayrıksı bir örnek.
- Onu ayrıksı kılan neydi?
Onu ayrıksı kılan, taşrayı ne bir kurtuluş hedefi ne de bunalım ve sıkıntı alanı olarak görmemesi. Daha nötr yaklaşması, orta sınıf kentliler için yapılacak iki şey var. Bir tanesi, taşra romantizasyonu- işte köklere, doğaya geri dönüş,- diğeri de yerli filmlerde çok sık yapıldığı gibi taşrayı boğuntu ve sıkıntı mekanı olarak portrelemek. Her iki durumda da bir mekan olarak taşraya yüklenmiş anlamlar var. Vavien'de böyle belirgin bir tavır yoktu, bu açıdan ayrıksı duruyordu diğer filmlere göre.
- Genel olarak taşraya dair olan imgemiz, sükuneti olan, sessizliği olan bir imgeydi, şimdi teknolojiyle birlikte o sessizlik bozulmuş gibi, motor sesiyle, araba sesiyle, peki bu nasıl anlatılabilir?
Aslında romantik düşlerin hedefi doğa olmalı. Bir de taşra var. Bu ikisi farklı şeyler. Taşrayı idealize ve romantize ederken aklımızda doğa olmalı. Kıyı kasabasına gitmek istiyoruz ya da ormana. Bir de taşra var ortalama bir büyük şehirden çok farklı değil. Ne mimari olarak fark var, ne de caddeler, dükkanlar, yaşam alanları açısından fark var. Kentlerle, taşra arasında ya da merkez taşra arasında çok fark yok artık. Çünkü merkezin taşralaşması gibi durum var.  Türkiye'deki kentler belki de daha boğucu. Kentlerde daha fazla gözlem altındasınız. "Kent özgürleştirir" deyişinin gerisinde, boyutun getirdiği bir tür anonimlik vardır. O anonimliğin arkasına saklanarak daha özgür davranabilirsiniz. Teoride dar bir cemaat yaşamın belirlediği kasabadaki gibi gözler her zaman üstünüzde değildir. Ama artık kentlerde her yerde kameralar var, güvenlik kaygısıyla. Sürekli gözetlendiğinizin farkındasınız. Ankara'da bir parkta yalnız başına kimseye, hiçbir güvenlik görevlisine rastlamadan yürümeniz mümkün mü? Türkiye'de şu durumda kentlerin özgürleştirici havasının olduğundan söz etmek mümkün değil. Taşra sıkıntı demek abes kaçıyor bu anlamda.
Yeraltı-Zeki Demirkubuz
- Buradan daha farklı bir yere geçelim isterseniz. Son dönem Türkiye sinemasında özellikle bazı yönetmenlerde Dostoyevski takıntısı görüyoruz. Hatta bu ilginin popüler kültüre sirayet ettiği ve Umut Sarıkaya karikatürlerinde bile görülüyor. Siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Biz de nedense Ruslarla aramızda ruh hali bakımından bir tür yakınlık olduğunu var sayıyoruz. Bunu da Dostoyevski romanlarından yola çıkarak yapıyoruz. Halbuki Dostoyevski gerçekçi bir romancı değil. Romanlarında gerçekçi bir portre de çizmiyor; çok daha öznel ve psikolojik anlatılar kuruyor. Onun romanlarını okuyarak o dönemki Rus toplumu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek çok mümkün değil. Rus psikesi ile kendi ruh halimizin benzeştiği algısını Dostoyevski'ye ve onun çok da gerçekçi olmayan ateşli kahramanlarına borçluyuz. Dostoyevski neden Türkiye'de bu kadar popüler? Bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Dostoyevski dünyanın başka yerlerinde bu kadar popüler değil. Türkiye'de hiç kitap okumayan insanlar bile onu okuduklarını söylüyorlar. Demek ki bu kadar yaygın. Dostoyevski'nin anlattığı toplum 19. yüzyıl ortası. O tarihlerde Rusya'da reform çabaları var ama işte bir anlamda hızlı bir toplumsal dönüşüm, batılılaşma süreci var. Bunlar temel hatlarıyla buraya benziyor gibi gözüküyor ama bir yandan da aristokrasi var, serfler var, sosyalist hareketler var; öyle büyük bir benzerlik söz konusu değil. Biz Dostoyevski'den ilham alıyoruz. Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinde var bu etki, Zeki Demirkubuz da defalarca bunu belirtti. Öyle bir durum var. Kimse mesela Tolstoy'dan bahsetmiyor. Halbuki o daha büyük romancıdır. Edebi olarak karşılaştırmaktan bahsetmiyorum. Adlarını neon harflerle yazacak olsak Tolstoy'unki daha büyük yazılırdı. Bu tercihler benim için büyük bir gizem. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sının neden bu kadar popüler olduğunu da kestiremiyorum mesela.
- Türkiye sinemasında özellikle Yeşilçam döneminde Halit Refiğ, Lütfü Akad gibi yönetmenlerin edebiyat uyarlamalarıyla daha yakın bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz. Bugün için öyle bir durum pek yok gibi. Bir tek geçenlerde Kürk Mantolu Madonna'nın sinemaya uyarlanacağına dair bir haber gelmişti. Siz nasıl yorumlarsınız?
Yeşilçam furyalar halinde ilerliyordu. Bir yıl belli bir tür furyası doğuyor, birbirine çok benzeyen onca film üretiliyor, ertesi yıl yerini başka bir furyaya bırakıyordu. Belli ki alışkanlık hala ortadan kalkmadı. Yerli sinemada rağbet gören türler dönemsel olarak çok değişiyor. Kürk Mantolu Madonna uyarlaması tutarsa, bunun ardından edebiyat uyarlamaları ve dönem filmleri gelecektir. Galiba şimdilik bu komedi filmleriyle idare etmemiz gerekiyor. Bunlar bir furya halinde devam edecek. Bir süre daha en çok izlenen filmler hep sulu zırtlak güldürüler olacak. Güldürü filmleri de çok güncel ve popüler referansları olan filmler olacak. Aksan komedileri ve fars öğeleri, düşme kalkma, beden komiği olacak.
- Bunlarla birlikte II. Abdülhamit ya da Recep Tayyip Erdoğan'ın hayatının anlatıldığı Reis gibi daha farklı anlatılar da gelecek sanki.
Onlar da finansal destek buldukları için gelecekler. Ama işte bu filmlerin bir kültürel karşılığı olacak mı, bunu zaman gösterecek. Genellikle hesaplanarak üretilen filmler çok başarılı olamaz. Onların da kaderinin çok farklı olacağını sanmıyorum. Belki de oralardan bağımsız bir sinemacı çıkıp kendi ajandasını kurabilirse oradan bir çıkış yolu olabilir.

Can Öktemer

1895’te Van’da şiddetin bilançosu: Son Ahtamar Katolikosu III. Khaçadur’un raporu

$
0
0
Bu yazıda bahsedeceğim dönem özel olarak 1895 olsa da, arka planı 19. yüzyılın büyük değişimlerini içine alacak kadar geniş. Bu değişimin en belirleyici nosyonlarından biri olan merkezileşme çabası. Bu çaba, aynı zamanda Osmanlı yönetiminin devlet olarak taşradaki varlığını etkinleştirmeye ve güçlendirmeye hamlesiydi. Bu hamle, Ermeni Patrikhanesi’ni de etkiledi. Vartan Artinian’ın belirttiği gibi, 1840’larda artık Ermeni Patrikhanesi’nin vergi muafiyeti kaldırılmış ve patrikhane yeniden organize olmak zorunda bırakılmıştı. Patrikhane için de bu ekonomik yükle başa çıkmanın tek yolu, kilise yönetiminin de merkezileşmesi ve vilayetlerdeki kiliselerden gelir elde etmeye başlaması olacaktı. Fakat devletin taşrayla yaşadığı iktidar krizinin bir benzerini Ermeni Patrikhanesi de yaşayacak, hatta var olan siyasi kriz daha da derinleşecekti.
III. Khaçadur
Bu krizlerin belki de en büyüğü, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’yle Ahtamar ve Sis Katolikoslukları arasında zaten var olan hiyerarşik rahatsızlığın su yüzüne çıkmasıydı. Katolikosluklar, dinen İstanbul’un üzerinde yer alırken, siyaseten imparatorluğun sistemi gereği patrikhanenin yönetimi altındaydı. 19. yüzyılda, İstanbul’un merkezileşme isteğini güçlendirmesi, Ahtamar’ın dini üstünlüğünü siyasete de yansıtma isteğiyle karşılaşacaktı.
Son Katolikos III. Khaçadur (Bazı belgelerde, Khaçadur Mokatsi’nin II. Khaçadur olarak görülmemesinden dolayı, ismi II. Khaçadur olarak da geçer) da 1850’lerden itibaren bu mücadelenin merkezinde duran, bölgesel siyasi ağın tam ortasında yer alan, kendi makamını tutabilmek için Kürt aşiretleriyle Ermenileri karşısına alacak kadar yakın ilişki içerisine girmiş ve İstanbul’u da Patrik Hırimyan gibi etkili ve güçlü bir figüre rağmen bile karşısına alabilmiş bir isim. Bu süreç içerisinde, Ahtamar Katolikosluğu, İstanbul için bir değer olmaktan çıkacak ve adeta bir yüke dönüşecekti.
Ahtamar Katolikosluğu’nun kısa tarihi
Ahtamar Adası’nda bulunan Surp Haç Kilisesi’nin 10. yüzyılın başlarında Kral Gagik tarafından yapılmasının ardından, Ana Kilise Katolikosu V. Hovhannes’in bölgedeki karışıklıktan kaçarak 920’lerde Ahtamar’a yerleşmesiyle, ada bir süre Surp Krikor Lusavoriç’in tahtı olarak görülür ve nihayetinde bu taht, Kilikya’ya taşınır. 1113 yılında, Ahtamar, Kilikya’daki katolikos III. Krikor tarafından bağımsız bir katolikosluk ilan edilir. 1540’ta bölge, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hakimiyetine girinceye kadar, Ahtamar, bağımsızlık kilise bölgesi olarak 14 episkoposluk bölgesine sahiptir. Osmanlı döneminde de katolikosluk olarak varlığını korumaya devam etse de, 19. yüzyılda, Ahtamar’da katolikosluk makamına gelebilmek için İstanbul’un vereceği izin ve berat şart koşulur ve katolikosluğun merkezin izni olmadan din adamı takdis etme yetkisi dahi kaldırılır. Yine de katolikosluk sekiz episkoposluk bölgesini korumayı başarır. Bunlar, Ahtamar, Surp Stefanos, Van, Lim, Kuddus, Surp Daniel, Araklut ve Bitlis’tir.
19. yüzyıl, katolikosluk için büyük siyasi çalkantılar demektir. 1895’in sonunda III. Khaçadur’un ölümünün ardından, katolikosluk varlığını sürdürmüş; fakat hiçbir katolikosun bulunmadığı işlevsiz bir makam olarak kalmıştır. Katolikos vekilliğini 1916 yılına kadar sırasıyla Van Başepiskoposu Arsen Markaryan, Başrahip Agop Hopikyan ve Episkopos Oseb sürdürür.
19 Temmuz 1916’da, bir irade-i seniyyeyle Sis ve Ahtamar Katolikoslukları birleştirilir ve İstanbul ile Kudüs Patrikhaneleri, İstanbul Katolikosluğu adıyla kurulan yeni otoriteye bağlanır. Bu otoritenin merkezi de Kudüs olarak ilan edilmiştir. 1918’de eski sisteme dönülünce, İstanbul Patriği ve Sis Katolikosu Osmanlı topraklarına geri dönse de, olmayan Ahtamar Katolikosu geri dönemeyince bu kurum kendiliğinden tarihe karışır.
Ahtamar
III. Khaçadur
Son katolikos III. Khaçadur (Şiroyan) ise 1819’da Van’da Asuri bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1831’de babası Şero onu Ahtamar Manastırı’na getirir ve Khaçadur Mokatsi’nin himayesine verir. Khaçadur, 3 yıl Ahtamar’da kaldıktan sonra, Eçmiadzin’de eğitim alır. 21 yaşında diakon ve sonra da rahip olarak takdis edilir.
Khaçadur, Van bölgesindeki tüm Ermeni ve Kürt beylerinin saygısına nail olurken, 1843’le başlayan dönemde katolikosluktaki iktidar boşluğu sebebiyle yönetimde de etkili din adamı olarak ön plana çıkar. Bu dönem, Khaçadur’la yakın ilişki içinde olan Kürt beyleri için Van bölgesinde Ermenilere yönelen yağma hareketlerinin rahatça arttırmaları anlamına gelir. Aynı dönem, Khaçadur için de bir zenginleşme dönemi olur.
1851’de katolikosu  olan Gabriel’in 1857’de vefat etmesi, yeni bir iktidar boşluğunu beraberinde getirir. Khaçadur’un organize ettiği bir eylemde İstanbul ve Eçmiadzin, Ahtamar’daki din adamlarının topluca İslam’a dönmesiyle tehdit etmesine kadar seçime izin verilmez. Bu tehdit özellikle Eçmiadzin’i telaşlandırır. İstanbul, Eçmiadzin’in de onayıyla, 1858 yılında Bülbül Bedros’un katolikosluk makamına geçmesine imzalanan bir baymanakir (anlaşma) karşılığında izin verir. Bedros, seçildikten 3 ay sonra imzaladığı anlaşmaya karşı gelerek, üç başrahibi Eçmiadzin’in veya İstanbul’un onayını almadan episkopos olarak takdis eder. Bedros’un Khaçadur’un zorlamasıyla bu kuralları ilk fırsatta bozması, İstanbul’u karşısına alması anlamına gelir. Fakat Bedros’un bu hamlesi daha sonra kendisine pahalıya patlayacak ve 1864 yılında Khaçadur’un da adının geçtiği bir komplo sonucunda Kürt Han Mahmud’un ailesinden Külihan Bey’in adamları tarafından öldürülecektir. Şiroyan, aynı yıl III. Khaçadur ismiyle katolikos olarak takdis edilir.
1870 ve 80’ler Vanı’ndaki Ermeniler için artık İstanbul, bir merkezden çok, çevre halini alır. Bölge, Ermeniler için Ahtamar Katolikosu III. Khaçadur’un kurduğu din adamları, Ermeni elitler ve Kürt beylerinin ortaklaştığı bir güç ağı tarafından yönetilir ve ne Babıali ne de Patrikhane bu duruma müdahale edemez. 1880’de Van’a başepiskopos olarak gelen Hırimyan’ın tespit ettiği üzere, Khaçadur’un bölgede kurduğu iktidar alanı dışarıdan etkiye açık değildir. Fakat bu kapalı network, özellikle köylü Ermenilerin sosyal gücüne zarar verirken, kiliseyle olan ilişkilerini de ciddi biçimde etkileyecektir.
1895 yılının sonbaharında Osmanlı’nın garp coğrafyasında Ermenilere karşı büyük bir şiddet dalgası patlak verdiğinde, Khaçadur, bölgede kurduğu güçlü ilişkilerin kendisini ve kiliseyi koruyacağını öngörse de, işler istediği gibi gitmeyecektir. Osmanlı belgelerine göre, 1895’in Kasım ayında, Van’ın bazı kazalarına bağlı Ermeni köylerinde vukuatlar başlamıştır. Haydaran aşiretinden Emin Bey, emrindeki Hamidiye Alayları ve yerel eşraf, iki gün boyunca on beş Ermeni köyüne taarruzda bulunur ve Ermenilerin mallarını ve hayvanlarını gasp edilir. Şiddet, daha sonra şehir merkezine de sıçrayacak ve buradan tüm Van’a yayılacaktır. Katliamlar, 1896 Ağustos’una kadar çeşitli boyutlarda devam eder. Bu durumda, Khaçadur, yakın olduğu Han Mahmud ailesinden yardım talebinde bulunsa da, Külihan Bey, Vostan’daki (Erciş) tüm Ermeni köylerini talan etmeyi tercih eder.
Khaçadur, Van'da Surp Haç Bayramı töreninde
Kürt Murtula (Muhtila) Bey’in adayı koruması sayesinde, Ahtamar 1895’deki şiddetten büyük ölçüde etkilenmese de, yine 1895’in sonlarında adaya çıkan Müküslü Kürtler, manastırın kuzey cephesini kurşunlanır. Manastırdan kaçan din adamlarına dokunulmasa da, kütüphane talan edilir ve Khaçadur döneminde toplanan değerli el yazmaları büyük ölçüde yağmalanır.
1896’da Khaçadur’un biyografisini kaleme alan Hovhannes Vartabed’in belirttiği üzere bu tanıklıklar, Khaçadur’u, ömrünün son döneminde büyük bir pişmanlığa ve acıya sürükler:
‘Her gün, Ahtamar’daki tarihi manastırda, çıplak, işkence görmüş, aç ve zavallı binlerce sefil insan kutsal makamın huzuruna çıkıyordu ve mütemadiyen şahit oldukları vahşi görüntüler yüzünden tarif edilemez bir korku içindeydiler. Yaşanan sınırsız felaketin karşısında ve sağlam irademize rağmen, bize başvuranların acısını teselli etmek için kendimizi hep aciz hissediyoruz.’
Khaçadur, bu sözlerle bitirdiği raporu, 19 Aralık 1895’te kaleme alır. Bu raporu yazdıktan üç gün sonra 22 Aralık 1895’te ölür.
III. Khaçadur’un raporu
Khaçadur, söz konusu raporuna, şahit olduğu şiddetin boyutu karşısında şaşkınlığını ifade ederek başlar: ‘Binlerce masum en vahşi şekilde katledildiler ve neredeyse her yerde, Hıristiyanlığın ilk asırlarındaki şehitlerin yürek parçalayıcı sahneleri tekrar yaşandı (…) Ermeni milleti geçmişte hiç böylesi bir sefilliğe maruz kalmamıştı ve hatta hiçbir Hıristiyan milletin bu kadar zalim bir vahşete kurban edilmediğini de ekleyebiliriz. Kimlerin din adamları inançlarını inkar etmeye ve hatta inkarlarını açık yüreklilikle göstermek için evlilik belgesi imzalamaya mecbur bırakıldı?’
Daha sonra, bu raporun amacının hayatlarını feda edenlerin ve şehitlerin tam ve detaylı listesine bir katkı sunmak ve barbarlığın yoğunluğunu ve sefaletin derecesini göstermek olduğunu ifade eder. Bu çerçevede, hitap ettiği kitle, Avrupa’daki büyük halklar ve din kardeşleridir. Merhametlerini milletinin vaziyeti üzerine çekerek onların korumasını isteyecektir.
Khaçadur, yaşananları şöyle özetler: ‘Silahsız ve itaatkar zavallı halk, zalimce katledildi; şehirlerle tarlalar harap edildi ve katil ellerin tutuşturdukları ateşler çoğu kez yangına döndü. Din adamlarının başları kesildi ve canlı canlı derileri yüzüldü, her yaştan ve her kesimden insanlar öldürülmeden önce her tür işkenceye maruz kaldılar, cellatların kılıcından kurtulabilenler, mağaralara ve dağların zirvelerine sığındılar veya binbir tehlikeden kurtularak yabancı ülkelere göç ettiler. Kadınlar ve kızlar kirletildiler, birçok oğlan yetim kaldı.’
Van’ın Ermeni nüfusu
Khaçadur, raporda Van’ın diğer kazalarına da yer verirken, Van’ın bu tablodaki 7 kazası için hane sayısı üzerinden tüm köylerine varıncaya kadar detaylı bir nüfus istatistiği sunar. Bu hane sayılarının yanı sıra, köylerin birçoğu için Aralık 1895 itibariyle haber aldıkları ölü sayısına da yer verir. Buna göre, Van’ın bu kazalarında yaşanan katliamlarda yaklaşık 1360 Ermeni öldürülür.
Bunlara ek olarak, Avrupa’ya yönelik yazılan bu raporda, Khaçadur’un sayıları abartma eğiliminde olması beklenebilir. Fakat bu sayfadaki tablo ortaya koyuyor ki, Raymond Kevorkian ve Paul Paboudjian’ın aktardığı çok daha sağlıklı verilerle kıyaslandığında, Khaçadur’un verdiği sayıların daha az olması, katolikosun böyle bir amaç gütmediğini gösterir. Aynı şekilde, resmi tarihyazımının sıklıkla başvurduğu Van ve Bitlis Rus Konsolosu General Mayewski’nin sunduğu istatistiklerle arasında uçurum olmaması da Khaçadur’un sayıyı fazla gösterme kaygısının olmadığı ortaya koyar.
Farklı Kaynaklardan 1895 Yılına Ait Van Kazalarındaki Ermeni Nüfusu İstatistikleri

Khaçadur (1895)
Mayewski (1912-13)
Eprikian (1907)
Kevorkian ve Paboudjian
(1992)
A-TO (1912)
Isbargerd (28)
577
412*
455**
370***
533
Yukarı Gargar (10)
248
-
224
263
288
Aşağı Gargar (10)
164
-
166
177
182
Vostan/Rışdunyats (12)
467
135****
-
642
467
Pesantaşd (7)
181
133
-
130
139
Hayots Tzor (25)
859
864
-
1436
1161
Garcıgan (27)
847
-
-
840
746*****
TOPLAM
3343
1544
845
3858
3516
* 3 köy eksik  ** 6 köy eksik   *** 2 köy eksik **** 10 köy eksik ***** 5 köy eksik

Saldırılar ve ihtidalar
1895-96 Katliamları sırasında, bir yandan, kitlesel din değiştirmeler, merkezi hükümet tarafından hoş karşılanmazken, diğer yandan, yaşamak ve katliamlardan kurtulmak için İslam’ı kabul eden Ermenilerin sayısı çok yüksektir. Aynı çerçevede, Khaçadur da, ihtidanın Van’da da sıkça rastlandığını ortaya koyar. Raporda 58 Ermeni hanenin Müslümanlaştırıldığı okuruz. Bu sayısal veriye ek olarak, Mamerdank ve Şadakh kazalarında Ermeni nüfusun ciddi oranda Müslümanlaştığını da not düşer. Ayrıca Khaçadur, en az 35 Ermeni kadının zorla alıkonduğunu da tespit eder.
Bunların yanı sıra, din adamlarının hedef alınmasına ayrıca yer veriliyor raporda. Buna göre, Isgaberd civarındaki Surp Azdvadzadzin Manastırı’nın başrahibi Garabed ve Isgavarag’da bulunan manastırın başrahibi Hovhannes Müslümanlaştırılır ve bunu ispat etmek için 2 kadınla evlenmek zorunda bırakılırlar. Din adamları, işkence ve cinayetlerin de hedefindedir. Bu süreçte 10 rahip öldürülür. Bu din adamlarının bulunduğu kilise ve manastırlar da şiddetten nasibini alacaktır. 20 manastır talan edilirken, birçok kilise camiye çevrilir.
Şiddetin failleri
Khaçadur’un raporunda temas etmek istediğim son nokta ise faillerin kimlikleri. Birkaç kaza için verdiği isim listelerine bakıldığında, Van’daki katliamların birincil failleri açık bir biçimde aşiret reisleri ve onların emrindeki köylüler olarak ön plana çıkıyor. Bu isimlerin arasında, Emin Bey gibi Hamidiye Alayı komutanları varken, Hanutzorlu Şakir ve Teyfur Beyler gibi Hamidiye Alayları’na katılmaktan uzak durmuş reisler de bulunuyor. Khaçadur, Hizan ve Aşağı Gargar kazaları için Şeyh Celalettin ve ailesinin de adını verirken, bazı bölgelerde devlet görevlilerini de katliamlardan ve talandan sorumlu tutuyor. Bunlar, Rışdunyats için polis memurları Abdülhamid ve Abdülcafer, Pesantaşd içinse Kaymakam Zabit Bey’dir.
Katolikosluk yok oluyor
İstanbul Patrikhanesi için bir yük olarak, Ermeni devrimciler için ise eski düzen temsilcisi olarak görülen Ahtamar Katolikosluğu, bir anlamda şiddetin yarattığı fırsatla tarihin tozlu sayfalarına kaldırılır. 1895’ten sonra patrikhanenin de onayıyla hiçbir adaya berat verilmezken, katolikosluğun ve şiddet dalgasının yıkıma uğrattığı sosyal ağlarından geriye kalanlar, bu karara direnecek gücü ona sağlamayacaktır. Katolikosluğa son çiviyi ise, bu yıkımın üzerinden 10 yıl geçmeden, Van’da Ermenilerin toparlanması için çalışsa da, eski düzenin temsilcisi olarak görülen katolikos vekili Episkopos Arsen’in 1904 yılında Taşnakların Van’daki en önemli liderlerinden İşkhan tarafından hem de Ahtamar Adası’nda öldürülmesi çakacaktır.
Nihayetinde, 1895 şiddetini not ettiği raporun yanı sıra, Khaçadur’un bizzat kendisi ve katolikosluğu da tarihsel açıdan çok anlamlı. Onun hikayesi, katolikosluğun sonunun gelmesinin basitçe sadece şiddete bağlanamayacağını gösteriyor. Bu anlamda, hikaye ne ‘Kızıl Sultan Abdülhamid’in emri’ne ne de ‘Hamidiye Katliamları’ ezberine sığdırılamayacak kadar çetrefillidir.
Emre Can Dağlıoğlu
Bu yazı, Agos’un 18 Kasım 2016 tarihli sayısında yayımlanmıştır.  

* Bu yazı için gerekli araştırma, Gulbenkian Vakfı Ermeni Çalışmaları Bursu tarafından desteklenmiştir. Ayrıca üç kişinin yardımları olmasaydı, böyle bir çalışma ortaya çıkmayacaktı: Tamar Nalcı, Yektan Türkyılmaz ve George Aghjayan. Kendilerine büyük teşekkür borçluyum. Bu çalışmanın konusu olan rapor, indeksleme çalışmalarında yer aldığım Gergerian Arşivi’nde karşıma çıktı. Hocam Taner Akçam’a da bana bu arşivde çalışma ve belgeleri çalışmamda kullanma fırsatı verdiği için teşekkür ederim.

Murat Meriç: ‘Danslı devrim hadisesini biz daha yeni keşfettik’

$
0
0
Murat Meriç, Türkiye'de müzik tarihi denilince akla ilk gelen isimlerden. Uzun yıllardır çeşitli mecralarda Türkiye'nin yakın dönem tarihini müzik üzerinden okuyor. Bu mesele üzerine kalem oynatıyor, üniversitelerde sunumlar yapıyor. Geçtiğimiz aylarda Ağaçkakan Yayınları'ndan çıkan 100 Şarkıda Memleket Tarihikitabında Türkiye'nin siyasi, politik tarihini 100 şarkı üzerinden anlatan Meriç’le yeni kitabını, tarihyazımında şarkıların önemini ve son dönem dikkat çeken şarkıcı ve grupları konuştuk.
Murat Meriç ve Can Öktemer
- Klasik bir soruyla başlayalım isterseniz. Geçtiğimiz aylarda raflara düşen 100 Şarkılı Memleket Tarihi kitabının oluşum süreci nasıl başladı?
Geçtiğimiz yılın Kasım ayında başladık bu kitaba. Kitabın yayımcısı ve Ağaçkakan Yayınları'nın kurucusu arkadaşım Metin Solmaz -kendisi ilk kitabımın önsözünü yazan ve müzik üzerine yazmamı teşvik eden kişidir- onunla Ağaçkakan Yayınları'nın başladığı 100 serisi üzerine neler yapabileceğimizi konuşurken ona anlatabilirim dedim. Metin Solmaz dabir şema çıkartmamı önerdi. Bir şema hazırlayıp gönderdim. Başta kısır bir şeydi ortaya çıkan. İlk gönderdiğim metinde 50 şarkı ve hikaye vardı, onun ötesine geçememiştim. Hatta Metin'e zorda kalırsak seçim şarkılarını ekleriz, 100'e tamamlarız dedim. “Tamam o zaman başla” dedi ve geçen sene bu dönemlerde başladım kitaba. Bu süre zarfında araştırma ve yazımı sürdü. Zaten elimde olan bir kısım yazılmış metinler vardı işte Express,BirGün ve başka yerlere yazdığım. Onları da bu kitabın içerisinde kullandım. Mart gibi de bitirdim kitabı.Görselleri ve şarkı bulunması filan derken 30 Nisan'da satışa çıktı ilginç bir şekilde de 1 Mayıs'a denk geldi.
- Şarkılar kitap üzerinden okunabiliyor ve dinlenebiliyor değil mi?
Şarkıların altındaki karekoda tıklandığında Youtube'da şarkılar açılıyor. Ara ara linklerde bozukluklar oluyor. Yenisiyle değiştirmek için uğraşıyoruz.
- Geçen sefer konuştuğumuzda hazırlamakta olduğunuz bir kitaptan bahsetmiştiniz. Şarkılı Memleket Tarihi isimli. Onun son durumu nedir?
Bu o değil, o zaman başka bir planım vardı. O kitap daha çok kronolojik sırayla akan, şarkılardan ve şarkıcılardan bağımsız olarak bir akış izleyecek. Eskiden okullarda bir ünite kitabı vardı bir de yardımcı ders kitabı vardı. Ünite kitabında anlatılan örnekleri yardımcı ders kitabına konurdu. Bu kitap biraz öyle. Bu arada yardımcı ders kitabı diyince yanlış anlaşılmasın ama bu onu tamamlayan bir kitap oldu.Çünkü ben onu yazarken, en büyük sıkıntı; benim anlatmak istediğim bambaşka bir hikaye olmasıydı. Orada şarkılar yüzünden ilerleyemedik. Sürekli şarkı olduğu için bir türlü hikaye ilerleyemiyordu. O kitapla şarkılardan kurtardım kitabı. Dolayısıyla bir yerden akacak, yazılıyor. Ne zaman biter bilmiyorum, biraz yılan hikayesine döndü.

- Geçtiğimiz yıllarda çıkarmış olduğunuz Pop Dedik kitabının devamı gibi mi olacak?
 Onu tamamlayan bir şey olacak, elbette aynısı olmayacak PopDedik'in. İki kitap varken, üçüncü kitabın da aynı mevzulara yakın bir kitap olması biraz dertli olabiliyor. Yani ne zaman, nasıl, ne yapabiliriz, farklı ne anlatabilirim diye sorular geliyor aklıma, oradan ilerliyor şimdilik. Birçoğu yazıldı, planı var, plan dahilinde ilerliyor.
- Peki, dönemselliği nasıl olacak onun?
1900'lerin başından bugüne kadar gelecek. Seslerin kayıt altına alınması ve yaygınlaştırılması sürecinden başlıyor diyelim. Kendime müzik tarihçisi diyorum ya da insanlar öyle diyor ama müzisyen değilim. Müzik, nota bilmem. Dolayısıyla kayıtların sözleri ve anlattıkları üzerinden gidiyorum. Olay, biraz da elimizde bir şeylerin olmasını gerektiriyor.Örneğin,marşların, kantoların bir kısmının notaları var sadece ya da sözleri var. Kantoların bir kısmı basılmış ama çoğu kaydedilmemiş.
- Bu kitapta Türkiye'deki müzik tarihini bir anlamda dönemselleştiriyorsunuz. Bunun kararını nasıl verdiniz?
Bu benim kendi kafama göre vermiş oldum karar oldu. Bunu da çok tartıştık nasıl yapacağımıza dair. Tarihi bir sıralama ile mi gitsek yoksa başka türlü mü yapsak diye. Lakin düşündük şayet tarihi bir kronolojik sırayla gidersek; şöyle örneklerle karşılaşır oluyorduk. Deniz Gezmiş asılıyor ardından Boğaz Köprüsü açılıyor. Böyle kötü olaylar, iyi olaylar art arda sıralanıyor. Bir bakıyorsunuz araya Şemsi Yastıman'ın Uzaylılar Hoşgeldinizşarkısı giriyor. Çünkü ABD Ay'a ayak basıyor ya da ilerliyorsunuz pat diye Fenerbahçe'nin şampiyonluğu için yapılmış bir plakla karşılaşıyorsunuz. Bunu tercih etmedim ve kendi içinde bir bütünlük olsun diye bazı bölüm başlıkları belirledim. Tabii bu başlıkları kendi başıma belirlemedim. Editörüm ve yayıncım Metin'le konuşarak yaptık. Biraz daha kolay okunsun diye de böyle bir işe giriştik ama okunmayı zorlayan bir tarafının da olduğunu söyleyenler var ki haklılar bence. Karışıyor bazı noktalarda.

- Ağıtlar kısmında belki bir karışıklık olabilir.
Ağıtlar kısmında işte tam ağıtlar kısmı değil. O kısım Türkiye'de olup biten üzerine. O ağıtların olduğu kısımda Boğaz Şarkısıda var. Aslında 1970'ler Türkiyesi sıkıntılı bir dönem. Sıkıntılı dönemde olan olaylar üzerine ağıtlar yazılmış. O yüzden biraz ağırlıklı ağıtlar bölümü oldu. Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Sivas olayları gibi acı olayları da ekleyince yakın dönem Türkiye tarihinin ne kadar acılarla dolu olduğu görülüyor bir kez daha.
- Bildiğiniz üzere tarihyazımından artık sadece belgelerden değil sinema ve edebiyat gibi alanlardan da faydalanılıyor. Tarih yazımında öğreniminde müzikten, şarkı sözlerinden faydalanılabilir mi?
Tabii mutlaka. Akademik bile olabilir. Aslında birilerinin şarkılar üzerinden akademik araştırmalar yapması gerekiyor. Ben başladım ama benimkiler çok akademik düzeyde değil. Akademik dilden de anlamam. Sinema, edebiyat, resim ve tiyatro üzerinden böyle bir tarih anlatısı kurmak mümkün. Dolayısıyla müzik üzerinden de kurmak mümkün. Baştan beri benim yapmaya çalıştığım şey tam da bu. Müzik üzerinden Türkiye tarihini okumaya çalışıyorum. Ne derece başarılı oldum bilmiyorum ama ortaya bu işin taklitleri çıktığına göre, demek ki doğru bir işe başlamışım. Bu arada çıksın tabii ki insanlar yapsın. Benim tekelimden olan bir şey değil. Neticede bunu bulan da ben değilim. Mehmet Alkan, İstanbul Üniversitesi'nde bunu derslerine taşımıştı zaten. O zaman ben başka türlü yazılar yazıyordum ama işte Kıbrıs şarkılarını anlatan yazılar da yazmıştım. Mehmet Alkan derste plakla şarkı dinleterek anlatıyordu tarihi, bence o çok iyi bir yöntem. İnsanların aklında da kalıyor bu yöntemle.
- Bu şarkılar aslında tarihi de not düşmüşler bir anlamda.
Kesinlikle, asıl olayımız o.
- Haberden ziyade, o tarih için yazılmış şarkılar olduğu için faydalanabilmek, bir tarih okuması yapmak lazım belki de.
Seçimler için yazılmış şarkılardan hareket edip sahiden bir seçim tarihi çıkartabiliyorsun. Çünkü o şarkılarda vaatler var. Artık bu tür içeriklere sahip seçim şarkıları yok, bugünlerde lideri öven, onu ön plana çıkartan şarkılara rastlıyoruz. 1960'ların sonunda itibaren 1972 aslında şarkılı seçim dönemi 1965'te var ama o çok parlak değil tek şarkı olduğu için. 1970 ve 1980'ler boyunca yapılmış seçim şarkılarında vaatlere rastlıyoruz.
- Ben ANAP'ın seçim şarkısını hatırlıyorum en çok o aklımda kalmış. İsmi de “Hadi Bakalım.”
“Hadi bakalım, sandıklara, 2000'li yıllara, 20 Eylül Pazar günü bütün oylar ANAP'a” diye devam ediyordu. Bir de Hasretim vardı, “Oy Mesut, denizleri aş da gel kurbanının olam” Deniz Baykal'a süper göndermedir. Bence Türkiye'de yapılmış en iyi seçim şarkısı olabilir.

- Bir de Moğolların Bir Şey Yapmalı parçası çok sık kullanıldı birçok farklı parti tarafından.
Tabii onu kendine yakın hisseden her parti kullandı. Bir seçim şarkısı varsa o “bir şey yapmalıdır.”
- Cumhuriyet’in kendisi bir kültürel inşa aslında, bunun üzerine şekilleniyor yeni rejim. Kitabın ilk kısmında da bahsediyorsunuz aslında.Cumhuriyet'i kuranlara, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu anlamda nasıl bir müzik politikasına sahipler?
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde müziği bir propaganda amacı olarak kullanıyorlar. Marşlar bunun için çok önemli. Yapılan bütün yenilikler, inkılaplar müzikle duyuruluyor. O dönem yapılan her şey için marş yazdırılmış. Bir kısım türküler devreye sokulmuş ya da şarkılar da bunlar geçmiş. Özellikle 1920'ler,1930'larda, yanikayıt teknolojisinin yaygın olmadığı yıllarda,olayı şarkılarla anlatmak gibi bir yol seçilmiş ama ben aslında ondan ilham alarak bundan ilerledim. Cumhuriyet'in kökeninde şarkılarla propaganda var. Bir de Atatürk hem müziksever bir insan olduğu için hem elinde Osman Zeki Üngör gibi bir besteci olduğun için böyle bir şey yapılmış. Zeki Üngör, hem İstiklal Marşı'nın bestecisi hem de Harfler Marşı olmak üzere birçok marşın. Onun dışında Orhan Veli'nin babası olan Mehmet Veli gibi birçok kişi marşlar yazıyor. Yerli malı, harfler, yurtta gezi, çiftçi, sanayii gibi her şey üzerine bir beste yapılmış. O dönem bütün inkılaplar için marşlar yazılmış.Kitapta da anlatıyorum 1950'li yıllarda Marshall yardımını ön plana çıkartmak için Zeytinyağlı yiyemem amandiye bir türkü yapıyorlar. Marshall yardımıyla gelen mısır yağının propagandasını yapmak için yapıyorlar esasında. Zeytinyağı tüketmeyin siz mısır yağı tüketin anlayışı aslında. Mısır yağı da öyle giriyor hayatımıza onu da işte bir türkü fişekliyor.Öyle diyorlar, öyle anlatıyorlar. Hikayesi bambaşka da olabilir ama bu hikaye çok yanlışmış gibi gelmiyor bana.
- Bir de o dönem belirli saatlerde radyo yayını var ve o yayınlar da denetim altında.
Aslında bandolar sağa sola gidip o parçaları çalıp öğretiyorlar insanlara. Radyo yayını da çok etkili değil. Radyo cihazı alıcı var insanların ama kayıt teknolojisi çok ileride olmadığı için canlı olarak çalınıyor bu parçalar. Yani ne denli işe yaradı, onu bilmiyorum. O marşlar sayesinde insanlar bir şeyler öğrendi mi? İnsanlara bir şeyler kattı mı? Hiçbir fikrim yok. O dönemde kayıtları olmayan ama sözleri olan bir sürü marşa rastlıyoruz.
- Bir de o dönem Mısır filmleri furyası var.
Mısır filmlerine yönelme hikayesi aslında bambaşka bir hikaye. Alaturkanın radyodan yasaklanmasının bir sonucu. Alaturka radyodan yasaklanınca insanlar kendilerine yakın gelen ezgilere yönelmeye başlıyorlar. Mısır radyolarını dinlemeye başlıyorlar. Mısır radyolarını dinmeye başlayınca o şarkılar bir anda ortalığı sarıyor. Şarkılar ortalığı sarınca bir anda Mısır filmleri getiriyorlar iş yapsın diye, sonra onlar da baya iş yapıyor. Hatta sonra devlet buna el koyuyor. Mısır filmlerindeki şarkıların Türkçe olmasını zorunlu kılıyor. Bunun için başta sözler yazılıyor sonradan. Münir Nurettin Selçuk ve Saadettin Kaynak gibi müzisyenler devreye girip bu parçalara şarkılar besteliyor. Böyle enteresan bir dönem. Mısır filmleri furyası çok acayip gerçekten, o dönemin ayrıca incelenmesi lazım.
- Kitapta en çok dikkat çeken bölümlerden biri de ağıtlar. Sizce bu şarkılar, ağıtlar bizim geçmişle yüzleşmemize sebep olabilir mi? Daha da önemlisi müzikle iyileşebilir miyiz?
Mutlaka, ağıtlar direkt onunla alakalı zaten. Ağıtlar sadece yas dönemini kayıt altına almıyor aynı zamanda o dönemin geçmesi için de bir çaba aslında. İnsanın içini döktüğü bir şey ağıt. Ağıtların özelliği de o zaten.Bir dönem BirGün'de yazmıştım sanırım, ağıtlar nasıl oldu, nasıl çıktı nasıl ilerledi üzerine. Yaşar Kemal'in Ağıtlar kitabından yola çıkıp yazmıştım. Çünkü ağıt denilen tür doğrudan içindeki acıyı dökme çabasıdır. Yas dönemini iyileştirir mi, bilmiyorum ama tamamlayan bir şey. Tüm dünyada ağıt denilen bir tür var.Muhtemelen müziğin icadından beri ilk noktalar duyulduğu günden bu yana ağıtlar hep revaçta. Ben yazarak anlatıyorum, birileri de müzikle anlatıyor.
- Üst üste çok fazla üzücü olayla karşılaştık. Peki, bugün yaşadığımız şeyleri müziğe dökebiliyor muyuz?
Aslında yapılıyor, evet. Eskisi gibi değil ama eskiden refleks biraz daha hızlıymış. Şimdi yavaşladı ama bu yavaşlığın sebebi bu şarkıların olmamasından değil, iktidarın bu şarkılara bakışından. İktidar doğrudan müdahale ediyor bu şarkılara.12 Eylül döneminden bile bu kadarı yoktu. Tamam Kenan Evren ile ilgili bir şarkı yapılmadı ama hemen arkasından gelen Özal'la ilgili bir dolu şarkı yapıldı. Sonra Demirel için, Ecevit için söylenmiş birçok şarkı var. Ecevit için yapılan şarkılar genelde onu öven parçalar, fakat birçoğu da Demirel'i, Erbakan'ı yeren parçalar. İçlerinden hiç kimse çıkıp da yasaklamıyor filan. Yakındönemde pek görmediğimiz bir durum bu.Eleştiriye pek tahammülü olmayan bir iktidar var karşımızda.
- Kitaptan da gördüğümüz kadarıyla siyasetçilere “kel”, “tombul” gibi şarkılar yapılmış.
Fiziksel özelliklerine varana kadar her şey var o şarkıların içerisinde. Keller Başbakan Olamaz diye şarkı var bu ülkede. Bugün böyle bir şey yapsanız başınıza neler gelmez. Bu kelimeyi kullanmayı hiç sevmiyorum ama sıklıkla kullanıyorum eskiden şarkılarda ve her şeyde hoşgörü varmış. Bu günlerianlatan şarkılar bir şekilde yapılacak elbet.
Kaan Tangöze
- Politik şarkı mevzusunda Kaan Tangöze'yi nasıl buluyorsunuz? Tek gitarlar böyle Woodie Guthrievari bir şeyler yaptı o da son zamanlarda.
Bence şahane bir iş yapıyor. O yoldan ilerliyor olması çok şahane. Kaan'ın şarkı sözü yazarlığını ve Duman'la yaptığı işleri çok seviyorum. Böyle bir ortamda tek gitarlar, boyuna mızıkasını alıp gündeme dair şarkılar söylemesi çok büyük iş bence. Cesur, çünkü zaten kocaman bir kitlesi var. Aslında çok kolay bir şekilde gündemden bahsetmeden kitlesine seslenebilir. Kendi kitlesini kaybetmek uğruna üçüncü albümlerinde Özgürlüğün Ülkesi ile çıkageldi. Manası Yok ve Dönek'i de ekleyebiliriz bu listeye. Neticede bütün şarkılarda politik göndermeler var. Fakat bu kez direkt söylemeyi tercih etti. Gezi'nin yıldönümünde “Taksim Meydanı” isimli parçayı yayınladı. Eyvallah'ı koyması da çok şık hareketti. Hem Gezi'nin fitilini ateşledi hem de bir sürü şarkının ortaya çıkmasına sebep oldu. Son dönemde hiç böyle politik şarkı yok denirken, bir anda Gezi direnişi sırasında bir sürü şarkı ortalığı sardı. Bu iyi bir şey oldu, çünkü bir sürü eleştirel parça yapılmaya başlandı. İnsanlar yeniden şarkıların gücünü keşfetti. Bu önemli bir şey, çünkü bu da unutturulmuştu. 1980'lerde, 90'lardaki üniversite eylemlerinde, 96'daki meşhur eylemde asıl ateşleyici unsur şarkılarda. Yeni Türkü'nün Fırtına'sıyla, Moğolların Bir Şey Yapmalı parçalarıyla yürüyorduk. Bulutsuzluk Özlemi daha sonra YÖK'ün yıldönümünde o parçayı yaptı, keza Acil Demokrasi her zaman dilimizdeydi.Bunlar alanda insanların toplanmasını sağlayan şarkılara dönüştü. Ses yükseltme hali, bir olma hali, beraber olma halini sağlıyordu o şarkılar. 1970'li yıllarda şarkılar çok önemliydi, başta Aşık Mahzuni Şerif'in şarkıları insanları alanlara çağırırdı, alanlarda o şarkılar söylenirdi. Mitinglerde kısmenbeynelmilel marşlar söylenirdi, Çav Bella, Avusturya İşçi Marşı gibi şarkıların Türkçe versiyonları o dönem alanlarda söylenen şarkılardır. 1 Mayıs İşçi Marşı alanlarda söylenecek parça olmadığı için Serdar Özhan tarafındanbesteleniyor. Kimi şarkılar da ilginç bir şekilde marş haline geldi Fırtına'nın alanlarda, öğrenci eylemlerinde kullanılacağını Yeni Türkü büyük ihtimal tahmin etmiyordu. Üstelik yıllar sonra patlıyor şarkı, albüm 1988 yılında çıkıyor 96'da öğrencilerin alanlarda söylediği parça haline geliyor. Bir Şey Yapmalı da alanlarda söylensin diye değil, hep beraber konserlerde söylensin diye yazılmış. Fakat şarkı bağımsızlığını ilan ediyor ve halk tarafından sahipleniyor. Biz bu durumu unutmuştuk Gezi bize bu durumu hatırlattı işte. 2000'li yıllarda eylemler de küçülmeye başlanınca şarkıların gücünün farkına varamadılar. Sizin kuşak şarkıların bu kadar güçlü olabileceğini Gezi'de öğrendi bence. Şarkılarla müziğin anlatılabileceğini Gezi'de öğrendi bir kuşak daha doğrusu apolitik olarak yaftalanan kuşak diyeyim.

- Bu biraz eski şarkıların, marşların daha asık suratlı ve ciddi olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Bu yeni parçalar daha eğlenceli, daha coşkulu sanki.
Elbette. Mesela Bandista bu anlamda çok önemli. Bandista şarkıları alanlara taşıyan grup oldu. Bunu da hem konserler de hem de alanlarda eğlendirerek yaptılar. Bütün Bandista şarkıları çok eğlenceli parçalar ağıtlar dahil. Bu yeni bir duruma sebep oldu; yakın zamanda tutuklanan akademisyenler için Boğaziçi’nden Bak Bir Varmış Bir Yokmuşşarkılı destek geldi. Bu şahane bir şey bence.
- Bir de bu tip eğlenceli, ironik şarkılar direk insanlara temas ediyor. Sloganvari oldu mu insanlar kaçıyor sanki?
Artık slogandan uzaklaştık, tabii Gezi'de de bunu gördük, Gezi'de slogan yok muydu? Elbette vardı,“Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” tarzı sloganlar atıldı. Eski marşlardan uzaklaştık ve daha farklı bir yöne ilerledik, çünkü derdimizi anlatabilmek için çok farklı yöntemlerimiz var bunlardan biri mizah. 1970'lerde Şanar Yurdatapan vardı bir tek şarkılarından mizah kullanan. Onun dışında şarkılarında mizah kullanan pek kimse yoktu.Dolayısıyla hep asık suratlı oldu marşlar. Bu yüzden Fırtına ve Bir Şey Yapmalı biraz daha güler yüzlü ve hareketli parçalardı. İnsanları dans ettiren, eğlendiren ve zıplatan enerjik parçalardı. Danslı devrim hadisesini biz daha yeni keşfettik. Aslında en başından itibaren yapmamız gereken buydu.
- Ya da rock formatında söyleyip daha enerjik bir şekildeisyanı dışa vurmak.
Duman, Redd, Mor ve Ötesi gibi gruplar işte memleket ahvali üzerine şarkılar yapıyorlar. Dolayısıyla bu heyecanlı bir şey bir taraftan.
- Gezi zamanı daha eğlenceli şarkılar, gruplar ön plana çıktık dedik ama Gezi'den kısa bir süre sonra uzun isimli, melankolik parçaları olan bir sürü grup ortaya çıktı. Bu biraz 80 sonrası edebiyatta görünen “lirik, içe çekilme” durumu olabilir mi?
Bu durum biraz baskı rejimin getirdiği bir şey. İnsanlar alternatif arıyorlar, dertlerini doğrudan alanlara çıkıp anlatmak yerine daha farklı bir şekilde anlatmaya çalışıyorlar. Bunu doğrudan da anlatamadıkları için birtakım sembollere yöneliyorlar. Bu grupların birçoğu da apolitik gruplar aslında. Büyük Ev Ablukada ve Yüzyüzeyken Konuşuruz için demiyorum ama tuhaf ve uzun isimli grupların çoğu aslında bireysel dertlere yöneliyorlar. Bu tip gruplara da ihtiyaç var aslında. Neticede bu da bir isyan. 1970'lerin sonunda arabeskin kenara itilmesinin sebebiydi. Aslında bireysel isyanı anlatıyordu. Bu isyanın toplumsal isyana dönüşmediği filan üzerine dolayısıyla insanları daha bir karamsarlığa itiyor. Kaderciliği filan öne çıkarıyor. Bugün bir kısım şarkılarda da bu durum var ama Kalben'in şarkıları gibi biraz daha kişisel isyan şarkılarına da rastlamak mümkün. Dolayısıyla bunlar da değerli hareketler ama hepsinin çıkış noktası baskı noktası. Çalacak yerimiz yok, yazacak yerimiz yok, film yapsak gösteremiyoruz, dolayısıyla bu mağlubiyet hissini bir şekilde üzerimizden atmamız gerekiyor. Eskiden en azından kendi adıma değişik bir mekanda 45'liklerimi döndürürken şimdi çalacak yer bulamıyorum. Bunun 45'liklerin modasının geçmesi ya dabenim eskimiş olmamla bir alakası yok bu herkes için böyle. Birçok müzik grubu için de bu durum böyle. Eskiden her hafta konser veren gruplar artık iki hafta da bir konser vermeye başladılar. Mekan sayısı ciddi anlamda azaldı. Beyoğlu öldü, Beyoğlu'nun bütün barları Kadıköy'e geldi. Lakin bu durum nereye kadar gidecek bir süre sonra bu da bitecek.
- Ankara'da da benzer bir görüntü var.
Voodoo'dan, İF'e birçok mekan var ama bunlar ne kadar iş yapıyor bilmiyorum. Çok parlak olmadığı da aşikar bence.
- Bu anlamda mekansal olarak bir gerileme var sanırım.
Geçmişe baktığımızda 1960'lar Türkiye'de mekan cenneti. Türkiye'de müzik esas olarak mekanlarda yapılıyor. Kayıt ve plak teknolojisi o kadar gelişmediği için dolayısıyla insanlar ya radyodan ya da mekandanseslerini duyurabilecekler. İnsanlar da doğal olarak müzik dinlemek istediklerinde mekanlara gelecekler. 60'lar herkesin her yerde çaldığı dönem esasında. Moğollar'danHaramiler'e o dönemin tanıklarını dinlediğinizde her biri bir başka mekanda çalıyordu, hatta bazı geceler tek gecede iki farklı mekanda çalıyordu.Bir gece Lunapark Gazinosu’nun Zeki Müren'li açılışını yapıyor birgrup arkasından gidiyor, Whisky Agago'da çalıyor, geceyi sabaha karşı Çatı'da sona erdiriyor mesela. Aynı gece üç farklı mekandaçalmışlıkları var, uzun bir süre böyle devam ediyor bu durum. Şimdi bunu yapmak hiç mümkün değil. O dönemde o mekanların konseptlerinin de müşteri kitlesinin de aynı olması sayesinde hepsinde çıkabiliyorlarmış. Bugün, aynı gün hem Kızılay'daki bir mekanda hem Tunus Caddesi’ndeki bir mekanda çıkamazsınız. En başta mekanlar buna itiraz eder müşterileri farklı olsa da. Hatta aynı günü bırakalım, aynı ay bile başka bir yerde çıkamazsın. Mesela bir ay Nefes'te çıkıyorsan, aynı ay IF'te çıkamazsın. Böyle bir hale döndüolay. Bu isimleri tabii aklıma ilk geldiği için söyledim. Etikten de öte oldukça farklı bir durum var ortada.

- Bir de sadece canlı müzik değil, aynı zamanda güzel müzik çalan mekan sayısı da oldukça azaldı. Ankara simitçiler ile hamburgerciler arasına sıkışmış durumda.
Kadıköy'de öyle her yer dilim pizzacı ve hamburgercilerle çevrilmiş durumda. Her yer ona dönüyor aslında. Kadıköy'de mesela, Moda'dan Yeldeğirmeni’ne Selimiye'ye kadar her tarafta yeni nesil kahveci açıldı. Benim oturduğum yer İstanbul'un en sakin yerlerinden birisidir, böyle bir yerde kahveciler çoğalıyorsa durum vahim demektir. Çanakkale'de bile buna rastlıyorum.
- Alkollü mekanları kamusal alandan uzaklaştırmak gibi bir şey olarak da okunabilir sanki bu kentsel ve mekansal dönüşümler.
İktidar alkollü mekanları kapatmak için uğraşıyor, onlara ceza veriyor, belirli bir saatten sonra içki satışını yasaklıyor. Bu eskiden böyle değildi. Benim çocukluğumda Çanakkale'de çay bahçelerinde alkol vardı. 1980'den sonra alkol yasaklandı. Akçay Kordon'da, Ankara Mamak'ta çay bahçesinde bira içebiliyordunuz. Çünkü bira bir içecekti. Kola gibi, çay gibiydi. Aynı masada çay, bira, gazozun olması yadırganmazdı. İşte çay bahçelerinden kaldırdılar, lokantalardan kaldırdılar, Gar Lokantası'ndan içki kaldırıldı. Alkollü bir mekandan rahatsız oluyorsan oraya gitmezsin. Başkalarının alkol almasına karışamazsın. Gar Lokantası,bir yandan insanların rakı içtiği, diğer yandan insanların tren beklediği şahane bir yerdi. İstanbul'da, Ankara'da öyle yerler vardı. Kimse kimseyi rahatsız etmezdi. Şimdi alkol tüketmeyen insanlar alkollü mekanlarda rahatsız olmaya başladılar. Kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz demiş olmalarına rağmen müdahale ediyorlar aslında.
- Dolayısıyla müzikli mekanlarda çok sıkıntı çekecek bu durumdan.
Tabii ki. Müzikli mekanlarda alkolsüz hala gelmeye başladı. Alkolsüz mekanlar açılsın tabii ki. Eskiden Halk Eğitim Merkezleri vardı Yenimahalle'de veya Ulus'taki Altındağ Belediyesi’nin salonu kapılarını herkese açan yerlerdi. Elbette Melih Gökçek gelmeden önceki Ankara'dan bahsediyorum. ANAP'ın Ulus'taki Atatürk Heykeli’nin olduğu çarşıda kocaman bir kültür merkezi vardı. Şimdi Belediye Meclisi’nin toplantı salonu oldu orası maalesef. Gençlik Parkı'nın içinde harika bir amfi tiyatro vardı, ben orada Ahmet Kaya ve Timur Selçuk'u izledim. Aynı zamanda ilahi konseri de veriliyordu. Altındağ Belediye'si her zaman muhafazakar partilerin elinde oldu ama işte Anastasia grubunu biz orada izledik. Yağmur'dan Önce filmi vizyona girdi işte filmin müziklerini yapan grup orada sahneye çıktı.
- Hipodrom konserleri vardı JoanBaez'li.
Evet, CHP'li belediyeler hep yapıyordu. Şimdi belediyeler kültür sanatla pek uğraşmıyorlar. AKP öncesi İstanbul Refah Partisi'nin elindeyken şahane işler yapıyordu,sahiden yapıyordu. O zaman sağ sol ayrımı da yoktu ama şimdi bendensin-ondansın ayrımı yapıyorlar. Dolayısıyla bir kısım insanları para vaadiyle kandırıp kendi saflarına çekiyorlar ve konser verdiriyorlar.Burada da hep aynı insanları görüyoruz.
- Üst üste yaşadığımız acı verici terör saldırıları sonrasında bir çok dünyaca ünlü müzisyen de artık buralara gelmeyecek gibi gözüküyor. En son Joan Baez ve Morrisey konserlerini iptal etmişti. Eskiden Metallica, Gun's and Roses geliyordu, insanlar onlardan ilham alıyordu. Şimdi böyle bir etkileşime girememe tehlikesi de var.
Neden gelsin ki? JoanBaez hayal kırıklığı yarattı ama bende.Her yerde çıktı burada çıkmadı. Metallica'nın, Guns and Roses'ın, Roger Waters'ın, Eric Clapton'ın konser verdiği ülke doğru bir ülkedir diye geliyordu bir sürü sanatçı, şimdi gelemiyorlar. Türkiye'de bir sürü iş iptal oldu. Çünkü bir yerde bir şey oluyor, hemen müzik susuyor. Ben buna da karşıyım, en başında da konuştuk. Müziği öyle kullanırsın ki, oraya toplanan insanlar olayın farkına varır ve ondan sonra bambaşka bir şeye dönüşür. Orada birlik ve bütünlük sağlamak için de müzik kullanılabilir. Elbette insanlar hayatlarını kaybettiği zaman, müzik yapabilmek güç oluyor. Ben de kendi işimi iptal etmiştim mesela, o gün çalamazdım. O benimle alakalı bir şey. Ben o gün bambaşka bir şey yapabilirdim. O gün beni dinlemeye gelen insanların başka bir amaç için geleceklerini bildiğim için iptal ettim. Fakat bir müzisyen konser zamanı bambaşka bir şekilde verebilir konserini. Suruç'tan birkaç gün sonra Kardeş Türküler konserine gitmiştim. Biliyorum, çok tartıştılar konsere çıkıp çıkmamayı. Etmediler, bembeyaz giysilerle ölenlerin sayısı kadar kırmızı karanfil bıraktılar ve biraz daha yavaşlatılmış bir konser verdiler. Bence bu iyi bir şey. Konser iptal edilince eve kapanıyorsun. Zaten sokağa çıkamaz durumdasın, en azından konser bahanesiyle evden dışarı çıkıyorsun. Konserler en azından birlikteliği de sağlayan şeyler. Müzik birleştirici bir güç. Sadece eğlencelik bir şeymiş hissiyatına girmemek gerekiyor. Aslında benim kitapta yapmaya çalıştığım şey biraz da bu. En başından beri yazılarımda göstermek istediğim de bu.
- Buradan plak mevzusuna geçelim istersiniz. Son dönemde plaklara çok yoğun bir ilgi söz konusu. Siz bunu neye bağlarsınız?
Maalesef. Bu soruyu her sorana aynı cevabı veriyorum.
- Sanki Issız Adam'ın etkisi çok fazla.
Sanırım ondan da önce başladı.Issız Adam'dan sonra da var ama nasıl olduysa bir anda ortalığı plaklar sardı.

- Ortaçgil'in bile eski albümleri plak olarak basılmaya başladı.
O da bu ilgiden sonra oluşmaya başladı.
- Burada sanki biraz objenin fetişleştirilmesi gibi bir şey var.
Aynen. Tümüyle bu oldu. Plak denilen nesne tümüyle fetişleştirilmiş bir nesne olarak hayatımızda. Ben bu yüzden yeni koleksiyonculara üçüncü nesil koleksiyoncular” diyorum. Bu tavra da karşıyım açıkçası. Bu plak bende olsun, herkese göstereyim, bununla övüneyim diyen insanlar plak toplamaya başladılar.
- Çoğunlukla evde de dinlemiyorlar garip bir şekilde. Evde toplandıkları vakit internet üzerinden müzik dinliyorlar.
Asla dinlemiyorlar, çünkü plaktan dinlerlerse plak eskiyecek. Geçenlerde bir yerlerde çalarken karşılaştım. Ben her zaman plak çalmayı tercih ediyorum. Her yere giderken bir dolu plakla gidiyorum. Koleksiyonumun en nadide parçalarını da yanımda taşıyabiliyorum. Ahmet Kaya'nın “Yorgun Demokrat” albümü en sevdiğim albümlerdendir. Koleksiyonumun da en değerli parçasıdır. Ben o plağa sahip olduğum için çok mutluyum. Onu çaldığım yerlere götürüyorum ve çalıyorum. Aynı şekilde Yeni Türkü'nün “Günebakan” albümü de çok değerlidir benim açımdan. Bulunur da bir albüm değil. Zor bulunur ve büyük paralara el değiştirir. Bunları çalmayı çok seviyorum. Geçenlerde biri geldi yanıma, “Nasıl bunları buraya getirebilirsin, nasıl bunları ortalığa çıkartabilirsin? Nasıl iğneyi o plağa değdirebilirsin?”diye söylendi. Bu lafı söyleyen için o plağı asla dinleyemeyeceksin saklayacaksın. Saklıyorlar, jelatinini bile açmıyorlar. Bu plağı dinlemeyeceksen neden alıyorsun? Satmak için mi alıyorsun? O da değil. Garip.
- Değişen teknolojiyle beraber müzik dinleme alışkanlığımızda büyük miktarda değişti. Eskiden bir albüm alırken esasında kişisel tarihimize not düşüyorduk. İşte albümü alırken olanları hatırlıyoruz. Müziği internetten ya da başka mecralardan dinlemeye başladıkça sanırım bu durum gitti. Plak ilgisi yeniden bu ilgiyi canlandırabilir mi?
En başından belleksiz bir toplum olmamız ayrı bir dert zaten. Albüm dinleme olayı ortadan kalktı.Plağa olan ilgi bu durumu geri getirmeyecek. Keşke geri getirse ama hiç sanmıyorum. Albüm dinleyen yine dinler ama.
- Dünyada bu durum böyle mi?
Dünyada albüm dinleniyor bence. iTunes, Spotify gibi mecralarda albüm dinleniyor. Şarkı alabiliyor olmakbir taraftan şahane bir şey, diğer taraftan çok sinir bozucu. Eskiden bir şarkıyı ön plana çıkartmak istiyorsan, onun 45'liğini çıkartıyordun. Şimdi başka bir şeye döndü olay. İstediğin şarkıyı seçip alıyorsun ve albüm denilen şey ortadan kalmış oluyor.İnsanlar da singleçıkartıyorlar filan haklı olarak.
- Albüm dediğimiz şey eskiden tematik bir bütünlüğü olan bir şeydi.
Turgut Berkes'in Karakutu'sunu düşünsene ya da Barış Manço'nun 2023'ünü ya da Redd'in 21'i. Hepsi tematik bir bütünlüğü ve hikayesi olan albümler. Eskiden albüm üzerine düşünürdük. Tamam longplayler ilk çıktığında o güne kadar çıkmış 45'liklerin toplandığı şeyler imiş. Sonrasında albüm denilen fikir ortaya çıkınca, bu durum başka bir şeye dönüştü. Albüm yapma her albümde farklı tema ve konu üzerinden gider.Redd mesela bunu çok iyi yapar, keza Bulutsuzluk Özlemi, Ezginin Günlüğü de. Albüm yapma fikri giderek kayboluyor, gidiyor. Muhtemelen plağın ilgi görmesi bu durumu fişekleşmeyecek.
Gaye Su Akyol
- Uzun tuhaf isimli gruplar haricinde bir Gaye Su Akyol, Elif Çağlar gibi şarkıcılarla da karşılaşır olduk. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence çok başarılı.Tabii Elif Çağlar'ı ayrı tutmak lazım, o biraz daha caz sularında takılıyor.JehanBarbur gibi, Ceylan Ertem gibi kendi şarkısını yazan, söyleyen, hatta başkalarının şarkılarını kendince yorumlayan insanlar da çıktı. Mesela onların yorumlarını da kimini beğenirim kimini beğenmem ama o şarkıları farklılaştırıp bozduğu için severim. Bunu bir dönem Mirkelam yapmıştı. Diğerlerinden kendini ayırmıştı ve çok özel bir noktadaydı, hala o noktada ilerliyor bence. Gaye Su Akyol, Ceylan Ertem ve JehanBarbur'u ayrı tutuyorum. Özellikle Gaye Su Akyol kendine has bambaşka bir yol tutturdu ve ilerliyor. Sahiden rakipsiz şu anda.Öyle bir noktada ki, alaturka desen alaturka değil ama alaturka; caz desen caz değil ama caz. Arabesk desen arabesk değil ama bir tarafında dibine kadar arabesk. Yani Gaye'yle kendi aramızda da çok konuştuk. Bu müziğe ne diyeceğiz? Nasıl tanımlayacağız? Çünkü Gaye'ye yurt dışından da soruyorlar nedir senin müziğin diye. Gaye buna bir cevap veremiyor, açıkçası ben de veremiyor. Bir taraftan cevap vermemiz degerekmiyor zaten.
- Büyük Ev Ablukada da benzer bir hattan ilerliyor. Onlar da sözü bozan, daha ironik, sokağın diliyle şiiri birbirine boca eden bir yerde duruyor.
Onları da çok beğeniyorum, seviyorum. Hoşuma gidiyor bu durum. Diğer taraftan da çok büyük kitlelere ulaşamadıkları için müziğin seyrini değiştirmeye muktedir değiller. Lakin yakın zamanda o da olacak, öyle gözüküyor. 1990'ların ortasında bu rock patlaması yaşandığında kimse Duman'ın, Mor ve Ötesi'nin bu kadar büyük bir iş yapacağını beklemiyordu. MFÖ'nün de 1980'lerdeki çıkışı da böyle, dolayısıyla onlar da böyle bir şeyi beklemiyordu. Buradan bir ana arter yaratıp ilerlemek mümkün, yavaş yavaş oluyor o da. Asıl güzellik daha önceTürkiye'de gidilmeyen yerlere gidiyorlar. Denizli, Samsun, Burdur, Gaziantep, Van, her yere gidip konserler veriyorlar. Bir dönem özellikle 1990'ların başında bu konserler başka bir olaydı. Özellikle yerel festival olduğu zaman gidilirdi. Belediye seni çağırırsa gidiyordun konser vermek için. Şimdi ise neticede artık mekanlar var ve insanlar gidiyorlar. Üniversitelerden ve belediyelerden kurtuldu müzik. O çocukların atlayıp oraya gidiyor olmaları da şahane bir şey.
- Dünyada şarkı sözü yazarlığı nereye gidiyor? Bir taraftan, bu ekolün son temsilcilerinden biri Leonard Cohen yakın zamanda hayatını kaybetti. Diğer taraftan, Nobel ilginç bir şekilde Bob Dylan'a gitti.
Bence şarkı sözü yazarlığı kaybolmuyor.Özellikle Türkiye'ye baktığımızda kendi şarkı sözlerini yazan bir grup var, az önce de bu isimleri tek tek saydık. Ben heyecanlanıyorum, bir sürü insan kendi sözünü söylemeye başladı. Bu da bir anlamda Gezi'nin getirdiği bir şey oldu.1990'larda artan pop şarkıları ve onların getirdiği basitleşme müziği başka bir yere soktu ve hep böyle gidecek sanıyordum. Mor ve Ötesi, Kumdan Kaleler ve Redd gibi grupların yükselişiyle birlikte insanlar şarkı sözü yazımını yeniden dikkat çektiler. Herkes kendi şarkısını tek gitarla çalıp söylüyor. Bunlar hayırlı şeyler. Şarkı sözü yazımı giderek yükseliyor.

- Aşık geleneğiyle bir akrabalık bağı da var sanki.
Bence bu durum aşık geleneğinin şimdiye yansıması oldu.Kaan'ın durduğu nokta 1970'lerde Aşık Mahzuni'nin durduğu nokta. Sadece değişti biraz. Benim hiç sevmediğim bir tanımlama vardır kent ozanı diye, bence Kaan kent ozanı filan değildir. Dolayısıyla o geleneğinden yeniden canlanması da güzel bir şey. Çünkü artık türkü de öldü, türküyü türkü gibi söyleyen de kalmadı. Tamam Kardeş Türküler, Aynur Doğan, Efkan Şeşen, Hüsnü Arkan, Jülide Özçelik nefis işler yapıyorama türküyü türkü gibi söyleyen yok. İşte bir Belkıs Akkale yok artık. Bir dönem Kamil Sönmez, Aşık İhsani filan vardı. Tabii Pir Sultan Abdal'dan gelen bir gelenek vardı ama bu ortadan kalkmıştı. Kimse eline sazını alıp şarkısını söylemeye çalışmıyor. Ahmet Kaya da bu işe böyle başladı, eline sazını alıp söylemeye başlamıştı.
- Bir de kent ozanı kavramı daha baskın çıktı sanırım zamanla. Cenk Taner, Teoman gibi müzisyenlerin varlığıyla.
Evet, onlar şarkı sözü yazımının hasını yapan insanlar. Dolayısıyla şarkı sözü yazma meselesinde, 90'lar dikkat çeken insanlar. Popta da Mirkelam işte ayrı bir yere koymamım sebebi kendi şarkılarını yazıp söylemesi.
- Mirkelam'daki ironik, absürt dil, Gaye Su Akyol'da da vardır. Hatta Mazhar Alanson'da da vardır.
Evet, kesinlikle. Kendi hatlarını yaratan ve rakibi olmayan sanatçılar bunlar. Levent Yüksel'i de çok severim ama bir sürü Levent Yüksel var. Levent Yüksel yorumcu olarak en iyisi. Hadi Tarkan diyelim, kendi sözlerini yazdığı için ama ondan da çok var. Görüntü de dahil olmak üzere.
- Buradan radyo üzerine bir şeyler konuşalım isterseniz. Radyo da dijitalleşti, internet radyosu oldu. Radyo dinliyor muyuz?
Bence dinliyoruz. İnternet radyosu denilen şeyler iyi şeyler. Dolayısıyla insanlar bilgisayarın başında sosyal medyadan gelen linkler doğrultusunda da olsa radyo dinliyorlar. Eskisi gibi radyo geleneği yok. Radyonun 60'lardaki gücü yok tabii. Eskiden Zeki Müren radyoya çıktığında ertesi gün ortalık karışabiliyor. Mirkelam'ın 90'lardaki tek gecelik şöhreti gibi. Erkin Koray radyoya çıktığında ortalık yıkılıyor. 1960'larda ve 70'lerde radyo çok önemli. 90'larda yine bir patlama yaşanıyor ama biraz yalancı patlama oluyor. 2000'lerde ise radyonun internete taşınmasıyla yeniden keşfediyoruz aslında.
- Müzik programları?
Müzik programı denilen tür ortadan kalktığı için böyle bir durum artık yok maalesef. Bir dönem İzzet Öz'ün Teleskopprogramı vardı, Sevda Özver'in Sizler İçin'i ya da Gecenin İçinden'i filan takip eden birinsan olarak şimdiki durumu hoş karşılamıyorum. Müzik programı yapan pek kalmadı. Açık Radyo var ama Rock FM de kapandı. Yapılacak bir şey yok sermaye. Radyoculuk arka arkaya şarkı çalma işine döndü.
- Siz de Açık Radyo'ya bir program yapıyorsunuz şarkılı memleket tarihi üzerine.
Benimki baya belgesel programı. Hafta için her gün sabah 7'de. Şarkılı Memleket Tarihi'nin programlaşmış hali. O gün müzik tarihinde ne olduysa ondan bahsediyorum. Mesela 1 Aralık'ta DarioMoreno'nun ölüm yıldönümünde, baştan sonra DarioMoreno programı yaptık.
- Radyo Arkadaş döneminiz var sizin, hep hayırla yad ettiğiniz.
Radyo Arkadaş şahane bir radyoydu. O, TRT'yi 90'lara taşıyan radyodur. Nefis programlarımız vardı. Tanıl Bora ve Selami İnce program yapıyordu. Tamer Kozaklı ve Metin Solmaz programyapıyordu. Ben, Dünden Bugüne diye bir program yapıyordum, daha sonra Çıtır Çıtır diye bir şey yaptım, bir de Tıngır Tıngır diye bir Türkçe rock programı yapıyordum.Cezmi Ersöz de orada program yapıyordu. “Arkadaşıma Dokunma” kampanyası bir dönem Radyo Arkadaş'tan aldı yürüdü.
- Selda Bağcan'ı yeniden keşfettik son dönemde. Kendisine ilginç bir şekilde yurtdışında da çok ilgi var. Bu durumu neye bağlarsınız?
Selda Bağcan'ı yabancılar keşfettiği için biz yeniden keşfettik. Elimizde bir sürü güzel insan var, Selda Bağcan'ından, Gökçen Kaynatan'ına, Mustafa Özkent'e varana kadar. Bu isimleri yabancılar keşfedince biz de yeniden keşfediyoruz. Çünkü ben yıllardır bu isimleri anlatmak, duyurmak için çok çaba sarf ediyorum ama bu maalesef görünmüyor. Türkiye'de çok görülme şansı yok. Yurtdışında FindKeepers bunları plak olarak bastı. Bir yanda dünyanın ilgisi bu müzisyenlere çekilince bizim de ilgimiz arttı. Yani Guardian'da bir Selda Bağcan yazısı çıkması gerekiyormuş bizim onu hatırlamamız için. Selda Bağcan kayıp olan birisi de değil, aktif müzik yapan, konserlerini veren birisi. Kamusal olaylara zamanında doğru tepkiler veren bir insan. Buna rağmen herkesin bildiği bir isim değildi ama şimdi oldu. Bir tarafından çok güzel bir şey bu.Selda Bağcan'ın bu kadar popüler olması çok güzel bir şey. Keşke biz yeniden keşfetseydik. İngiltere üzerinden gelmeseydi bu olay. Mustafa Özkent'i biz keşfetseydik mesela.
Selda Bağcan Barcelona konserinde
- Yurtdışındakilerin bu müzisyenlere olan merakını nasıl yorumlarsınız?
Çünkü onlar üçüncü dünya ülkelerinde böyle bir müziğin yapılabileceğine inanmıyorlar. Japonya'da, İran'da, Afganistan'da çok sayıda saykodelik grup çıkmıştı zamanında. Her yerde herkes kendi doğusunda böyle müzikleri yakalayınca ilgi gösteriyor. Bir de bu yerel motiflerin, world folk denilen türün yükselmesiyle birlikte yeniden ortalığa çıkmasıyla bunların önü açıldı. Selda Bağcan, yerel ezgileri, motifleri kullanan ama bunun şahane bir batı altyapısıyla destekleyen bir solist. Onun yaptığı işleri o yüzden çok ilginç geliyor onlara hatta bizlere. Biz sadece Selda Bağcan'ı değil kendimizi de tanımıyoruz. Türkiye'nin en büyük derdi bu bence.Onun için de şu kitapla, yazılarımla farkındalık yaratmak, dikkati şarkılara, şarkıcılara çekmek istiyorum. Radyo programında da keza. Çünkü en başta kendimizi tanımımız gerekiyor, ondan sonra dışarıya bakmak gerekiyor. Aslında bir empati yoksunluğu ve karşındaki dinleme eksikliği. Memleketin en büyük derdi. Karşımızdakini dinlemediğimiz için onu tanımıyoruz. Bu anlamda, Selda Bağcan'ınpolitik geçmişinin, Deniz Gezmiş için şarkı yapmasının bilinmemesi, Uğur Mumcu için yaptığı şarkının bilinmemesi vahim durumlar. Bir taraftan bunların ortaya çıkması şahane bir şey.
- Peki, son olarak son dönem müzik yayıncılığında dikkat çeken bir yayınevi var Kara Plak. Onu nasıl görüyorsunuz?
Şahane iş yapıyorlar. İyi ki varlar ve daha da çok olsunlar. Türkiye'de yazılabilecek kaç biyografi var, bunu yazabilecek kaç kişi var? Bütün derdimiz bu. Biyografi işine hiç girmiyor. Bir sürü insan keşke anılarını yazsaydı dediğim çok oldu ama anılarını yazanları da görüyoruz. Biyografisi yazıldığında buna itiraz edecek insan sayısı çok fazla. Ailenin kendisini sansürlemesinin yanı sıra bir de devlet sansürü bir de yayınevi sansürü ortaya pek bir şey kalmıyor. Türkiye o kadar beter ki bir yandan. Selda Bağcan biyografisinin olmaması fena bir şey ama onun biyografisini kim yazsın dersen, o bile meçhul işte. Elbette itiraz edecek, ailesi, hayranları, yazsak bile.

Can Öktemer

Ahmet Gürata: ‘Sinemamızın ne kadar sivil olduğunu sormamız gerekiyor’

$
0
0

Tarihi filmler, neredeyse sinemanın başlangıcından beri varlığını sürdüren bir tür. Tarihi filmlerin gerek büyük tarihi olayları anlatması bakımından gerekse de popüler halk tarihini anlatmalarından ötürü seyirci tarafından da ilgiyle takip ediliyor. İzleyicinin tarihi filmlere yönelik büyük ilgisinin tarihçiler tarafından pek hoş karşılanmaması ise ayrı bir tartışması konusu olarak durmakta. Tarihçiler, genellikle tarihi filmleri tarihsel hakikatleri çarpıtma ve eksik anlatmasından dolayı bu filmlere mesafeli yaklaşmaktadır. Tarihi filmlerin Türkiye'deki seyri bu anlamda diğer ülkelerden farksız değil. Tarih filmleri, Türkiye'de tarihçiler kadar siyasetçilerin de tartışma alanına girdiklerini de belirtmemiz lazım. Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Ahmet Gürata, uzun zamandır sinema tarihi ve tarihi filmler üzerine araştırma yapmakta. Kendisiyle tarihi filmler, tarihi filmlerin Türkiye'deki seyri, son dönem Türkiye bağımsız sinemasının ilgi odağı olan geçmişle yüzleşme ve travma meselesini nasıl ele aldığını ve sinema salonlarının ahvali üzerine konuştuk.
Ahmet Gürata
- Türkiye'deki tarihi filmin seyrine geçmeden önce tür olarak tarihi filmin tanımı üzerinden gidelim. İlk ne zaman bu kavram kullanılmaya başlandı? Yükselişi ne zaman?
Bu filmler, belirli bir süreç içerisinde doğup gelişiyor dolayısıyla dönemlendirmek biraz zor. Dünya sinemasına baktığımız zaman, tarihsel filmlerin ortaya çıkış nedenlerinden biri sinemanın meşruiyet sorunu. Bilindiği gibi başlangıçta sinema ağırlıklı olarak popüler ve biraz da düzeysiz bir eğlence tarzı olarak görülüyor. Bu bakışın ana sebeplerinden birisi de o dönem filmlerinin güldürü, cinsellik gibi temel dürtülere hitap etmesi. Bu bakış açısını kırmak için sinemacıların başvurduğu temel stratejilerden biri edebiyat uyarlamaları. Edebiyat daha saygın ve ciddi bir tür olduğu için oradan uyarlanacak filmlerin bu ciddiyeti sağlayacağına ve filmlere bir anlamda meşruiyet kazandıracağına inanılıyor. Bir ikinci strateji ise, tarihsel meseleleri konu edinen filmler. Bunun bir sonucu olarak, 1910'lu yıllarda önemli tarihsel olaylara ve kişilere eğilen filmler ortaya çıkıyor. Ayrıca, sinemanın tarihi filmlere yönelmesinin o dönem ulus bilincinin gelişmesiyle ve “hayali cemaat” meselesiyle de ilgili olduğunu düşünebiliriz. Bu da sinemacıları tarihi ulusal bakış açısından kurgulayan yeni filmler yapmaya itiyor. Tabii sonrasında İkinci Dünya Savaşı sırasında sinemanın propaganda aracı olarak kullanılması söz konusu ve o yönde ciddi faaliyetler var.
- Peki, tarihi filmlerin süreci Türkiye sinemasında nasıl gelişiyor?
Erken Cumhuriyet dönemi, yeni bir ulus yaratma hamlesi olduğu için tarih de yeniden kurgulanıyor. Osmanlı'yla olan bağların kökten bir şekilde koparılması çabasından ötürü sinemada zorunlu olarak tarihe yönelik bir ilgi göremiyoruz. Ancak yakın tarihe eğilen Kurtuluş Savaşı temalı filmler var. En iyi bildiğimiz örnek Halide Edip Adıvar'ın romanından uyarlanan Ateşten Gömlek (1923). Tarihsel film adına gidebileceğimiz yer Cumhuriyet'in kuruluş mitosu ve Kurtuluş Savaşı oluyor. Onun öncesine bilinçli bir şekilde gidilmiyor. Burada ilginç bir durum var: Osmanlı'ya dönük ilginin ortaya çıkmasıyla ilgili baz alınan tarihlerden bir tanesi, Demokrat Parti’nin 1954 yılında İstanbul'un “fethinin” kutlanmasını gündeme getirmesi. Bugün hepimizin bildiği Fetih kutlamalarının başlangıcı diyebileceğimiz bir tarih. Ancak biliyorsunuz Aydın Arakon'un çektiği İstanbul’un Fethi 1951 tarihli. Yine aynı yıl, Cem Sultan (Münir Hayri Egeli), Lale Devri (Vedat Ar), Vatan ve Namık Kemal (Talat Artemel, Sami Ayanoğlu, Cahide Sonku), Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan (Münir Hayri Egeli) ve Barbaros Hayrettin Paşa (Baha Gelenbevi) gibi bir dizi tarihsel filmle daha karşılaşıyoruz. İlginç bir şekilde sinema politik tartışmaların önünde gidiyor. Özellikle, senaryosunu takma isimle Nazım Hikmet'in yazdığı Barbaros Hayrettin Paşa, tarihi filmlerde ağırlıklı olarak karşımıza çıkan milliyetçi havanın uzağında, Osmanlı’nın çok-kültürlü yapısına vurguda bulunan bir film. Popüler sinemanın sahip olduğu milliyetçi hamasi söylemden uzak bir yerde duruyor. Filmin bazı defoları var. Teknik açıdan zayıf, içinde başka filmlerden alınmış görüntüler var. Ancak, yine de geri dönüp incelememiz gereken önemli bir film.

- Bu tarihi filmlerde biyografi ya da tarihsel olay değil de isimsiz kahramanların vatanı kurtarmasını anlatan filmler sanırım.
“Kostüme avantür” olarak tanımlayabileceğimiz bu filmler, az önce andığımız 1950'lerdeki filmlerden biraz daha farklı. Kara Murat, Karaoğlan, Tarkan, Battal Gazi gibi filmler, dönemin çizgi roman kültüründen olduğu kadar, popüler İtalyan tarihsel filmlerinden esinleniyorlar. Merkezine hayali bir kahramanı alan macera filmleri olarak tanımlanabilirler. Yine de bu filmlerde, örtük gibi duran ve ufak çatlaklardan sızan bir tür toplumsal bilinçdışı var. İkiz kardeş motifinden söz ediyorum. Bu motifin kökleri popüler Amerikan sinemasına olduğu kadar, destanlar ve Battalname gibi menkıbelere dayanıyor. Birbirinden habersiz iki farklı kültürel ortamda büyüyen ama kan bağı olan kişilerin daha sonra düşman olarak karşı karşıya gelmesi... Bu, tabii çok enteresan bir durum. Normalde milliyetçi söylemin, esasında dile bile getiremeyeceği çok tehlikeli bir konu. Şu anlama geliyor: Seninle aynı kan bağına sahip kişi tamamen karşı cephede yer alabilir. Bu nedenle, kardeşinle savaşmak durumunda kalabilirsin. Övünülen biyolojik milliyetçiliğin tüm temel niteliklerini sorunsallaştıran bir anlatı. İlginç bir şekilde bu motifi tarihsel filmlerin içerisinde çok fazla yer veriyorlar, zira insanların hoşuna gidiyor. İki kardeşin arasındaki bu çatışma, ‘öteki’ kardeşin ihtida ederek kelime-i şahadet getirmesiyle, bir diğer deyişle “Türk-Müslüman” kimliğini sahiplenmesiyle çözülüyor. Bu basit çözüme karşın, ikizlik motifinin bir tema olarak işlenmesi aslında tam da bu meseleyi sorunsallaştırıyor. Bunun altında yatan nedenleri sorguladığımızda ise, devşirme sisteminden tutun, siyasi çalkantı dönemlerinde insanların kolaylıkla kimlik ve din değiştirmesinin etkilerini görüyoruz. Bilindiği gibi, özellikle 19. yüzyılın sonunda, Balkanlar’dan ya da başka coğrafyalardan gelen ancak farklı diller konuşan ve farklı bir kültürel çevrede doğmuş bir kitle Anadolu’ya entegre olmaya çalışıyor. Bu anlamda, ikizlik motifi işte bu sonradan edinilen kimliklerin aslında ne kadar kaygan olduğunu bize gösteriyor. Ben bu durumu toplumsal bilinçdışı olarak değerlendiriyorum: Bastırılan ya da unutulmaya çalışılan kimliklerin çatlaklardan sızması.
- Bu filmlerde şöyle de bir durum var sanırım. Bir tarafta daha Türklük ve İslam vurgusu yapan Malkoçoğlu, Battal Gazi gibi filmler, diğer tarafta Tarkan gibi görece daha “seküler” Orta Asya'ya varan bir Türklük vurgusu hakim filmler. Bunları nasıl değerlendirebiliriz?
Aslında Osmanlı döneminde geçen filmlerde de açık bir din vurgusu yok. Din daha çok öteki üzerinden vurgulanıyor. Özellikle de haç çıkarma sahneleriyle karikatürize bir şekilde gösteriliyor. Öte yandan, Ortodoks-Katolik ya da Bizans ve diğer Hıristiyan uygarlıklar arasında bir ayrım da yok. Sadece kaba ve muğlak bir Hıristiyanlık vurgusu var. Diğer taraftan Osmanlı tebaası olan kahraman, anakronik bir şekilde Türk kimliğine vurgu yapılarak tanımlanıyor. Ancak, dinsel kimliğine fazlaca göndermede bulunulmuyor. Belki ölürken kelime-i şahadet getirmek gibi sembolik şeyler var, ama onun dışında dua, namaz gibi dini vurgular çok az. Demek ki, erken Cumhuriyet'in tarih tezi hala etkisini gösteriyor. Dolayısıyla Osmanlı dönemi kahramanlarıyla Orta Asya kökenli kahramanların kurgulandığı dünya birbirinden hiç de farklı değil.
Tarkan: Gümüş Eyer (1970)
- Bir de bu filmlerde ötekiyle karşılaşmaya dair ilginç bir örnek de ana kahramanın filmin sonunda Bizans prensesiyle evlenmesi ve daha sonra da o prensesin din değiştirmesi.
Evet, ihtida ya da din değiştirme, resmi tarih anlatısında biraz hasıraltı edilen bir konu. Cemal Kafadar, İki Cihan Aresindekitabında çok güzel vurguluyor bunu. Özellikle sınır bölgesindeki halkların bir kimlikten diğer kimliğe kolaylıkla geçtiğini, güç kimden yanaysa o yöne savrulduğunu anlatıyor. Ezel Akay'ın Hacivat- Karagöz Neden Öldürüldü? filminde benim çok hoşuma giden bir sahne vardır: Kilise ve cami, insanları kendi dinlerine katmak için adeta birbirleriyle rekabet ederler, vaatlerde bulunurlar. İnsanlarda dine geçmek için kuyruğa girerler. Bu işin parodisi ama Cemal Kafadar’ın tarif ettiği durum da buna yakın. Sinemadan önce menkıbelerde karşımıza çıkan kahramanın prensesin yardımıyla kaleyi içerden fethetmesini ve prensesin din değiştirmesini de kimliklerin geçirgenliği çerçevesinde değerlendirebiliriz.
- Toplin'in “cinematic historian” denilen bir kavramı var. Wajda, Visconti direkt tarihi meselelerle ilgilenen yönetmenler için kullanıyor bu kavramı. Biz de belki bu tarz bir yönetmen eksikliği hissediliyor sanırım.
Yeşilçam, ticari yapısı gereği zaten bu türden bir eleştirel tarihçi sinemacıyı barındırmaya müsait bir ortam değil. Bu mekanizmayı kırmak kolay değil. Yine de Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ ve Atıf Yılmaz gibi yönetmenlerin giriştiği ilginç denemeler var. Az önce bahsini ettiğimiz Nazım Hikmet'in senaryoları var. Ticari bir yapı etrafında şekillenmiş Yeşilçam'ın içinde tarihsel olgularla ilişki de hep sorunlu. Yeşilçam döneminin sona bulduğu 1980’den sonra ise devlet kurumları aracılığıyla yaygınlaştırılan Türk-İslam sentezi olarak tanımlanan bir düşünce var. Bu, aynı zamanda Kemalist ideolojinin de örtük olarak sorgulanmaya başlandığı ya da revize edildiği bir dönem. O dönemde, TRT öncülüğünde yapılan tarihsel film ve dizilerde hala örtük olarak Kemalist bir damarın olduğunu ve bir kafa karışıklığının olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, Yorgun Savaşçı'nın hafif revizyonist bakış açısı bile ordu tarafından hoş karşılanmıyor ve imha ediliyor. Bu kafa karışıklığının devam ettiğinin göstergesidir.
- Türkiye'de sinema hareketliliği başından itibaren orduyla yakın ilişkili olmuştur. İşte ilk film Enver Paşa'nın kurdurduğu Merkez Ordu Sinema dairesinde Fuat Uzkınay'ın çektiği Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı'yla olmuştur. Siz, ordu ve sinema ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
İlk söyleyebileceğimiz şey bu durumun sadece Türkiye'ye özgü olmadığıdır. Benim çok önemli bulduğum kitaplardan biri Paul Virilio'nun Savaş ve Sinema’sı. Orada bir tür aforizma diyebileceğimiz saptama var: “Savaş sinemadır, sinema savaştır.” Virilio bununla neyi kast ediyor? Sinema ve savaşın teknolojik temellerinin ortak olduğunu. Örneğin, teleskopik mercek ve sanal gerçeklik gibi birçok teknoloji bir alanda geliştirilip diğeri tarafından yaygın olarak kullanılmıştır. Bu anlamda, savaş ve sinema birbirlerine sürekli ilham kaynağı oluyor. Örneğin, orduların kamera aracılığıyla yaptıkları hava çekimleri savaşların kaderini etkiliyor. Savaş, bir propaganda aracı olarak sinemadan fazlasıyla yararlanıyor. Kısacası, uçuş simülatörlerinden bugün orduda ve sinemada sıklıkla kullanılan dronelara varana dek inanılmaz bir iç içe geçmişlik söz konusu. Buna karşılık, sinemanın militarizmle olan göbek bağı konusunda kendini fazla sorgulamadığını söyleyebiliriz. Bu topraklarda da sinemanın tarihine baktığımızda, ilk filmlerin ordu içerisinde bir sinema dairesinin kurulmasıyla gerçekleştiğini görüyoruz. Daha sonra ordu, belge filmler aracılığıyla sinemaya destek olmaya devam ediyor. Zaman zaman tarihsel filmler için personel desteği sunuyor. Bu yakınlık, ne yazık ki, sinema araştırmalarında yeterince mesela etmediğimiz bir konu. Ancak, bu teknolojik yakınlığın yanı sıra, esas olarak algıyı etkileme ve yönlendirme çabası açsından bir ortaklık ve işbirliği söz konusu. Yakın dönemdeki Çanakkale filmlerini hatırlamamız yeterli. Bu nedenle de “Sinemamız ne kadar sivil?” veya “Sivil bir sinema mümkün mü?” gibi sorular sormamız gerekiyor.
- Atatürk filmleri de ilginç bir yerde duruyor. Çekilen filmler hala tartışma konusu, kimin oynayacağı da aynı şekil bir sorun olarak kenarda duruyor.
Önce kısaca dünya sinemasına bakalım isterseniz. Mesela Orson Welles'in oynadığı hem de yönetmen olarak imza attığı Korkuya Yolculuk (Journey into the Fear, Norman Foster ve Orson Welles, 1942) diye bir film var. Orada Mustafa Kemal'e dayandırılarak yazılmış Haki Paşa diye bir karakter var. Filmde Orson Welles’in canlandırdığı Albay Haki’nin Atatürk’e fiziksel benzerliği şaşırtıcıdır. Başındaki kalpağı, sarı bıyıkları, çatık kaşları ve sigarasıyla etkileyici bir karakter. Filmde İstanbul’da bir gece kulübündeki cinayet tanık olan Amerikalı mühendis Howard Graham, Türk İstihbarat Teşkilatı’nın başındaki Albay Haki tarafından sorgulanır. Graham’ın çalıştığı şirketin Türkiye temsilcisi gizemli Albay’ı şöyle tanıtır: “Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarındandır. Her gece bir şişe rakı devirdiği söylenir. Oldukça da çapkındır.” Albay Haki, sert ifadesi ve bakışlarıyla korkulan bir tiptir. Rivayete göre, muhalifleri parçalayıp Boğaz’daki balıklara yem olarak atmaktadır. Ancak dürüst ve mesleğine bağlı bir askerdir. Hollywood'da buna benzer pek deşilmemiş ilginç Atatürk temsilleri var. Bu açık ve örtük Atatürk temsillerini tartışabilmek güzel olurdu. Türkiye’ye baktığımızda, sinemada resmi bir suret yasağı olmamasına karşın ciddi bir temsil endişesi var. Bu bir noktaya kadar anlaşılabilir. Zira, diğer sanat dallarından iyi-kötü bir şablon var. Örneğin, fotoğrafta rötuşlayıp, çevredeki gereksiz ayrıntılar çıkarmanız mümkün. Heykel içinse, Atatürk’ün vücut oranları belirlenmiş, Etnografya Müzesi’nde kayıt altına alınmış, yapılan eserlerin uygunluğunu onaylamak üzere bilirkişi kurulları oluşturulmuş. Resimde ise, çoğunlukla mevcut Atatürk fotoğrafları ve portre geleneği temel alınmış. Roll dergisinin dediği gibi, sonuçta ortaya “Türkiye’nin en bilinen stensili” çıkıyor. Filmin üç boyutlu temsili ise beraberinde ayrı sorunlar getiriyor. Üstelik Atatürk’ü “layıkıyla” canlandıracak oyuncunun kimliği ve kişiliği de ayrı bir konu. Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili çekilen onlarca filmde Atatürk temsiline yer verilmiyor ve gerekli durumlarda arşiv görüntüleriyle yetiniliyor. Atatürk filmi konusunda en ironik gelişmelerden biri ise, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 3 Kasım 1988’de düzenlediği panel. Darbe lideri Kenan Evren himayesinde gerçekleşen panelde, Atatürk filminin çevrilip çevrilemeyeceği konusunu tartışılıyor. Panelde bir konuşma yapan yönetmen Metin Erksan, projeye dair endişeleri özetleyerek “Her insanın kafasında ayrı bir Atatürk görüntüsü olduğunu, bu nedenle de Atatürk’ü somut bir biçime getirmenin tehlikeli ve olanaksız olduğunu” söylüyor. Toparlayacak olursak, liderin imajlıyla ulus imajının nasıl kesiştiği ve kurgulandığı önemli bir tartışma konusu. Burada imajın nasıl biçimlendirildiğin eve neyin geçerli neyin zararlı olarak addedildiğine bakmak gerek.
Cumhuriyet (1998)
- Sanırım burada öne çıkan ana mesele tarihsel kişilik kültü ve putlaştırılması meselesi var. Bu da sinemada temsili zorlaştırıyor sanırım.
Tabii, bu basitçe “altı üstü bir temsil” deyip geçebileceğimiz bir konu değil. Temsiller maalesef pek çok şeyi belirleyebiliyor. İhtilafa, çatışmalara yola açabiliyor, kimi zaman bu nedenle insanlar öldürülüyor. Sonuçta daha soğukkanlı ve dirayetli yaklaşılması gereken bir konu. Temsil sorunu edebi eserler için çok fazla geçerli değil. Söz konusu sinema olduğunda, geniş kesimleri etkileme potansiyelinden dolayı tartışma daha büyük oluyor. Öte yandan, yakın dönem örneklere bakıldığında beyazperdedeki Atatürk temsillerinin, tıpkı diğer sanat dallarında olduğu gibi, bir kalıp oluşturma yolunda ilerlediğini söyleyebiliriz. Fiziksel benzerliğe verilen önemin yanı sıra, makyaj, jest ve mimiklerle yaratılan mask gibi... Mustafa(Can Dündar), Veda (Zülfü Livaneli) ve Dersimiz Atatürk (Hamdi Alkan) hep bu sorunlarla malul gibi. Bütün bunlar, elbette tektipleştirilmeye çalışılan Atatürk hayali ve düşüncesinin birer yansıması. En nihayetinde, tarihsel kişiliklerin özgürce ve derinlikli biçimde tartışılması gerekiyor. Ancak tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Cumhuriyet tarihinin yegane sorunlu ve belirleyici dönemi Tek Parti dönemiymiş gibi düşünülüyor. 1950 sonrası neredeyse hiç sorunsallaştırılmıyor. Meseleye ancak daha eleştirel ve derinlikli yaklaşabildiğimiz zaman o temsiller mümkün hale gelecek. Yoksa sorunlar devam edecek.
- Bugün bu temsil krizi Atatürk üzerinden değil de Muhteşem Yüzyılörneğinde görüldüğü gibi padişah temsilleri üzerinden de yürüyor sanki...
Bir süredir görece yeni bir kurucu tarih söyleminin geliştirildiğine tanıklık ediyoruz. Yeni Osmanlıcılık diye adlandırabileceğimiz, emperyal bir dış politika çizgisine eklemlenmiş bir ideoloji. Aynı zamanda bir müzecilik ve tüketim anlayışına da denk gelen bir söylem. Birbirine karşıt konumlansa da, Muhteşem Yüzyıl dizisi ve Fetih 1453 filmi bu söylemden etkilenen anlatılar. Özellikle Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ilgili birtakım ayrıntılar üzerinden itirazların yükseldiğini gördük. Haremin ya da padişahın temsiliyle ilgili tartışmalardı bunlar. Ancak, daha geniş bir perspektiften baktığımızda, aslında bu dizi de sözü edilen Yeni Osmanlı söyleminin dışında kalan bir anlatı değil. Demin sözünü ettiğimiz, 1950'lilerde ufak da olsa başlayan Osmanlı'ya yönelik ilgi aslında tam da bu yeni dönemde vücut buldu. Bu tabii popüler bir furyaydı. Bugüne dek sadece karikatürize biçimde temsil edilen geçmişe, daha “derinlikli” bakabilme yönünde bir arzu da içeriyordu bu yeni dönem. Ancak, resmi tarih tezleri ve milliyetçilik baskın geldi ve ideolojik bir savaşa döndü iş. Tarih sürekli yeniden biçimlendirilmeye çalışılıyor, bu da doğal olarak sinemayı etkiliyor. Örneğin, Kut'ül Amare’nin birdenbire belirleyici bir tarihsel olay olarak gündeme getirilmesi… Belki de bu ideoloji savaşının bir başka boyutu olarak yakında onun da filmini göreceğiz.
Fetih 1453 (2012)
- Türkiye’de uzun yıllardır kendisini muhafazakar olarak kodlayan bir siyasi iktidar mevcut. Bu bağlamda İslami sinemanın biraz geri kaldığını söyleyebilir miyiz?
Bir kez daha karşılaştırmalı değerlendirmekte yarar var. Dünyada, inanç meselesini konu edinen filmlere, örneğin Tarkovski’ye, Bresson’a, hatta yakın dönemden Mecid Mecidi’ye bakalım. Bütün bu yönetmenlerin filmlerini güçlü kılan şey, neden inanıyoruz ya da inanmamız gerekiyor sorusuna dair bir sorgulamaya gitmeleri. Bu filmlerin çoğu, inancı ayakta tutmaya dair ve bir tür iman tazeleme ile son buluyor. Öte yandan, kaçınılmaz olarak “Ya Tanrı yoksa?” ya da “Eğer varsa Tanrı neden merhametli değil, neden bütün bu felaketleri engellemiyor?” gibi inançlı-inançsız bütün insanların sorduğu soruları da tartışıyor. İyi bir sinema ya da sanat eseri, bu türden soruların gündeme getirdiği trajedi sonucu ortaya çıkıyor. Türkiye'de edebiyat ve mimari gibi alanlarda, inanç temelinden bakan ve gelenekten beslenen güçlü sanat yapıtları bulabiliriz. Ancak, sinemadaki tıkanmaya yol açan “İslami sinema” adı verilen yaklaşımın inancı sorgulamaktan çok uzak olması ya da sözünü ettiğimiz bu soruları halının altına süpürmesi. İslami sinemanın geçmişteki örnekleri, tıpkı Yeşilçam’da olduğu gibi kalıp yargılara ve kahraman mitolojisine dayanıyordu. Yakın döneme baktığımızda ise, daha incelikli örneklerle karşılaşabiliyoruz. Örneğin, Semih Kaplanoğlu'nun üçlemesi, özellikle de Balfilmi. Ancak, orada da kadim inançlara dair bir sorgulama yok. Daha çok, İslam kültürüyle sonradan tanışmış bir aydının “A ne kadar ilginç şeyler varmış kültürümüzde” gibisinden bir ansiklopedik envanter çalışması var. “Hadi şu inanışımızı da ekleyelim” gibisinden zorlama bir yaklaşım. İçselleştirilmemiş, sorgulanmamış ve sonradan edinilmiş bir inancın sineması sınırlı oluyor. İslam’ın heterodoks kökenlerinin bastırılıp tek tip bir Sünni model yaratılmaya çalışılması, gündelik hayatı olduğu kadar kültürü de etkiledi. Bu nedenle, Derviş Zaim sineması da benzer bir kaygan zeminde ilerliyor. Örneğin, Sancaklar Camii’ni merkezine alan Rüya, tahmin edilebilir nedenlerden dolayı sorgulama konusunda oldukça çekingen. Öte yandan, Ahmet Uluçay'ın sineması meseleye daha içeriden bakan ve samimi bir örnek. Entelektüel anlamda teolojik bir tartışmadan çok, halk inanışlarına dair fikir açıcı ve ironik bir yorum Uluçay’ınki. Yine Mahmut Fazıl Çoşkun'un Uzak İhtimal’i demin sözünü ettiğimiz sorgulamayı derinleştirebilen saygın bir örnek. Bunların sayısının artması gerekiyor. Oysa, bu konuyu bir tabu olarak gördüğün, sorgulamadığın zaman ya da sonradan keşfettiğin bir kültür olarak değerlendirdiğin zaman ister istemez klişeleşiyor. Burada devletle ya da sermayeyle olan ilişki de tartışma konusu. Keşke bu kaynaklardan kısmen bağımsız, samimi bir inanç sineması doğabilse ve biz de onu hakkıyla değerlendirebilsek…
- Buradan başka bir konuya geçelim isterseniz. Sinemada geçmişle yüzleşme ve travmanın da temsil edilmesi çok ciddi bir sorun olarak duruyor. Bu konuda ne demek istersiniz?
Aslına uygun, inandırıcı temsil meselesi gerçekten zorlu ve netameli bir konu. Genellikle insanları ikiye bölen ve hiçbir zaman bir tarafı tatmin etmeyen bir mesele. Özellikle, travmatik dönemler, tartışmalı kişilikler söz konusu olduğunda. Bu konu uzun yıllardır da tartışılan bir durumdur. Örneğin, soykırım gibi korkunç bir olay sinemada nasıl temsil edilebilir? Adorno'nun sıklıkla yanlış ya da eksik aktarılan, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü üzerinden gidelim. Doğrusu “kültür ve barbarlık” diyalektiğinde kültür eleştirisi nihai noktasına erişmiştir: Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır, bu bugün şiir yazmanın neden imkansız olduğuna dair açıklamayı da çürütmektedir” şeklindedir. Travmanın temsil edilemez oluşuna dair bu ön kabul, Jacques Ranciere’e göre, bir tür yasak anlamına da gelmektedir. Toplama kamplarında gerçekleşen eylemlerin ve çekilen acıların doğası, bu konunun estetik hazza konu olabilecek herhangi bir tasvirine müsaade etmeyeceğine yönelik bir inanış. Yine Ranciere’e göre, modern sanat tam da bu nedenle kendisini temsil-karşıtı bir sanat olarak konumlandırmıştır. Bu türden bir muhafazakar geri çekilişe karşı tetikte olmalıyız. Temsilin imkânsızlığına dair bu inanış sinemada iki farklı tavra yol açıyor diye düşünüyorum. Birinci tavır, ”madem tarihi gerçekliği, bir olaylar dizisi biçiminde, rasyonel olarak temsil etmek mümkün değildir, o halde onu keyifli bir oyuna, bir arka plana dönüştürelim” düşüncesiyle hareket ediyor. Çöküş’ten (Downfall, Oliver Hirschbiegel, 2004) Quentin Tarantino’nun Soysuzlar Çetesi’ne (Inglorious Basterds, 2009), tarihin akışını farklı kurgulayan pek çok filmi buna örnek verebiliriz. Diğer taraftan, tarihsel anın bazı imajlarını ortaya koymaya ve bu yolla çok katmanlı yapı oluşturmaya çalışan filmler var. Bunlar genellikle eleştirel ve sorgulayıcı anlatılar. Örneğin, hafıza sorunuyla malul ana kahramanı aracılığıyla olmuş olanla kurgulanan arasındaki ayrımı muğlaklaştıran Beşir’le Vals (Vals Im Bashir, Ari Folman, 2008). Ancak, bu tür örneklerdeki genel sorun ise, Şabra ve Şatilla Katliamı yaşanmış bazı önemli tarihsel olayları hafızanın muğlaklığı temelinde ele almaları.
- O zaman nasıl bir yol izlemek gerekiyor?
Walter Benjamin, Tarih Üzerine Tezler’inde geçmişi olduğu gibi yeniden canlandırmanın mümkün olmadığını vurgular. Ona göre, bu türden bir temsil mümkün olsa bile daima hükmedenlerin işine yarar. Tam da bu nedenle, “hükmedenlerin zafer alayındaki ganimetler” olarak nitelendirdiği kültürel zenginlik ya da miras gibi kavramlardan uzak durulması uyarısında bulunur. Gerçekten de tarihsel olayların temsilinde özcülükten, hâkim sınıfların çıkarlarına alet olmaktan ya da egemen söylemi yeniden üretmekten kaçınmak çok zor. Bu tehlike, resmi tarihin dışında bir anlatı kurmaya çalışan yönetmenler için de geçerli. Orada da, sorgulamaya gitmeden bir tür arınma yaşanması söz konusu olabiliyor: “Ne mutlu ki, artık geçmişte yaşanan o acı olaylardan uzakta ve güvendeyiz.” Soykırımım sözde temsil edilemezliği, kurmacanın bu olayın vahşi gerçekliğiyle yüzleşmek amacıyla kullanılamayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, soykırımı temsil sorunu, her şey temsil edilebilir olduğu, dolayısıyla kurmaca temsili gerçekliğin sunumundan ayıran hiçbir şey olmadığı için ortaya çıkmaktadır. Öyleyse sorun temsil edip edememe meselesi değildir diyebiliriz. Yeter ki, neyi temsil edeceğimizi, kime hitap edeceğimizi ve bunun için hangi temsil tarzını kullanacağımızı bilelim.
- Sinema da geçmişle yüzleşme, travmaların, soykırımların gösterilmesi çok ciddi bir sorun olarak duruyor. Filmler geçmişle yüzleşmede konusunda bir kapı aralayabilir mi?
Tartışmalı bir tarihsel olayı ele alıp, onu yeniden gündeme getirip tartıştığımız zaman bir tür çıkmaza giriyorsunuz. Tartışma “gerçekliğe sadakat” eksenine sıkışıyor. Tarihsel gerçeklere sadık bir temsilin mümkün ve aynı zamanda gerekli olduğu savunuluyor. 12 Eylül filmleriyle ilgili tartışmayı hatırlayalım. Sürekli olarak sinemanın yaşananları temsil etmekte yetersiz kaldığı vurgulanıyordu. Burada, o dönemle özdeşleştirilen belirli imgelerin vurgulanması beklentisi söz konusu. Jean-Luc Godard, İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmlerle ilgili olarak, faşizmin neden olduğu vahşetin Adorno’nun öne sürdüğü gibi temsil edilemez olmadığını, ancak bugüne dek gerçekleştirilemediğini söylüyor. Godard’a göre, sinemanın iki büyük günahı vardır. Birincisi, sorumluluğunu yerine getirememiş, toplama kamplarında yaşananları görüntülemeyi başaramamıştır. İkincisi, gücünün farkında değildir; zira yaşanan dehşeti aslında sezdirmeyi başarmıştır. Harp Esirleri (Renoir, 1937), Oyunun Kuralı (1939) ve Büyük Diktatör(Chaplin, 1940) gibi filmler yaşanacakları çok önceden bizlere duyurmuştur. Godard’ın söylemeye çalıştığı şeylerden biri, bu meselenin illa toplama kampı görüntüleri aracılığıyla anlatılması gerekmediği. Aklıma ilk gelen bir örnek Michael Haneke'nin Saklı filmi. Cezayir-Fransa Savaşı ve 1961 Paris Kırımı üzerine bir film. Ancak konuyu entelektüel bir çift üzerinden günümüz Fransız aydınlarının sorumluluğuna dayandırıyor. Öte yandan, gerek İkinci Dünya Savaşı gerekse 12 Eylül filmleri için yaşanan kıyımın ve acının belirli bir biçimde gösterilmesi bekleniyor. Bu türden bir film elbette izleyende bir katharsis duygusu yaratabilir. Ancak, eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı sunmak için başka yollara da başvurmak gerekir.
Cache (2005)
- Umut Tümay Arslan'ın Kesiküzerine yazdıkları ve Marc Nichanian'ın Edebiyat ve Büyük Felaket kitabında bahsettiği gibi, bu filmlerin çoğu bizi mağdurla aynı pozisyona sokarak, kolektif suçtan arındırıyor sanki.
Doğru. Bunun yerine seyirciye farklı yollarla kolektif sorumluluğunu hatırlatmak önemli. Meseleye ancak bu şekilde biraz daha eleştirel ve soğukkanlı bakabileceğimizi düşünüyorum. Böyle düşünmekle birlikte, ajitatif filmlerin ya da katharsise dayanan filmlerin de tamamen işlevsiz olduklarını düşünmüyorum. Yerine göre bu tarz filmlerin insanları düşündürtmeye sevk ettiği oluyor. Duygusal angajman ve özdeşleşme konusunu yabana atamayız. Zira seyirci ile film arasındaki mesafe uç noktaya gittiğinde, izleyicinin kopması da söz konusu olabilir.
- Buradan sinema salonlarının durumuna geçelim dilersiniz. Sinema salonlarını peşi sıra kapanması. AVM sinemalarının hükümranlığı, bağımsız filmlerin yer sorununa yol açtığına dair bir tartışma da söz konusu. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Devam etmekten olan bir dönüşümün ve ara dönemin içindeyiz. Dünyada sinemanın düşüş dönemi, daha erken bir tarihte 50'li ve 60'lı yıllarda başlıyor. Televizyonun yaygınlaşmasıyla beraber çok ciddi zararlar görüyor. Türkiye’de sinemanın krize girmesi ise 70'lerin ortasını buluyor. Son dönemde bu krizi çözebilecek ve çare olabileceğine inanılan çözüm, çok-salonlu AVM sinemaları oldu. Oysa bu salonların yegane fonksiyonu sinemayla tüketimi aynı mekanda konumlandırılması, bu sayede daha sıkı ve organik bir şekilde birleştirilmesi. Bu salonların başlangıçta bir canlılık getirdiği ve bir kısım izleyiciyi sinema salonlarına çektiğini söyleyebiliriz. Ancak bunun da sınırına ulaştık. Toplam seyirci sayısı uzun süredir yükselmiyor. Peki alternatif mecralar ne olabilir? Sinematek benzeri oluşumlar ya da festivaller bir seçenek. Veya son yıllarda dikkat çeken dijital dağıtım ağları. Mevcut tabloya baktığımızda, bir tarafta ticari sinema salonlarını ile festivalleri, diğer tarafta ise dijital ticari kanalları ve internet üzerinde paylaşıma dayalı sinema ağını görüyoruz. Dijital ağın bu pastadan giderek daha fazla pay aldığı bir gerçek. Bunu göz önüne alarak bir strateji geliştirmemiz gerekiyor. Bu açıdan, Netflix incelemeye değer ilginç bir örnek. İzleyici davranışlarına yönelik muazzam bir veriye sahip. İzleyicinin ekran karşısındaki davranışlarını an ve an takip edebiliyor, tercihlerini ve yorumlarını çıkarabiliyor.
- Çok ilginç bir izleyici araştırma profili çıkabilir buradan.
Evet, Netflix son yıllarda bu verilerden hareketle içerik üretiyor. Nokta atışı ilerlediğinden dolayı da kısa sürede piyasada neredeyse rakipsiz hale geldi. Yakın zamanda daha geniş etki ağına ulaşabileceğini öngörebiliriz. Şu aşamada, dijital yayıncılık farklı izleyici kitlelerinin zevklerine hitap edebilecek bir çeşitliliğe sahip görünüyor. Ama bunun ne kadar devam edeceğini bilemeyiz. Sorun, sinemayı ya da görsel işitsel ürünleri toplu halde bir salonda izleme kültürünün daha ne kadar süre devam edeceği. Yeni kuşaklar salon kültürüyle yetişmiyorlar artık. Bunu göz ardı ederek bu meseleye bakamayız. Değişik stratejiler üretmeliyiz. Kısa vadede, ticari salonların dışında alternatif gösterim mekanlarının ortaya çıkarılması ve gösterimlerin cazibesini arttıracak yan etkinlikler düşünülebilir. Festivaller bugün bunu biraz yapabiliyorlar ve ticari salonlardan kopan izleyicilerin özlemlerini karşılayabiliyorlar. Ancak bu dijital ağının gücünü ne kadar çabuk anlarsak o kadar iyi. Netflix gibi bir kurum bir anda dijital dağıtım ağlarını ve video dağıtım ağlarını iflasa uğratarak nasıl başarılı oldu? Bu sorunun cevabını iyi anlamamız ve düşünmemiz gerekiyor.
Can Öktemer

Makbul olmaya yazgılı olanlar: Martayan, Pehlivanyan, İhmalyan

$
0
0
Toxi, 1952 yapımı bir Batı Almanya filmi. Film, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın bir kısmını ele geçiren Batı ittifakından ABD’li siyah asker ile Alman kadınların ‘kahverengi çocuklar’ı fenomenini ele alıyor. Toxi, 1955 itibarıyla sayıları yaklaşık 5 bini bulan bu ‘meşru olmayan’ çocuklardan sadece biri. Anneannesi tarafından yıllarca çalıştığı orta sınıf beyaz bir Alman ailenin evinin önüne bırakılan küçük Toxi, film boyunca Alman ailenin evinde tutunma mücadelesi verir. Evin büyük damadı Theodor hariç herkes kendisine karşı ‘sempatik’tir aslında, ancak Toxi de sürekli şirinlikler-sevimlilikler halindedir. Nihayetinde Toxi’nin bu iyilik meleği halleri sonunda Theodor’a da ‘doğru yol’u gösterecek ve onun da radikal ırkçılığı ‘iyileşecektir.’ Film, Almanya’da siyahlara yönelik ırkçılığa karşı iyi niyetli bir çıkış olsa da, nihayetinde toplumdaki yapısal ırkçılığı gizleyen ve ırkçılığın mahiyetini ‘aşılabilir önyargılar seti’ olarak gösteren düzinesiyle sıkıntıyı içerir. Yine de filmde Toxi’nin bir cümlesi adeta sistematik ırkçılığın içinde yaşayan tüm dezavantajlı grupların hissiyatını faş eder: ‘Her zaman iyi olmalıyım, yoksa beni evde barındırmazlar.’

Toxi (1952)
Rober Koptaş’ın dediği gibi ‘iyi olmaya yazgılı olmak’tan başka çareleri, hayatta kalma yöntemleri yoktur.[i] Makro veya mikro iktidar fark etmeden, kendilerini var ettikleri ortamda, azınlık olmanın ‘ahlak’ına uygun olarak var olmak zorundalardır. Bu zorundalık sadece baskı veya zorlamayla ilgili değil, hissederek, isteyerek, severek de ‘makbul’ olabilirler. Yine de Türk milliyetçisiyse en sağlamı, sosyalist ise en kızılı olacaktır. Herkesten çok çalışacak, herkesten çok tolerans gösterecek ve hep makul olanı seçecektir. Her zaman hadlerini bilecek, cüretlerini hesaplayacaklardır. Şeffaflaşacak, görünmez olacak, yok kabul edilecek kadar iyi olacaktır. Nihayetinde onlar insan olarak değil, çoğunluğa katılan zenginlik olarak var olurlar ve o zenginliğin çeşnisini, uyumunu bozmamak zorundadırlar. Ancak elbette bu her zaman işe yaramayacaktır. En iyisi bile her zaman nereden geleceğini bilemediği bir sadakat testine tabi olacak ve bu testi hiçbir zaman tamamen geçemeyecektir. Ömrünü de verse, ‘biz’in o yüksek duvarlarını aşmak neredeyse imkansızdır.

Agop Martayan (Kaynak: Ara Güler/Agos)
Akla gelebilecek en iyi örnek Agop Martayan herhalde. 1932’de yapılan ve Güneş-Dil Teorisi’nin temellerinin atıldığı I. Dil Kurultayı’na bizzat Mustafa Kemal’in isteğiyle o sırada görev yaptığı Sofya’dan çağırılan Agop Martayan, 1934’te yapılan II. Dil Kurultayı’ndan sonra Türk Dil Kurumu’nda (TDK) ‘başuzman’ unvanıyla iş başlar. Aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu’yla Martayan’ın yerine Dilaçar soyadı, yine bizzat Mustafa Kemal tarafından verilir. Buna karşılık, kendisi de 24 Kasım 1934’te Meclis kararıyla Mustafa Kemal’e verilen Atatürk soyadını önerir. Güneş-Dil Teorisi’ne ve dildeki ‘öztürkçeleştirme’ye büyük katkılar sunar. 1935-1950 yılları arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 'genel dilbilim' ve 'dilbilim tarihi' derslerine devam eder. Özellikle ‘Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı üzerine İskenderun-Antakya ahalisi üzerine yazdığı yazılarda açıkça Türk ırkçılığını savunur. Kısacası ‘kraldan çok kralcı’dır. Yine de ismi kamusal alanda her daim A. Dilaçar olarak anılacaktır. Hatta 1979’da vefatını haber veren TRT spikeri, kendisini ‘Adil Açar’ olarak tanıtır.[ii] Geçmişteki bunca hizmete rağmen 12 Eylül rejimi de ismini zikretmekten kaçınır. Ömrünü adadığı Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından 1982 yılında yayınlanan ve Kaya Türkay’ın hazırladığı biyografisinin ismi de A. Dilaçar olacaktır.

Kaya Türkay'ın TDK Yayınları'ndan çıkan Agop Dilaçar biyografisi
Bu sadece devlete özgü bir durum değil elbette. Türkiye solu da 'bazı şeylerin sessizce geçiştirilmesini,''mümkün olduğunca konuşmamayı' tercih edecek ve 'anlamlı bir suskunluk' içine girecektir. Aram Pehlivanyan, uzun yıllar Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) içinde yer alan bir şair ve yayıncı. Bir yandan çıkardığı Ermenice dergi ve gazeteler, diğer yandan illegal parti üyeliği sonunda sürgüne düşmesine yol açar. Sürgünde, 'Bizim Radyo'da redaktörlük ve TKP politbüro üyeliğiyle siyasi faaliyetlerine devam eder. 1977’de hastalandığını öğrenene kadar ‘devrim yolunda mücadelesi’ni sürdürür. Hatta bu yolda şairliğini bile feda eder. 1979’da yakalandığı kansere yenik düşer ve Almanya’da hayata gözlerini yumar. Uzun yıllar emek verdiği partisi ise 13 Aralık 1979 tarihinde yayımladığı ölüm ilanında Pehlivanyan’ı partide kullandığı Ahmet Saydan ismiyle anar. Bu ilanda, “ne Pehlivanyan’ın gerçek adından ne gerçek kimliğinden ne de Ermenice gazetecilik yaşamından ve bunların sebep olduklarından” bahsedilir.[iii]

Aram Pehlivanyan, Getronagan'daki öğrencilik yıllarından (Kaynak: Agos)
Benzer bir tecrübeyi Vartan İhmalyan’ın anısı da yaşar. Pehlivanyan gibi İhmalyan da 1933’ten itibaren içinde bulunduğu TKP’yle ilişkisinden ötürü işkencelerden ve hapislerden geçtikten sonra sürgüne düşer. Fransa’da geçen 8 senenin ardından Türkçe radyolarında çalışmak için Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Çin ve Sovyetler Birliği’nde yaşar ve nihayetinde 1987’de Moskova’da vefat eder. Çok iyi bir masal yazarı olan Vartan İhmalyan’ın kitapları Türkçede ilk olarak 1987 yılında yayımlanır. Kitaplarını ilk olarak, sol tandanslı kabul edilen ve 'Türkiye’de ilk kez resmi olmayan bir tarih yaklaşımı sergileyen' kitapları basan Cem Yayınevi tarafından yayımlar.[iv] Bu kitapların imzası İhmal Amca olarak atılır ve İhmalyan’ın gerçek ismi kitaplarda yer almaz. ASALA eylemleri sonrası yaratılan dönemin 'anti-Ermenicilik' havasının ticari bir kuruluş için bu “gizleme”yi meşru kılacağı iddia edilebilir. Ancak bu “gizlilik” 2014 yılına kadar devam ediyordu.[v] En son baktığımda, İhmalyan’ın kitaplarını yayınlayan Can Yayınları da kitapların 4. sayfasında yer alan yazarın özgeçmişi kısmında, İhmalyan’ın gerçek adından hiç bahsetmemeyi sürdürüyordu:

İhmal Amca: 1913’te Konya’da doğdu. Robert Kolej Yüksek Okulu’nu İnşaat Mühendisi olarak bitirdi. Yalnızca mühendislik yapmadı, çok değişik işlerde çalıştı. Bunlar arasında yazarın andıkları: tezgâhtarlık, gömlekçilik, düzeltmenlik, desinatörlük. Yazar ilk masal kitabını 1987 yılında Sihirli Çiçek adıyla Bulgaristan’da Türkçe olarak yayınladı. Dilimize birbirinden güzel masallar kazandıran İhmal Amca, 1987 yılında, Moskova’da yaşamını yitirdi.
***
İlginçtir, tüm bunlar aklıma günün anlam ve önemine uygun bir vesileyle düştü. Çoğunluktan farklı olduğumu anladığım en belirgin ilk anımı bir Kurban Bayramı’nda yaşadım. İlkokul ikideydim. Ankara’da kendini hiç açık etmeden yaşayan bir memur ailenin çocuğu olarak ‘farklılık’ bilincim hiç yüksek değildi. Ailemin Hıristiyan olmakla bir derdi yoktu elbette, bunun kamusallaşmasından fazla hazzetmiyorlardı. Gerçekten iyi insanlardı, her şeyleriyle onlara kucak açacaklarından sürekli kuşku duydukları insanlarla ‘biz’ olmaya çalışıyorlardı. Bu havayı soluyarak ilkokul çağına erişince ben kendimi iyiden iyiye çoğunluk olma gururuna kaptırmıştım ki, halamın beni kovalarken yükselen adrenalin ve beynime daha fazla giden oksijen seviyesi beni kendime getirdi. Suçum, arkadaşlarının sorularına muhatap olduğunda geri kalmak istemeyen bir çocuğun hevesiyle ‘Bu bayramda ne kesiyoruz?’ diye sormamdı. Halamın ‘Bu çocuk ne saçmalıyor?’ bakışının üzerine yapıştırdığım ‘Niye, biz Müslüman değil miyiz?’ sorusuyla hayatımın en coşkulu yüzleşme/travmasını yaşamam arasında sadece bir tokat hızı kadar zaman vardı. O anda, ne yaşadığım o gururdan eser kaldı ne de çoğunluk olmanın yarattığı konfordan. Gerisi işte, kendini fazla göstermeden, gizleyerek, gizlenerek ve zaten saklanması istenerek yaşamaya yazgılı olmak.

Emre Can Dağlıoğlu


[i] Rober Koptaş, ‘Yandı bitti kül oldu,’ T24, 3 Nisan 2017, https://goo.gl/2aGme4, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[ii] Levent Özata, ‘‘Cumhuriyet’in iyi çocuğu’ Hagop Martayan ya da A. Dilaçar,’ Agos şapgir, 21 Eylül 2012, https://goo.gl/sfsnvy, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[iii] Aram Pehlivanyan, Özgürlük İki Adım Ötede Değil (İstanbul: Aras Yayıncılık, 1999), s. 104-5.
[iv] Cem Yayınevi daha sonra İhmalyan’ın otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü’nü de basacaktır. İhmalyan, hayatını kaleme alırken neleri söylemekten imtina ettiğine dikkat çeken bir yazı için bkz. Nevzat Onaran, ‘Vartan İhmalyan’ın Ermeni deyip de yaz[a]madığı!,’ Evrensel, 12 Ocak 2017, https://goo.gl/SqeZub, Son Erişim Tarihi: 1 Eylül 2017.
[v] En son kontrol ettiğim tarih 2014’tü. Daha sonra İhmal Amca’nın kitaplarının yeni baskısı yapıldı mı veya Can Yayınları söz konusu özgeçmişi değiştirdi mi, bilemiyorum.

Yön Dergisi 1964 Rum Tehciri'ni Nasıl Gördü?

$
0
0
12 Eylül 1980 darbesini bir dönüm noktası olarak alırsak, bunun öncesinde Türkiye solunun “azınlık meselesi”ne olumlu anlamda ürettiği özel bir tez bulmak mümkün değildir.[1] Kabaca 1920’lerden (öncesindeki daha çoğulcu siyaseti dışarıda bırakarak) 1980’lere kadarki süreçte, sol siyaset “gayrimüslimlerin çoğunluktan farklı olarak başlarına gelenleri” zaten “bir sorun olarak görmemiştir.”[2] Bunun da ötesinde, Türkiye solunun bireysel veya kitlesel olarak çok etkili isimleri ve hareketleri genellikle bu durumlar karşısında devletin tavrını desteklediği veya bizzat fail pozisyonunda yer aldığı söylenebilir. Söz konusu pozisyonun en önemli örneklerinden birisi de Yön dergisi (1961-67) ve çevresidir.

Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, İlhan Selçuk, Cemal Reşit Eyüboğlu, Hamdi Avcıoğlu ve bu isimleri bir araya getiren Doğan Avcıoğlu tarafından kurulan Yön dergisi ve daha sonra Avcıoğlu’nun tek başına yola devam ettiği Devrim dergisiyle (1969-1971)[3] birlikte düzenli bir yayını aşacak boyutta, tarih tezleri, Türkiye sorunlarına reçeteleri, bu reçeteleri uygulamaya koyacak bir iktidar tahayyülü ve en önemlisi, bu iktidar tahayyülünü gerçek kılacak belirli yöntemler öne sürmesiyle Türkiye solu için belirleyici önemi haiz bir “hareket” olmuştur. Hareketin etki gücü, 1971’de Madanoğlu Cuntası’nın gerçekleştiremediği darbe sonrasında sönümlenmesine rağmen, Avcıoğlu 12 Eylül Darbesi’ne kadar Osmanlı-Cumhuriyet tarihini Marksist açıdan ele alma iddiasındaki kitaplarıyla (Milli Kurtuluş Tarihi ve özellikle Türkiye’nin Düzeni) sadece Türkiye solunun birçok kesimini değil, ordu içerisindeki sol eğilimli yapılanmaları ve popüler kültürü de önemli ölçüde etkilemiştir.
Sol düşünce tarihine derin bir iz bırakan Yön Hareketi, 1964’te Kıbrıs meselesi öne sürülerek Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumların sınırdışı edilmesine ve onlarla birlikte giden aileleriyle birlikte en az 30 bin Rum’un Türkiye’den gönderilmesine tanıklık ettiler. Özellikle Kıbrıs meselesi üzerinden meseleye dair devletin uygulamasından yana belirgin bir şekilde tavır aldılar. Bu bağlamda, derginin en önde gelen yazarları Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’un yazılarında ön sürülen siyasi pozisyonu ve tarih tezlerini incelemek, genel olarak sol siyasetin çizgisini tespit etmek adına anlamlı olacaktır.
Yöncülerin Rum Tehciri’ne Bakışı
1950’lerin ortasından itibaren Türkiye gündemini sıklıkla meşgul eden Kıbrıs meselesiyle Gökhan Atılgan’a göre Türkiye solu içerisinde ilk kez Yön dergisi ilgilenmiştir ve Kıbrıs’ta Türkiye adına bir buhranın yaşanacağını duyurmuştur.[4]İlk olarak, Lefkoşa’daki iki camide bombaların patladığı ve Kıbrıs Türk liderliğine muhalif Cumhuriyetgazetesinden Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’in öldürülmesi üzerine Yön dergisi, Kıbrıs’taki Türk liderliğini cemaatin birliği ve bunu sağlamak için uygulanan yöntemler konusunda uyarır.[5] Ocak 1963’te Ada’da yine siyasi gerilim yaşanması üzerine, dergi bu kez İnönü hükümetini Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenmediği konusunda eleştirir ve Kıbrıslı Rumların Ada’da tam hakimiyeti sağlamak üzere olduğunu belirtir.[6]Son olarak Avcıoğlu, Kıbrıs’ta Türkiye için yaklaşan büyük tehlikeden bahsetmiş ve Kıbrıs’ta bugün kaynayan kazanların yarın Türkiye’nin üç büyük sorunundan birisi olacağını belirtmiştir.[7]Ada’da gerilim giderek yükselirken, Türkiye, 22 Şubat 1962’deki girişimin ardından Albay Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’te kalkıştığı ikinci başarısız darbe teşebbüsüyle sarsılır. Haziran 1963’te ise Yön dergisi Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Cemal Hüsnü Taray ve Bahri Savcı’nın yazıları bahanesiyle kapatılır.[8]Ancak esas gerekçe, Yön dergisi ile Albay Aydemir ve ekibinin en azından fikri düzeydeki yakın ilişkisidir.[9]
14 ay sonra 25 Eylül 1964’te dergi yayın hayatına tekrar başladığında, Kıbrıs meselesi artık Türkiye solunun milli davası haline gelmiştir. Bu mesele, sol için milliyetçilikten beslenen anti-emperyalizm/-Amerikancılık momentumunun zemini haline gelmiştir. Bu süre zarfında, Aralık 1963’te Kıbrıs’ta yeniden çatışmalı sürece girilmesi, Türkiye’de Patrikhane ve Rumları yeniden hedefe koyacaktır. Dönemin basınında yükselen Rum düşmanlığı, Şubat 1964’te Adalet Partisi (AP) Manisa Milletvekili Hürrem Kubat’ın Türkiye’de yaşayan Yunan uyruklu Rumlarla ilgili verdiği soru önergesiyle başka bir boyuta taşınır. Ardından İnönü hükümeti, 16 Mart 1964’te Türkiye ve Yunanistan arasında 1930 yılında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshettiklerini açıklar. İki ülke vatandaşlarına diğer tarafın ülkesinde serbestçe ikamet etme hakkı tanıyan bu anlaşmanın iptali, Türkiye’nin Yunanistan’a verdiği ilk gözdağıdır. Yunanistan’dan beklediği geri dönüşü alamayan Türkiye, anlaşmada yer alan iptal kararı için karşı tarafı altı ay önceden uyarma koşulunu da aşarak sınırdışı işlemlerine derhal başlar. Yunanistan vatandaşı dört Rum iş adamından oluşan ilk kafile, 31 Mart 1964’te sınırdışı edilirken, tehcir giderek büyüyerek kafileler halinde kademe kademe Eylül 1964’e kadar devam eder. Yunanistan’daki hanedan düğünü dolayısıyla ara verilen tehcir, Nisan 1965’e kadar durdurulacaktır. Nisan’da çıkarılan yeni bir yasayla bu kez istisnasız tüm Yunanistanlı Rumlar sınırdışı edilecek ve bu işlem Haziran 1965’e kadar sürdürülecektir. Sınırdışına çıkarılacağı tebliğ edilenlere iki günden 15 güne (genellikle 48 saat) kadar süre tanınır ve 20 kiloluk bir valiz ile 200 Türk lirası (dönemin kuruyla 22 dolar) para çıkarma hakkı verilir.[10]Nihayetinde, toplamda yaklaşık 12.500 Yunanistan pasaportlu Rum sınırdışı edilirken, en az 30 bin Türkiyeli Rum’un da göç ettiği tahmin edilir.[11]
Tehcir edilen Rumlar Yunanistan sınırından geçerken (Kaynak: 20 Dolar 20 Kilo sergisi) 
Yön, 1964 Rum Tehciri’nin tüm canlılığıyla gerçekleştiği Mart-Eylül döneminde kapalı olduğu için derginin bu konuyu doğrudan ele alan yazı sayısı bir hayli kısıtlıdır. Kıbrıs’la ilgili haberler ve yazıların çok önemli bir kısmında (İbrahim Çamlı’nın Eylül 1964’ten başlayarak aralıklarla Nisan 1965’e kadar süren Kıbrıs yazıları serisi) sınırdışı edilen Rumlardan bahsedilmezken, Samim Kocagöz, Ahmet Şükrü Esmer ve Niyazi Berkes gibi yazarlar mesele üzerine önemli yazılar kaleme alırlar. Özellikle Berkes’in Ekim-Aralık 1964 tarihlerinde yazdığı beş yazısı, Rumlara ve özellikle Ekümenik Patrikhane’ye yönelik düşmanca tavrıyla dikkate çekicidir.[12]Derginin kurucu kadrosundan İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu’nun yazıları ise derginin meseleye dair “resmi” çizgisini ortaya koyar.
“Demirel’in Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek”
İlhan Selçuk, bu konudaki ilk yazısını 30 Nisan 1965 tarihli dergide yazar.[13]Selçuk, sadece Rumlara karşı değil Ermeniler ve Kürtlere karşı hasmane tutum takınır ve açıkça bu grupları emperyalizmin uzantısı olarak mimler. Yine de, Selçuk, Türkiye’deki Yunan uyruklular ve Patrikhane üstüne yapılacak baskılardan medet umulmasının yanlış olduğunu ima eder. Zira Batı’nın bu hamlelere karşı nasıl tavır alacağı dünden bellidir ve bu durum, Selçuk’a göre Türkiye’nin yararına değildir.
Selçuk, tüm meseleyi “Batı kapitalizminin Türkiye üzerine oynadığı oyunlar” çerçevesinde görmektedir. Bu bağlamda, Helenizm de “Batı kapitalizminin Ortadoğu’da Türkiye’yi tehdit eden temsilcisi”dir ve Kıbrıs üzerindeki dilekleri bu minvalde ortaya çıkmıştır. “Belli merkezler,” Helenizm’in yanı sıra “Ermenistan ve Kürdistan davalarını da tahrik ederek” ortaya atmıştır. Zira “Milli Misak dışında kalmış Rumlar, Ermeniler ve Kürtler,” Türkiye’ye karşı “Doğu Akdeniz’den Amerika’ya uzanan örgütlenme içindedirler.”
Dolayısıyla, Selçuk’a göre Türkiye’nin esas yapması gereken, Batı emperyalizmiyle olan ilişkiyi bozmak veya tekrar kurmaktır. Türkiye “hasta adam” olarak yatağa tekrar uzanmamalıdır. Öyle olursa, Batı mahut olan tavrını sergileyecek ve Türkiye’nin “Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’ya gömdüğü ve Ege Denizi’ne döktüğü bütün emperyalist emellerin yeniden canlandıracaktır.” Selçuk’a göre, bu şaşılacak bir durum değildir. Zira Türkiye, bağımsızlığını Selçuk’un “kapitalizmin emperyalizmi” dediği bu cepheye karşı savaşarak kazanmıştır ve bu oyunlara alışkındır. Hal böyleyken, hükümetin tehcir ve Patrikhane’ye baskı yapmasının Türkiye’ye bir getirisi olmayacaktır. Selçuk, zaten New York Times ve Guardian’da çıkan haberlerden örnek vererek Batı’nın tavrının bu konuda çok açık olduğunu belirtir. Bu algı, Selçuk’un bu hamleleri Batı’ya koz vermek olarak görmesi anlamına gelmektedir.
Yön'ün 6 Mayıs 1966 tarihli sayısı
Selçuk, yaklaşık bir yıl sonra yazdığı bir diğer yazıda bu kez esas hedefi Patrikhane’ye karşı vaat ettiği hamleleri yapamayan AP ve Süleyman Demirel’dir.[14]Selçuk’a göre, bu noktadaki sorun bu hamlelerin yanlışlığı değildir, zira bunların yapılması gerektiğini yazısının sonunda belirtir. Ona göre esas sorun, AP’nin yerine getiremeyeceği sözleri yüksek sesle dile getirmesidir. Bu durumu yaratan, elbette ki, Patrikhane ve onun şüpheli ilişkileridir. Selçuk, bu çerçevede Patrikhane’yi emperyalizm ve kapitalizmle kuvvetli bağları olan ve Türkiye için tehlikeli hedefleri olan bir kurum olarak hedefe oturtur.
Selçuk’a göre, o dönemde AP çevrelerinde Patrikhane’yi sürmek ve Ayasofya’nın minarelerinde ezan okutmak lafları yükselse de, Demirel’in Amerikancılığı ve ABD’yle olan bağları bu vaatlerin önündeki en büyük engeldir. Zira AP, “aziz dostu” olan ABD’yi “Ayasofya ve Patrikhane konularında kızdırmamak yönünde hareket etmektedir.” Çünkü Selçuk’a göre, ABD’nin iş adamları çevresi, “Ortodoks kilisesinin en yüksek ruhani makamını korumaktadırlar” ve “[E]kümenik Patrik, Amerikan kapitalizminin içinde önemli bir tesir mevkiinde bulunmaktadır.” Patrikhane, “Amerikan [O]rtodokslarıyla sıkı-fıkı ilişkileri”ne güvenerek, kendisini “Türkiye içinde sağlam ve sarsılmaz bir örgütün başı saymaktadır” ve Türkiye toprakları üzerinde “tehlikeli” oyunlar oynamaktadır:
(…) Bizans kilisesinin devamı ve Amerika’nın desteklediği Yunan hülyalarının sağlam kalesidir Patrikhane… Patrikhane metropolitleri, Anadolu şehirleri üstündeki Yunan iddialarını [u]nvanlarında taşımaktadırlar. Konya Metropoliti, Antakya Başpiskoposu, Alaşehir [M]etropoliti, Silifke [M]etropoliti, Bizans devrindeki bölümlerin ruhani başkanları gibi davranmaktadırlar.
Bu duruma rağmen AP, Patrikhane ile Enosis ve Ayasofya arasındaki bağı kurmaktan yoksundur, çünkü Süleyman Demirel ABD’nin nüfuzu altındadır ve ona göre Patrikhane ciddi bir tehlike arz etmemektedir. Dolayısıyla, “Süleyman Demirel’in ‘Müslüman görünüşlü iktidarı’ndan Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek ve Patrikhaneyi sınır dışı etmesini ummak bu şaşkınlığın sonucudur.” Selçuk’a göre, Demirel hükümetinin “haddi olmasa” bile “Ayasofya minarelerinde ezan okutmak ve Patrikhane’yi yola getirmek” Amerikan kapitalizminin hoşuna gitmeyeceği için atılması gereken hamlelerdir.
“Rum’un kazancı Enosis’e akar”
Dergide Avcıoğlu’nun bu minvalde yazdığı diğer yazılar Yönimzasıyla yayımlanır.[15]Avcıoğlu, bu yazılarda derginin tehcir karşısında yukarıda belirtilen yaklaşımlarını bütüncül biçimde ortaya koyar.  Bu yazılarda, Yunanistanlı Rumların tehcir edilmesine ve Türkiyeli Rumların rehine olarak kullanılmasına bir noktaya kadar karşı çıkar. Avcıoğlu’nun eleştirdiği açık bir şekilde bahsi geçen adımların atılamaz olması değil, AP hükümetinin var olan dış politika ilişkileri içerisinde bunları yapamayacak olmasına rağmen dile getirmesinedir.
Avcıoğlu’na göre, Rumların tehciri ve rehine olarak kullanılması hakim düşünce olsa da, uygun değildir.[16] Bunu uygun görmemesinin iki sebebi vardır. İlki, ırkçılık kokması; ikincisi ise Türkiye’nin kolayca suçlanabileceği bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla, Avcıoğlu için esas nokta, Rumlara yönelik ayrımcılık ve hukuksuzluk değil, Türkiye ve Kıbrıs davasındaki haklılıktır. Zira tehcire ve Rumların rehine olarak görülmesine itirazının davayı güçlendirmeyen tutumlar olmasından ileri geldiğini belirtir. Ayrıca Avcıoğlu, Kıbrıs’la ilgili Türkiye’deki Rumları hedefleyen bir misilleme yapılmasına kategorik olarak karşı değildir ve hatta Rumların Türkiye’nin elindeki koz olduğunu açıkça savunmaktadır. Bu anlamdaki önerisi de Varlık Vergisi’ni anımsatan bir sermaye transferi tedbiridir. Böylece bu konuda daha güçlü ve haklı olunacaktır:
AP Senatörü Hüsnü Dikeçligil’in Bütçe Karma Komisyonunda yaptığı konuşma, bu yolda [ekonomik tedbirler] bir işaret vermektedir: ‘Türk ticareti 5 bin Rum’un elindedir. Bu meseleyi ele almak, ne faşistliktir, ne de ırkçılıktır. İthalatımızın yüzde 95’i başkalarının elindedir. Bu kazancın bir kısmı Enosis için Yunanistan’a, bir kısmı da İsrail’e akar.’ Türkiye’nin zararına sağlanan bu kazançları önleyecek bir dış ve iç ticaret politikası, bir topluluğu bütün olarak hedef tutan politikalardan çok daha güçlü ve haklıdır.
Avcıoğlu, AP’li senatörün önerisini önemli bulsa da, Selçuk gibi, bunun AP’nin sürdürdüğü politik çizgiyle yürütülemeyeceğini düşünmektedir. Zira AP destekli Ürgüplü hükümeti, hem ABD’den Kıbrıs meselesi için medet ummaktadır hem de Athenagoraslı şekliyle ABD’nin eseri olan Patrikhane’yi yurtdışına çıkarmaktan bahsetmektedir. Avcıoğlu’na göre, bu mümkün değildir; ancak yapılması gereken ise Türkiye’nin elindeki kozlardan, yani Rumlardan, emperyalizme karşı bir politikanın parçası olarak faydalanmasıdır. Bu da yukarıdaki alıntıda ileri sürülen ekonomik tedbirin uygulanmasıyla mümkün olacaktır.
Avcıoğlu’na göre, anti-emperyalizm bağlamında alınacak bir diğer önlem ise Patrikhane’nin evrensellik iddialarına son verilmesidir. Patrikhane’yi Yunan emperyalizminin en güçlü aracı olarak gören Avcıoğlu, metropolitlik bölgelerinde Rum kalmamasına rağmen bu isimlerin değişmemesinden dem vurur. Bunun sebebi, Patrikhane’nin bu yerleri halen Ortodoksluk toprağı sayması ve geçici Türk işgali altında görmesidir. Athenagoras, bu “cesarete,” Avcıoğlu’nda göre, ilk olarak ABD’nin öngördüğü politikaları güden Menderes döneminde uluslararası diplomasi alanına çıkarılmasından almaktadır. Athenagoras’ın tek parti rejimi sırasında ABD’den geldiği gerçeğini DP iktidarına atfeden Avcıoğlu, bu noktadan sonra da tarihsel gerçekleri çarpıttığı bir Athenagoras portresi ortaya koyar. Ona göre, Athenagoras, Milli Mücadele sırasında İstanbul’da Kuvayı Milliye aleyhine çalışan Mavri Mira Cemiyeti’nin başındadır ve savaşın Türkiye’nin zaferiyle sonuçlanmasıyla nasıl olduğunu Patrikhane çevrelerince gizli tutulan bir yolla ABD’ye kaçmıştır. Bunun gizli tutulmasının sebebi de Patrik’in tekrar Türk uyruğuna girmesinin önünde engel oluşmaması sağlamaktır.
Yön'ün 23 Nisan 1965 tarihli sayısı
Athenagoras yönetimindeki Patrikhane, 1960’larda ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin desteğiyle yeniden Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmiştir. Ancak Türkiye sadece Patrikhane tehdidiyle değil, “saldırgan Rum milliyetçiliğinin emrindeki ruhani enternasyonalle karşı karşıyadır“ ve bu enternasyonalin hedefi Türkiye aleyhine bir “Rum genişlemesi”ni mümkün kılmaktır. Bu hedefin ilk başarılarından biri ise “manen ve maddeten çöken Heybeliada Ruhban Okulu’nu kurtarması ve Türk hükümetinin [DP iktidarı] bu okulu ‘Yüksek Din Okulu ve Fakültesi’ olarak kabul etmesidir.”[17]Bu durumdan cesaret alan Athenagoras, “Patrikhane’nin hesaplarını incelemeye gelen müfettişleri çevirebilmektedir,” yani devletin iradesi ve iktidarına karşı gelebilmektedir.
Avcıoğlu’na göre, Kıbrıs meselesi ve Patrikhane tehdidi karşısında tek çözüm, “Türkiye’nin Atatürk’ün dış politikasına dönüşü” olmalıdır; yoksa Kıbrıs’ta “milli haysiyet ve gururumuz ile birlikte uçup gidecektir.” Aksi takdirde Türkiye’nin olduğunu düşündüğü mevcut iktidarıyla bu sorunu çözemeyeceğini öngörmektedir. Zira “basını, ruhanileri ve devletleriyle güçlü bir emperyalist cephe,” “dış politikada Anglosaksonlara bağlı olan” Türkiye’nin Patrikhane’yi yurtdışına çıkarmasını engelleyecektir.
Zira Avcıoğlu’na göre, mevcut hükümetin bu bağlamdaki Lozan’ı değiştirme ve Patrikhane’yi yurtdışına çıkarma tehditleri,” birer blöf olarak görülmekte ve etkisiz kalmaktadır.”[18]  Zaten Ürgüplü hükümeti de bir “iki ateşli beyandan sonra,” bu tür düşünceleri unutmuştur. Bu bağlamda, Avcıoğlu da bir önceki yazıda ortaya attığı bir iddiayı unutur. Bir hafta önce, Athenagoras’ın Patrikhane’nin hesaplarını inceletmediğini öne süren, Avcıoğlu, bu kez bu denetlemenin yapıldığını savunur. Ancak Avcıoğlu’na göre, bu adım, “‘evin namusunu kurtarmak’tan başka bir derde deva getirmeyecektir.” Hatta mevcut siyasi konjonktür içinde hükümetin bu adımı “Anglosakson kamuoyunu ve hükümetlerini tamamen aleyhimize çevirecek tedbirler”den birisidir.
Avcıoğlu, bu meyandaki son yazısında yine söz konusu meseleye dair izlenen siyaseti eleştirir.[19] Bu kez Türkiye’nin dış politikada NATO’ya bağımlı olmasından dem vurur ve hükümetin Kıbrıs meselesine dair beyanlarını Yunanistan’a masaya oturtmak için yakarışlar olarak değerlendirir. Ona göre, Patrikhane’nin tasfiyesi, Rumların sınır dışı edilmesi ve Lozan Anlaşması’nın değiştirilmesi bu yüzden ortaya atılmıştır. Ancak hem Atina bu tehditlere aldırmayınca hem de NATO ülkelerinden ikazlarda bulununca, hükümet bu politikaları tamamen değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bitirirken
Yön dergisinde Kıbrıs meselesi bağlamında yayımlanan yazıların önemli bir kısmı, Rum Tehciri ile Türkiyeli Rumlara ve Patrikhane’ye yapılan baskıları görmezden gelir ve hiç değinmez. Kristina Boreus’un medyada söylemsel ayrımcılıkları sınıflandırırken belirttiği gibi, “görünmez kılma,” hedef alınan gruptan hiç bahsetmeyerek o gruba yapılanları hasıraltı etme, o grubu “dışlama” metodudur.[20]Bu anlamıyla, derginin tehciri görmezden gelme tavrı örtük bir ayrımcılığa işaret eder.
Selçuk ve Avcıoğlu’nun yazılarında görülen derginin daha açık ayrımcı tavrı ise özellikle Ekümenik Patrikhane üzerinden Rumları doğrudan hedef alan yazılarda ortaya çıkar. Yazılar iki temel eksende yoğunlaşır. Bunlardan ilki, Patrikhane’nin tarihsel olarak oynadığı “yıkıcı rol”dür. Bu tez, özellikle dönemin sağ-muhafazakar basınının mütemadiyen gündeme getirdiği Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılması teklifinin[21]tarihsel zeminini oluşturur. Bizans ve özellikle Osmanlı’nın çöküşünün merkezine yerleştirilen anlatı, bin yılı aşan bir tarihsel hattı takip ederek, 1960’larda Türkiye’nin yaşadığı yönetimsel ve siyasi sorunların kaynağı olarak da Patrikhane’yi gösterir. İkinci temel eksen ise dönemin Ekümenik Patriği Athenagoras’ın ABD’yle olduğu iddia edilen ilişkisidir. Athenagoras, Yön’ün yükselttiği anti-emperyalist sol söylem için kullanışlı bir figürdür. ABD’den patrik olması için getirilmiş ve DP döneminde bir süre ciddi anlamda itibar görmüştür. Dolayısıyla, kökü dışarıdadır, NATOcu ve Amerikancıdır. Aynı zamanda, bu geçmişten ötürü bu hattın Türkiye’deki “işbirlikçisi” görülen sağ-muhafazakar siyasetle (Ürgüplü ve Demirel hükümetleri) ilişki içerisinde kabul edilir. Her iki eksende ilerleyen yazıların vardığı sonuç, Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasının gerekliliğidir.
Selçuk ve Avcıoğlu’nun yazıları da bu çizgiyi takip ederken hem Patrikhane’nin yurtdışına çıkarılmasını hem Rum Tehciri’ne daha temkinli yaklaşıyor gibi gözükür. Bu yazılarda tehcirin veya olası bir Patrikhane’nin ülkeden çıkarılması hamlesinin yanlış bir politika olduğu yönelik tavır nettir. Ancak bu yazıların üzerinde durdukları mesele Rumların başına gelenler veya bu hamlelerin yarattığı/yaratacağı hukuksuzluk ve ayrımcılık değildir. Tersine bu yazıların müellifleri, ülkenin uluslararası politikada zemin kazanması veya Türkiye’nin istediğini elde etmesi uğruna yapılabilir hamleler olarak görürler. Ancak duydukları esas kaygı, Türkiye’nin bu hamlelerle uluslararası kamuoyundaki imajının bozulması ve Kıbrıs meselesi çerçevesinde haklılığını yitirecek olmasıdır.

* Bu yazı, Toplumsal Tarih dergisinin Ocak 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Emre Can Dağlıoğlu


[1] Bu noktada, 1980’lerden itibaren sol adına üretilen bilgi ve siyasetin de geçmişle yüzleşme, hafızalaştırma ve eşit vatandaşlık bağlamında ortaya ne koyduğu tartışmalıdır. Kısaca, bu kapsamda üretilenlerin genellikle kendini sorgulamayan, üstün gören, genel bir duyarsızlıktan ve empati kuramamadan mustarip olduğunu söylemek kanımca haksız olmayacaktır. Ancak bu tartışma tamamen başka araştırmaların konusudur.
[2] Elçin Macar (2008), ‘1960’lardan 2000’lere “Sol ve Azınlıklar”: Gecikmiş Bir Birliktelik,’ Murat Gültekingil (ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 1237.
[3] Ancak Yön ile Devrim dergileri, “tek bir zincirin birbirinin devamı olan halkaları” değillerdir. Özellikle Yön’ün 1965 yılına kadar olan demokratik siyaset içinde mücadelesi ile Devrim’in askeri darbe yoluyla iktidarı ele alma isteği, siyasi yöntem olarak farklı mevkilerde konumlanırlar. Süreç içerisindeki bu değişim, aynı zamanda 60’lar solunun önemli bir damarının siyasi serüvenidir. Ergün Aydınoğlu (2011), Türkiye Solu (1960-1980), İstanbul: Versus Kitap, s. 87.
[4] Gökhan Atılgan (2002), Yön-Devrim Hareketi: Kemalizm ile Sosyalizm Arasında Geleneksel Aydınlar, İstanbul: TÜSTAV Yayınları, s. 191. Genel olarak Türkiye solunun Kıbrıs meselesine bakışı için bkz. Abdullah Korkmazhan, (2017), Türkiye Solunun Kıbrıs Çıkmazı, Lefkoşa: Yayınevi yok.
[5] Yön (1962), ‘Kıbrıs: Cinayetler!,’ 20, s. 15.
[6] Yön (1963), ‘Kıbrıs Meselesi,’ 56, s. 4.
[7] Doğan Avcıoğlu (1963), ‘Kıbrıs,’ Yön, 70, s. 11.
[8] Hikmet Özdemir (1986), Kalkınmada Bir Strateji Arayışı: Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi, s. 56.
[9] Bunun en büyük göstergesini Hikmet Özdemir şu gerekçelerle açıklar. Bahri Savcı’nın kapatılmaya konu olan yazısı 1963 yılında Demokrasimiz Üzerine Düşünceler isimli kitabında aynen yayınlandığında, herhangi bir kovuşturmaya uğramamıştır. Yöndergisi, 1964 Eylül’ünde tekrar yayınlanmaya başladığında da Yön’ün açtığı karşı dava halen sonuçlanmamıştır. Bunlar, kapatma cezasının dönemin yetkilileri tarafından Aydemir hareketiyle Yön’ün yakın ilişkisi göz önünde bulundurularak verildiğinin açık bir göstergesidir. Özdemir, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı, s. 56-7.
[10] Hülya Demir ve Rıdvan Akar (1994), İstanbul’un Son Sürgünleri, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 72.
[11]a.g.e., s. 91.
[12] Bu yazılardan dördü daha sonra kitap haline getirilerek basılacaktır, bkz. Niyazi Berkes (2002), Patrikhane ve Ekümeniklik, İstanbul: Kaynak Yayınları.
[13]İlhan Selçuk (1965), ‘Amerika, Yunanistan… Ve biz!,’ Yön, 109, s. 3.
[14]İlhan Selçuk (1966), ‘Bu iktidarın iktidarı nereye kadardır?,’ Yön, 160, s. 3.
[15] Bu imzayla çıkan yazılar, İlhan Selçuk’un ifade ettiği gibi Doğan Avcıoğlu tarafından yazılır, akt. Gökhan Atılgan (2016), ‘Doğan Avcıoğlu: Geleneksel Aydınların Son Çığlığı,’ Emir Ali Türkmen ve Ümit Özger (ed.), Türkiye Solundan Portreler içinde, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 429.
[16] Yön (1965), ‘Kıbrıs’ı, dümen suyu politikası yüzünden kaybetmek üzereyiz!,’ 108, s. 5-6.
[17] Avcıoğlu’nun sözünü ettiği uygulama, 1951 yılında Heybeliada Ruhban Okulu’nun Milli Eğitim Bakanlığı emriyle “Teoloji İhtisas Okulu” olarak isimlendirilmesidir. Böylece ruhban okulu, üç sınıflı lise ve dört sınıflı teoloji ihtisas bölümlerinden oluşan yüksek okul statüsüne kavuşmuştur. DP iktidarı sırasında ruhban okulu için bir diğer önemli gelişme de 1952 yılında çıkarılan ek yönetmelikle yabancı memleketlerden gelen ve Türkçe bilmeyen öğrencilerin de okula kabulüne izin verilmesidir. Elçin Macar, (2012), Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 292-3.
[18] Yön (1965), ‘Ümit ölmez,’ 109, s. 5.
[19] Yön (1965), ‘Birleşmiş Milletler’den NATO’ya,’ 111, s. 5.
[20] Kristina Boreus (2006), ‘Discursive Discrimination: A Typology,’ European Journal of Social Theory, 9 (3), 415.
[21] Dönemin basınının Kıbrıs meselesi ve tehciri nasıl yansıttığına dair bütüncül bir değerlendirme için bkz. Ceren Sözeri (2016), ‘Kıbrıs Meselesinin Rehineleri: Basının Gözüyle 1964 Sürgünleri,’ Hakan Yücel (ed.), Rum Olmak Rum Kalmak içinde, İstanbul: istos Yayıncılık, 39-66

Cemal Kafadar: 'Tarihçinin marangozdan hiçbir farkı da, üstünlüğü de yoktur'

$
0
0
Ülkenin ve akademinin içinden geçtiği yıkıcı süreç, Modus Operandi‘yi ve arşivinin olduğu internet sitesini tarihin tozlu raflarına kaldırdı. Derginin ilk sayısında, Emre Can Dağlıoğlu, Emrah Göker ve Ümit Kurt, büyük bir heyecan ve hevesle, Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Cemal Kafadar'la tarihçilik ve tarihyazımı üzerine sohbet etmişti. Modus Operandi'nin sitesinde de epey ilgi gören bu mülakata artık maalesef erişilemiyor. Bu güzel sohbeti, bu blogda saklamak istedik. Keyifli okumalar...
Cemal Kafadar
- En temelde, sizinle sosyal bilimler disiplini içerisinde bir meslek olarak tarihçiliği kimlerin yaptığını, niye yaptığını, nasıl yaptığını konuşmak istiyoruz. Şöyle başlayayım, tarihçilik nedir? Tarihçilik zanaatının içine siz nasıl girdiniz? Bu zanaatla nasıl hemhal oldunuz?
Silahtar Tarihi’nde II. Mustafa’yla ilgili şöyle bir hikâye geçer: Sarayın resmi tarihçisi Silahtar, sürekli Sultan’la beraberdir. Yanlış hatırlamıyorsam, sefere giderken darda kaldıkları bir gün, ıspanak yerlerken, Silahtar’a döner der ki: “Şimdi benim kara ot yediğim de girecek mi tarih kitabına?” Ve biz dolayısıyla bu hikâyeyi Silahtar Tarihi’nde okuruz. Padişahın bile kafasında, tarih kitabına ne girecek, ne girmeyecek, ne girmeli, ne girmemeli, girmeliyse hangi bağlamda yer almalı gibi sorular vardır. Bu sorunsal, şimdi dahi geçerlidir. Birçok tarihçi içinse cevap, güneşin altındaki her şey olacaktır. Hele şimdiki tarihçiler için, sinir sisteminin veya beynin tarihi gibi, korkunun veya renklerin tarihi gibi konular da bu zanaatın konusu edildiğine göre, tarihçinin zanaatı bir anlamda her şeyi kapsar, kapsamaya açıktır. Asıl mesele, sunun ve bunun ve dolayısıyla her şeyin tarihini yazmak değil, dünyaya bakışın, hayati algılayışın tarihselleştirilmesidir. Bu anlamda herhangi bir şey, konu, tema, olgu tarihçinin ilgi alanına girebilir. Fakat bu yine de çok netameli bir konu.
- Peki, tarihçilik bir meslek midir?
Elbette, bir zanaattır. Ben bir esnaf çocuğuyum. Rami’de yan yana küçük dükkânların içinde geçti çocukluğum. Babamın perspektifinden tezgâhtar da aynen meslek erbabı sayılır, iyisi vardır, kötüsü vardır, çıraklığı vardır, ustalığı vardır. Ben de zanaatkârları izlemeye bayılırdım o dönemde, en çok da marangozu. Çok sonralarda tanıdığım Sait Usta’ya, mesela, hayranım. Bir gün bizde çalışırken, beni televizyonda gördüğünü ve izlediğini söyledi. Ben de, “Hangi programdı?” diye sorunca: “Hocam, ben bu tür programları çok izlerim ama hocaların ne konuştuğunu pek dinlemem,” dedi. “Ben onların arkasındaki kitap raflarına bakarım. Hangi ağaçtan yapılmış, düzgün yapılmış mı, kitapların ağırlığını taşıyor mu, bunları merak ederim.” Helal olsun, işte zanaatkârlık budur. İşine âşık. Kendi malzemesini kullanmanın en iyi yolunu bulmak ve kendini geliştirmek için her an uğraşan bir adam. Bir tarihçinin bu adamdan hiçbir farkı yoktur, üstünlüğü de yok. Marangozlar, malzemelerini çok iyi bilmek zorundadır. Cevizden, gülden ne olur, testere nereye vurulmalıdır gibi şeyleri çok iyi bilirler. Arşiv belgesini yorumlamak ve günlük okumak da tam buna benzer şeylerdir. Yeni malzemeleri tanımak zorundasınız iki alanda da. Çevre tarihi, her zaman orada olsa da, daha önce bakılmadığı, öyle yorumlanmadığı için yeni bir alan. Marangoz için de daha önce kullanmadığı bir ağaç türü, doğada var olsa da yenidir ve onu tanımalıdır. Marangoz nasıl işi ustasını izleyerek öğreniyorsa, tarihçi de işi iyi yapanı çok dikkatli takip etmelidir. Örneğin, iyi dipnot nasıl yazılır anlamalıdır. Yıllarca öğrencilerime hep metinle dipnot arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna ve dipnotun nasıl işlevselleştirildiğine dikkat etmelerini tavsiye ettim. Sonuçta bunun da bir tarihi var, Anthony Grafton’ın Footnote: A Curious History kitabına bakınız. 17. yüzyılda Kartezyen düşünceye karşı ortaya çıkan bir enstrüman yıllar içinde bambaşka bir hale gelmiş. Bunun gibi bizim zanaatın en küçük parçalarının hikâyesinin bile hakkını vermesi gerekir tarihçinin. Bu sebeple, dipnotun da, bibliyografyanın da işlevini, nedenini bilmelidir. Bunu da ancak bu işe gönül vermiş bir insan umursar.
- Zygmunt Baumann’ın intihal yaptığı suçlaması üzerine, Baumann, savunmasında dipnot, kaynakça ve dolayısıyla intihali kanonik bulduğunu söylemişti. Hâlbuki size göre, bunlar, bu zanaatın olmazsa olmazları.
Tarihçi için kaynak göstermek çok önemlidir elbette. Bunu dipnotlar vasıtasıyla yapmak zorunda değilsiniz. Ancak kaynak gösterme çok eski tarihlere dayanır. Dipnot denilen modern enstrüman ortaya çıkmadan önce de, yazarların kendine göre notlandırma yöntemleri vardı. Örneğin, Şeyh Bedreddin’in veya Memlük dönemi Kahiresi’nde onun hocalarının eserlerine bakarsanız, onların da, kitapların giriş kısmında, metinde atıf yapılacak eserlerin kısaltmalarının listesini verdiğini ve metinlerinin içinde bu kısaltmaları kullandıklarını görürsünüz. Dolayısıyla farklı araçlar kullanılsa da, kaynak gösterme kaygısı baki.  Baumann’ın cevabına gelince, öncelikle başkalarından aldığı fikirleri ve kavramları belirtmeye ömür boyu özen gösterdiğini söylüyor, yani kaygı aynı, ama prosedürel uygulamaların teknik boyutlarının önemli bir fark yaratmadığını söylüyor, yanlış anlamadıysam.  Meselenin detaylarına bakmak lazım. Benim dipnottan söz etmemin nedeni, hiçbir ayrıntının dış kapının mandalı sayılmaması gerektiği.  Daha önemlisi, dipnot falan bir yana, tarihçinin malzemesini, mümkün olduğu kadar çok çeşidiyle, iyi tanıması, iyi kullananlardan öğrenmesi, en nitelikli ve en kullanışlı haliyle yorumlayarak sunabilmesi.
- Bu anlamda, özgün tarihsel bilgi üretimi nasıl yapılıyor?
Tarihçi deyince ilk akla gelen isim olan Herodot, birçok şifahi kaynak zikreder. Bugünkü tarihçiler pek kullanmasa da, Herodot’un esas kaynağı duyumlardır. Tek tük isim zikreder, ancak çoğunlukla bir gruptan bahseder ve yine kaynak göstermiş olur. Bu zaman içerisinde evriliyor elbette. Kaynakların güvenilirliği hep tartışmaya açıktır, bu sadece tarih için geçerli olan bir şey değil. Osmanlı tarihinde de böyle bir tartışma vardır. Aşıkpaşazade tarihi, birçok şifahi kaynakla dolu olsa da, bir de yazılı kaynak verir. Çok genç yaşında bir keresinde, babasının arkadaşı ve Orhan Gazi’nin imamı olan kişinin oğlu Yahşi Fakih’in evinde kaldığını ve ilk dönem Osmanlı tarihini onun yazdıklarından okuduğunu ve bu dönemi aynen ondan aldığını söyler. Tamamen uyduruyordur belki. O zaman da, yani kendisinden 100-150 yıl önceki olayları anlatmak için bir kaynak bulmuş gibi yapıyor ve bunu metnin içine mahirane bir şekilde yediriyorsa, Aşıkpaşazade’yi modern edebiyatın önemli ustalarından biri olarak kabul etmemiz gerekir. Bense onun başka bir kaynak okuduğuna inanıyorum. Onu ne kadar yansıttığı tartışılır elbette ki. Aşıkpaşazade, Oruç Bey ve anonim kronikler dediğimiz bir kaynak manzumesi var o dönemde. Ondan öncesine ait, tek tük ve çok sınırlı yazılı kaynak var elimizde. 1484’e kadar Osmanlı tarihine dair yazılmış şeyler çok az sayıda. Osman Bey’in adına ilk kez Pahimeres isimli bir Bizans kaynağında rastlıyoruz. Bunun önemini ve tam anlamını Halil İnalcık ortaya çıkarmıştı.  O kaynakta, Osman Bey’in ismi ilk kez 1301 veya 1302 yılından bahsederken geçer. İnalcık’ın şimdi Yalova topraklarına denk düştüğünü tespit ettiği yerde görece küçük bir çarpışmada adına rastlıyoruz Osmanlı’nın. Bu yüzden, Yalova’nın girişine “Osmanlı Devleti’nin kurulduğu Yalova’ya Hoşgeldiniz” yazdılar birkaç sene önce. Söğütlüler küplere bindi.
Gelelim 1484’e.  İlk defa böyle geniş anlatılar ortaya çıktığını söyledik. Bu anonimler birkaç tane ve hepsi birbirine benziyor. Bu kroniklerin yüzde 60’ı böyle örtüşüyor. Aralarındaki farkları nasıl açıklayacağız, aralarındaki farklar nerede ve ne şekilde diye sorulduğunda, Aşıkpaşazade’nin farklı olduğu yerler, hep erken Osmanlı dönemi. Bunu ortaya çıkaran Victor Menage’ın söylediği gibi, demek gerçekten değişik bir kaynağı vardı, diye düşünmek mümkün, bu bir. İkinci olarak, Aşıkpaşazade’nin o erken Osmanlı dönemini anlattığı yerlerde, daha arkaik bir Türkçe kullanılıyor. Bu iki tespite dayanarak, Aşıkpaşazade daha eski bir metin görmüş olabilir diyebilirsiniz. Uydurduğunu sanmıyorum; çünkü o yıllarda Türkçe çok hızlı değişiyor. Yahşi Fakih, bunu 14. yüzyılın son çeyreğinde yazmış olsa gerek, Aşıkpaşazade ise bir yüzyıl sonra. O yüzyıl içinde Türkçenin evrimi o kadar süratli ki, bir önceki metnin bariz arkaik unsurlar içermesi çok normal, o açıdan şaşırtıcı değil. Her halükarda, her zaman yanılabilirsiniz, ama bu tür detaylara bakmadan tarih mesleğini icra etmek mümkün değil, iyi yapmak mümkün değil. Tarih zanaatında, bu işin mutfağına girmemiş birçok insana, birçok sosyal bilimciye zihni, entelektüel açıdan basit, sığ, sıkıcı gelen şeylerin çoğu bu tür şeylerdir. Şimdi Baumann’la, Weber’le, Arendt’le uğraşmak varken; gidiyorsun, “Edirne’nin fethi 1361’de mi oldu, yoksa 1369’da mı oldu?” meselesiyle uğraşıyorsun; koca (Halil) İnalcık Hoca’sın ama işte Oruç Bey’e, anonimlere, Bizans kaynaklarına filan bakarak karşılaştırıyorsun, şu tarihte almış olsalar gerek diyorsun. Yok, eğer senin kafanda ille de Agamben’ler, Heidegger’ler varsa, bu tarihçilik mesleği cazip gelmez elbette.
- Bu tür tarihçilik uzun dönem Türkiye’de etkisini korudu.
Ben bunsuz yapılamayacağını düşünüyorum. Bununla birlikte ne yaptığınız önemli. Benim yetiştiğim dönemde, 1960’lar ve 70‘ler Türkiyesi’nde sosyal bilimler ve kaba bir Marksizm tarihi hor gördü. Barkan ve İnalcık gibi bir iki kişi bunun haricinde kalmıştır. Ama onlar gibi sosyal bilimlerin diline nispeten hitap eden tarihçiler bile sonuç olarak marjinal görüldü. Onları sadece “alıp yararlanılacak” isimler olarak gördüler. O yıllarda, “asıl işi, entelektüel faaliyeti biz sosyologlar ya da bilim insanları yapıyoruz” yaklaşımı hâkimdi.
- Bir döneme kadar, Türkiye’de biraz hor görülen bir meslekten söz ediyorsunuz.
Bir yandan belirli becerilere sahip olunduğu için takdir ediliyor. Çünkü o tarihsel malzemeyi birinin sunması lazım. Ama entelektüel hiyerarşi koyduğunuzda “ciddi, derinlikli entelektüel faaliyet yapan onlar değil, biz sosyal bilimciler” gibi bir tavır vardı.
- Yani burada, doğru mu yorumluyorum, siz ne dersiniz, Türkiye için söylüyorum, bu tarz bir ötelemede, fakülteler çatışmasında tarihin aşağılara itilmesinin de tarihin kendi içinde tutuculaşmasının da bir payı yok mudur?
Kesinlikle, işin o tarafına da bakmak lazım. Bir kere tarih, tedbirli olunmazsa, tabiatı itibarıyla kendini basit bir ampirizme mahkûm etmeye müsaittir. Hem Türkiye’de tarih her yerde olduğu gibi ideolojik rüzgârlara açık, hatta devlet güdümlü üfürmelere başka birçok yerden daha da açık olmuştur, bu çerçevede de insanı maazallah yanlış yollara saptıracak entelektüel akımlardan kendini kollama güdüsü güçlü olmuştur. Zihin dünyalarında bunun getirdiği sadece tutuculuk değil, daha kötüsü tembellik. Kendinizi devlet-millet katında muteber bir ideolojinin şablonunun kollarına bıraktığınızda rahat edersiniz, yorumlama işi zorlayıcı bir iş değildir, arşivden çıkardığınız her detayı nereye yerleştireceğiniz bellidir. 1960-70’lere bakacak olursak, değişik entelektüel arayışlar bir yana, “sosyolojiye felsefeye daha çok solcu gider, tarihe ise milliyetçi-mukaddesatçı gider” gibi bir hava vardı. Bu da kendi içinde çok bir şey söylemiyor, çünkü Köprülü de milliyetçidir ama kendi dönemindeki tarihçilik akımlarına ve yöntemlerine hâkimdir, onları oluşturan entelektüel birikimi önemli ölçüde paylaşır, aynı şeyi sonrakiler için söyleyebilir miyiz?  Neyse, bu şablonu kıran insanlar vardı, ancak yaygın olarak baktığımızda bu mesleklerin profili buydu. Türkiye’nin kendi sekterliği çerçevesinde bu olgu kemikleşti. Herkes kendine benzeyeni almaktan söz ediyordu. Fakülteye öteki taraftan kimseyi alamazsın. Siz bunları okuyarak biliyorsunuzdur, çok katı bir dönemdi. Sonunda sokakta silahlı mücadeleye varana kadar bir gerilim yaşandı ve bu sürecin üniversiteye yansımaları az hunhar değildi.
- Hocam, sizin bu bütün süreçte kendi mesleki gelişiminiz nasıl temayüz etti?
Ben, üniversiteye girdiğim yıllarda, yani az önce belirttiğim bağlamda, bunu başka bir söyleşimde de belirttim, tarih okumayı düşünmedim. 1973’te ben ABD’de üniversiteye felsefe okumak için gittim. O gün nerede olduğunu bile bilmediğim Hamilton College gibi bir okuldan burs alınca, Türkiye’de üniversitenin bana vereceklerine dair şüphem olduğu için orayı seçtim. O dönemde birkaç şeyi yapmak istiyordum, ama tam ne okumak istediğimi bilmiyordum da. Türkiye’de üniversitelerde bu olgu henüz aşılmadı. 17 yaşında hukukçu olacaksın diyen bir sistem var. Ne acımasız bir şey; o çocuğun kendini bulması için ne çok tecrübe yaşamış olması gerekirken, o yıllarda verdiği kararla farklı yönelim imkânları kapanıyor. Neyse, felsefe okumaya gittim ve nitekim üniversitede felsefe okudum. Tarihçi olmayı hiç aklımdan geçirmiyordum, ama bir yandan da tarih okuyordum hep. Yukarıda tartıştıklarımıza bağlamında belirtilmesi gereken şöyle bir eğilim de vardı aslında Türkiye’de: Toplumu düşüneceksen muhakkak tarihle ilgili bir şeyler okuyacaksın. Şerif Mardin’e öykünüyorsan, Ömer Lütfi Barkan’ı okuyacaksın, bu da vardı denklemin içinde. Barkan gibi değil, Şerif Bey gibi yapmak çok daha önemliydi. Şerif Mardin’i çok iyi bir örnek olduğu için verdim. Tarihi hakikaten derinlikli bilen bir sosyal bilimci olduğu için verdim. Farklı tarih okumalarına yaslananlar için örnek Doğan Avcıoğlu oluyordu belki. Onun da kıymeti yadsınamaz, ama Şerif Bey’le kıyaslanamaz. Bir yandan sinemaya meraklıydım. Üniversitede sinema, film dersleri alıyorum. Bunları Türkiye’de yapamayacağımı bildiğim için, o açıdan çok memnunum. Sonra, ben tarihe gitmedim, tarih biraz bana geldi. Ben edebiyata çok meraklıydım, sanat tarihi de okumaya gayret ediyordum. Bu çerçevede, beni en çok etkileyen kitaplardan birisi Sezer Tansuğ’un Şenlikname Düzenikitabıydı. Kemal Tahir gibi, Sezer Tansuğ Türkiye’nin kendine has entelektüellerindendir. Bir sanat tarihçisidir. Ben hiç tanımadım, ama geçimsiz biriymiş, kavgacıymış. Metin Erksan, mesela bunun sinemadan bir örneği. Şenlikname Düzeni küçücük bir kitap ve temel bir soru soruyordu. Bazı Osmanlı şehzadelerinin sünnet düğünü şenliklerini anlatan surnameler vardır, malum. Tansuğ kitabında, Nakkas Osman’ın 1582 düğününe ait surnamesi ile Levni’nin 1720 Surnamesi’ni ele alıyor. Mesela, 1582 Surnamesi’nde hep aynı yerde Atmeydanı’nda (Sultanahmet) günlerce esnaf geçidi yapılır, arada da eğlendirici şovlar akrobatlar cambazlar çıkar falan. İki ay boyunca şehir, büyük bir panayır gibi, Osmanlı endüstri fuarı gibi bu şenliği yaşar. Minyatürcü de her günü ayrı ayrı çizer. Bunun yazılı anlatıları var bir sürü, sonradan onlardan da okudum. Neyse, bir gün arka planda çınar ağaları var, bir gün, diyelim, erik ağacı, bir gün başkası.  Bunu gibi sabit olmasını bekleyeceğimiz birçok unsur sayfadan sayfaya değişmiş olarak çıkar karşımıza.  Şimdi Tansuğ’un benim çok kıymetli bulduğum sorusu şuydu: Bunun mantığı nedir, bu niye böyle? Ve Osman’dan Levni’ye temsil anlayışı farklılıkları nedir, nasıl açıklamalı?  Oryantalist bir kafayla yaklaşarak, “İşte Şarklı kafası, süsle de nasıl süslersen süsle” gibi işkembe-i kübradan ve tabii tepeden atmayacaksak bunun bir cevabı olmalıydı. O dönemde, elbette oryantalizm gibi bir tartışma yok. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Sezer Tansuğ gibi isimler oryantalizm lafı çıkmadan post-oryantalisttiler bana kalırsa. Bu isimlere hayranım ben. İkinci Yenicilerin bir kısmını da bu pozisyonda sayabiliriz. Sezer Bey’in sorusu buydu. Harika bir soru, ben vuruldum bu soruya. O kendine göre, Tanpınarca ifade edeyim, çünkü öyle anlamıştım ilk okumamda, daha organik ya da bütünlüklü bir dünyanın, insanının zamanı ve mekânı içinden yaşamasının yansıtılması gibi bir cevap veriyordu ve Levni’de çatışmaların belirdiği bir geçiş üslubu görüyordu. İlginç bir cevap, en azından düşündürücü, hâlâ beni düşündürüyor. Şu anda aynı derecede ikna edici gelmemekle birlikte, beni halen düşündürür. Ama asıl beni saran, sorusu ve onu cevaplandırma yolunda okurunu da yanına kattığı zihin macerası olmuştu, “rasyonel-irrasyonel”, “ileri-geri” gibi hazır kategorilerle tepeden yargılayacağına Osmanlı sanatçılarını, entelektüellerini ciddiye alıyor, o dünyayı kendi kaynaklarından ve kendini ifade etme yöntemlerinden yola çıkarak anlamaya çalışıyordu.  Ve bu çabaya değeceğini gösterecek nitelikli bir iş yapıyordu. İşte o günlerde bu tür okumalar yapıyordum ve bunların bende uyandırdığı sorular heyecanlandırıyordu beni. Sosyal bilim merakım vardı. Sosyal bilimlerin “Türk toplum yapısı nedir, nereden nereye evrilmiştir?” sorularını da beğeniyordum ama o sorulara bu tür somut malzemeye yakından bakmadan cevap veremeyeceğimi düşünmeye başladım. Dünyayı anlamak açısından, küçük ayrıntıların, sıkıcı denilen şeylerin, insanların gündelik basit uğraşlarının kıymeti gittikçe gözümde artmaya başladı. Bunu yine marangoz örneği üzerinden anlatabilirim. Marangoz ne yapıyor, bir tahta parçası olarak gül ağacını alıyor, ondan ne yapabileceğini düşünmeye başlıyor. Onun kafasında, zihninde o tahta parçası masa, dolap, hepimizin beğeneceği tasarımlı bir mobilya biçimine dönüşüyor. Marangoz, yani, bir yaratım sürecine giriyor. Sadece mobilyaya bakınca insan onun ilkel aşamasını küçümseyebilir, ya da onunla ilgilenmeyebilir tabii, bu biraz da meşrep meselesi. Zen ustası olsan, belki bütün bu aşamaları bir anda düşünüp bir hamleyle anlatabilirsin, ama çoğumuz için zahmetli bir iş, yalnız zahmetin kendisi de değerli. 
Levni'nin Sultanahmet'teki esnaf geçidi tasvirlerinden
- Çok Aristotelyan.
Sezer Tansuğ ve o tür sanat tarihi okumalarının etkisi oldu. Sonra, Hamilton’da iyi felsefe hocaları vardı. Mesela biri, Harvard’da Quine’in yanında doktorasını yaparken böyle bir iş almış bir yandan da hocalık yapıyordu.  Bize de derste Quine okutuyor. Onun bir iki teorisi var. “Gönderme” ve “çeviri” ile ilgili teorisi, mesela, İngilizcesiyle “the inscrutability of reference.” Diyelim antropoloğun biri gidiyor bir kabilenin arasına, günlük olayları kaydediyor. İşte, oradan ne zaman bir tavşan geçse insanlar “gavagay” diyorlar. Antropolog da not tutuyor ve diyor ki, “tavşan eşittir gavagay”. Ama aslında oradaki topluluğu tanıdıkça, sistemik, yapısal olarak onun çok başka bir şey olduğunu ya da “tavşan geçiyor” gibi bir cümle olduğunu öğreniyor ya da “mendebur” veya “oh oh ne mutlu” gibi bir şey olabileceğini ve gittikçe düşüncesi evriliyor. Ve sonunda da mutlak biçimde “Ben bu toplumu tanıyorum” diyeceğin bir noktaya varamayacaksın. O nedenle göndermelerin ya da atıfların kesin bir anlaşılırlığı, mutlak bir karşılığı olmadığını söylüyor. Tansuğ’u okurken, o hocaya minyatürlerin gerçekçi olup olmadığını tartışan bir ödev yapmıştım. Minyatürlerin kendine göre gerçekliği yansıtma iddiası var mıdır, olabilir mi, yoksa minyatürler, gerçekçi olma gibi endişesi olmadan yapılmamış şeyler midir? O zaman Osmanlıların kendi seslerinden minyatür hakkında ne yazdıklarına dair bir şeyler arıyorsun, diyelim Metin And’da bir paragraf görüyorsun ya da sadeleştirme metne bakıyorsun. İşte oralarda gördüklerimden bu soruya cevap olarak bir ödev yapmıştım. Hoca da beğenmişti. Marifet iltifata tabidir, malum, iltifat olunca da insanın hoşuna gidiyor. O zaman tabi şu çarptı: peki daha çok şey yapmak istiyorsan, Osmanlıca metin okuman lazım. Nasıl yapacaktım? Çocukken Rami’de bir hocadan Kur’an okumayı öğrenmiştim, hatta hıfza başlamıştım, dedem “hafız” derdi arada bana, zaten o göndermişti. Onun ölümünden üç dört yıl sonra annemin teşvikiyle, bir başka hocadan bir daha okudum. Kur’an yazısını rahatça okuyordum ama onun Osmanlıca uygulamasını hiç öğrenmemiştim. İnsan beceremiyor. Alfabeyi bilmek yetersizmiş meğer. Hatta bir yazı yazmışım kendi kendime. Arapça her harfi yan yana yazarak adımı yazmaya çalıştığımı biliyorum, çok enteresan bir şaşalama hali. Neyse, sonunda Osmanlıca öğrenmem lazım dedim. O zamanlar ara ara düşünüyorum tarihçi olur muyum, olmaz mıyım diye. Ama bunun için müktesebatını edinmem lazımdı. Birkaç yere başvurdum o zamanlar. McGill Üniversitesi’ne de başvurdum. Kabul haberini aldığım yıl, Niyazi Berkes emekli oldu. Onu tanıdım ama yanında hiç çalışamadım. Chicago Üniversitesi oldu ama yarım bursluydum, gidemezdim. Halil İnalcık Hoca sonra affetti beni. O zamanlar gidemezdim hakikaten. ABD müthiş pahalıydı. Şimdilerde doktora kabulüyle birlikte tam burs veriliyor araştırma üniversitelerinde.
- Şöyle devam edelim; O dönemde Osmanlıca öğrenmeye başlıyorsunuz. Şunu sormak isterim: O yıllarda Türkiye’de bir tarihçilik anlayışı var ve bir de Amerika’da sizin aldığınız bir donanım var. Bu iki donanımı karşılaştırabilir misiniz? Yani, Amerika’daki tarih öğretme ve tarih yapma anlayışı ile Türkiye’deki tarih öğretimi ve yapma tarzını nasıl karşılaştırırsınız?
Elbette farklıydı. Ben asıl tarih okumaya Kanada’da başladım. Kuzey Amerika ekolleri benzerdir birbirine ama Kanada’nın Avrupa’ya yakınlığı fazladır. Son senemde Hamilton College’da felsefe diploması almak için gerekli kredileri zaten bitirmiştim. Mezuniyet tezinde tarihle ilgili bir çalışma yapıp kendimi deneyeyim dedim. Tesadüf, Harvard’da doktora tezini bitirmekte olan bir Ukraynalı-Kanadalı çift Hamilton’a taşınmıştı, Orest ve Maria Subtelny. Maria, Anne-Marie Schimmel’in öğrencisiymiş meğer ve Herat’ta Hüseyin Baykara’nın sarayı çevresini, Timurlu dönemi Orta Asya kültür hayatı çalışıyormuş. Onun çok katkısı oldu, Osmanlıca için çok teşvik etti. Osmanlı kaynaklarını okumadan bir şey yapamazsın diyordu. Mezuniyet tezini 19. yüzyıl Osmanlı gazeteciliği üzerine yazmıştım. Ama gönlümde daha eski dönemleri çalışmak vardı. Maria bana “eski-yazı” Nasreddin Hoca fıkraları verdi. “Sen Arap alfabesi biliyorsun, Kur’an okuyorsun, al bunları oku, zorlanacaksın ama zorlan” dedi. Bu, Türkiye’deki Osmanlıca tartışması var ya, birebir ona girmek istemiyorum. Bizim eski bir meselemiz bu. Tarih ve sosyal bilim eğitiminde çok önemli ve gereklidir. Zorunlu olsun, seçmeli olsun tartışması, bir yana Türkiye’de sosyal bilim beşeri bilim yapan herkesin Osmanlıca bilmesi gerekir. Bu tavır bana hitap eden bir tavır. Ama Osmanlıca bilmek ne demek? Çok farklı seviyeleri var bir tarihi dili bilmenin. Rahmetli hocam Şinasi Tekin gibi bilemez insan. O dilci olarak öğrenmiş. Eski Anadolu Türkçesi üzerine açıklamalar yapardı, tekrar tekrar dinlemek isterdim. Eski Tarih ve Toplum dergisinde “İştikakçının Köşesi” diye on beş kadar yazı yazdı, sonra onları kitap olarak yayınlandı. O tür bir dilcilik değil tabi. Osmanlıcayı iyi bilen tarihçi bile Osmanlıcayı o kadar bilmez. Arapça ile Farsça bilen Osmanlıca okuru ile bilmeyen okuru arasında da ciddi bir fark vardır. Doktora programlarında yavaş yavaş “elsine-i selase” (üç dil) kuralını yerleştirmek lazım. Bir Osmanlı âlimi kadar olmayabilir. Mesele ille o değil. Bunu birbirimize gösteriş olayına, pedantikliğe çevirmemek lazım. Ama Arapça, Farsça metin görünce bu benim işim değil diyerek kenara koymayacak, en azından sözlüğü eline alıp girişebilecek olmalı. Ama genel olarak üniversitelerde toplum ve insan bilimleri için Osmanlıca daha hafif seviyelerde öğretilebilir, liselerde ise (seçmeli olarak ve iyi hocaların hazırlanması kaydıyla) herhalde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ya da entelektüel heveslileri için Fuat Köprülü’nün dili hedef olabilir. Ayrıca Grekçe, Ermenice olabilir mesela. Neyse, McGill’de doktoraya başladıktan birkaç sene sonra ilk çalışma tecrübem Princeton Üniversitesi’nde oldu. Orada Türkçe hocası olarak iş vardı. Oysa tam o kış (1984-85), Boğaziçi Üniversitesi’ne iş için başvurmuştuk. Tezimizi bitiriyoruz diye. YÖK yeni çıkmıştı, bizi devamlı teşvik eden Engin Deniz Akarlı ağabey dâhil eşin dostun başı beladaydı, o bile “Gelmeyin çocuklar, şimdilik bekleyin” diyordu, Boğaziçi başvurusunu geri çektik. Princeton’a ve Ohio State’e başvurdum, zaten bir tek o iki iş vardı. O yıllarda Amerika’da işler azdı. Türkçe ders veriyorum, bir yandan da başlangıç düzeyinde Osmanlıca meraklılarına ders vereyim dedim. Karşıma üç beş öğrenci çıktı, kimi Türk, kimi Amerikalı. “Alfabeyi verdim, bir hafta sonra gelin, başlayacağız” dedim. Bir hafta sonra geldiler; iki Amerikalı çocuk alfabeyi sökmüş, bizimkiler “Hocam bu çok zor ya” dediler. Sebep psikolojik ve ideolojik. Türkiye’nin çağdaşlaşmasıyla ilgili. Daha az zeki değiller, tembel de değiller. Türkiye de aşılmadı hâlâ bu. Derin bir mesele.
- Ben de Osmanlıcayı öğreneli dört beş sene olmuştur. Benim öğretmenim Oktay Özel’in doktora öğrencisiydi. O bana harfleri içeren bir fasikül vermiştir. Ben otobüste, vapurda okuyorum. O otobüste bana bakan gözleri, bükülen dudakları, genişleyen burun deliklerini, o öfkeyi yansıtan o halleri biliyorum. Gerçekten öyleydi. Dediğiniz meseleyle çok ilişkilidir.
Derin bir yaradır bu. En azından şahsım için. Yara nedir, sancır, işte bu beni üzüyor. Ben McGill’e gittiğimde Osmanlıca öğreneceksem önce Arapça öğreneyim dedim. Niyazi Bey ayrılmıştı ve birebir Osmanlıca verilmiyordu. O şartlar altında gittim Arapça öğrenmeye karar verdim. İstanbul’daki arkadaşlarla yazışıyorum, “Cemal Arapça öğreniyor, Cemal İslamcı olmuş” dediler. Aynen böyle bir geçiş oldu. Ayrıca olsam da ne olacak. Ne demektir, o ayrı konu. Onlar ne kastediyor o ayrı konu. O bağdaştırma başlı başına bir mesele.
- Dil meselesi zanaatımızın en önemli bileşenidir. Aleti edevatıdır. Şart mıdır peki bu, niye şarttır? Arşiv meselesine gelmek için soruyorum.
Tarihçi için şarttır. Birinci elden kaynak okumadan iyi tarihçi olunamaz. Bırakalım profesyonelliği iyi tarihçilik yapmak imkânsızdır. Zamanla bu mesleği icra ettikçe insan daha iyi anlıyor. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Latince okuyarak Ortaçağ Avrupa tarihi yazmış birisi var, kaynakları hakkını vererek okumuş. Bir de farklı biçimde okumuş yazmış başka biri var. İkisini okuduğunuzda o farkı görüyorsunuz. Öteki kişinin çok cazip yanları olabilir, teraziye vurduğunda o çok daha hitap edebilir. Mesela Perry Anderson hakikaten bir dönem tarihçileri çok etkilemiştir, ama o tür bir tarihçi değildir. Yirminci yüzyılla ilgili bir kitabı çıktı, Amerika dış politikasıyla ilgili. O çalışmayı yaparken konuştuğumuz problem önemli ve geçerli değil. Latince kaynaklara yaslanmadan yazdığı kitabı ise (Passages From Antiquity to Feudalism), Ortaçağ çalışmak, okumak isteyen birçok tarihçiye, tarih meraklısına, Latince üzerinden yazan birilerine de hitap etmiş, ilham ve gıda vermiş olabilir ama sonunda iki feodal yapının özelliklerini nasıl anlayacağım dediğinde birincil kaynakları okumadan gidemezsin, devam edemezsin o yola. Bizde de, her türlü ciddi tarih çalışması için birincil kaynak çok kritik bir başlangıç noktasıdır.
- Dil neden lazım sorusuna, sorulabilecek soruların yelpazesi genişliyor, çözebilecek bilmecelerin sayısı artıyor diye cevap verebiliriz. Birincil kaynaklara indikçe de, marangoz örneğindeki gibi daha fazla teknikle, aletle çalışabilme, tahta üzerinde daha fazla manevra yapabilme kabiliyetiniz artıyor diyebiliriz. Peki, belgeyle karşılaşma anı nasıl yaşanıyor? Arşivde çalışıyorsunuz, dosya geliyor ve birinci belgeyi okuyarak başlıyorsunuz ama belgeyi problematikle nasıl ilişkili hale getirmek nasıl mümkün oluyor?
Orada da genel olarak iki çeşit yaklaşım var. İlki, bir belgeyi çok daha işlevsel ve faydacı şekilde okumak. Özellikle Başbakanlık Arşivi’nin kamuoyuna açılmasıyla ve bütün sınırlamalarına rağmen, 60’lardan itibaren arşiv kullananların artmasıyla çalışmaların çoğuna hâkim olan bu faydacı yaklaşımdı. Bunu da çok iyi anlayabiliyorum. Bir kere, o malzemeyle karşılaşan bir insan olarak bunu çok iyi anlayabiliyorum; çünkü malzeme, o kadar çok, yani bir ömür adasanız bile görebileceğinizden o kadar fazla ve geniş ve istatistiki çalışmaya o kadar açık ki... Mesela tahrir defterlerini görünce dona kalmamak mümkün değil. Bir yandan da, arşivlerin bu yönüyle yeni başlayanları depresyona sokan bir tarafı vardır. Bu yüzden, bütün öğrencileri uyarırım buna hazır olmaları için. Herkes bunu yaşar. İnalcık’la konuşsanız, o da bunu diyecektir, çünkü malzemenin ucu bucağı yok. Bildiğinizi sanıyorsunuz, Osmanlıcayı anlıyorum diyorsunuz, ancak asıl belgeler ilk kez karşınıza geldiğinizde, Osmanlıcayı unutuyorsunuz. O kadar ki, bu işi bildiğinizi sanmanıza rağmen, bir günde belki de tek bir belgenin ancak yarısını okuyabiliyorsunuz. Oysa okunacak milyonlarca belge var.
- O nedenle faydacı dediğiniz yaklaşımla, özellikle 1960 ve 1970’lerde, arşivlerde okunulan belgeleri sadece aktarmak bile kıymetli oluyor, bilimsel bir katkı olarak anlaşılıyor.
Hele de kantitatif bir değerlendirmeyse, bu çok geçerli bir yöntemdi. Mesela, sadece Batı Anadolu’yla ilgili tahrirlere bakıyorsun, şu sancakta 4.602 hane varmış, bunların 270 tanesi Yahudi, 1.906’sı Hıristiyan, geri kalanı Müslümanmış diyorsun, şu kadar sipahi varmış diyorsun. Öteki sancağı da yapıyorsun, onları topluyorsun, bu verilerin ortaya çıkabiliyor olması hepimizi cezbetti. Bu, bizden bir kuşak öncesini hep cezbetmiş, bu devam ederek gidiyordu ben bu işlere ilk girdiğimde.
- Bunun Osmanlıca bilmekle alakası, tarihçilikle ilişkisi nedir?
Evet, bir ara arşiv kullanımı bir ara buna indirgenir olmuştu. Doğrusunu söyleyeyim, bir ara Osmanlı tarihçiliğinin böyle bir dönemi yaşandı. Sancak tahrir defterlerini birbiri ardına doktora tezi olarak hazırlamak, çok modaydı. Walter Benjamin’in bu tarz tarihçilik için söylediği bir lafı var: “Bir fişleme sisteminden başka bir fişleme sistemine aktarmak”. Bu üretimde, bunu aşan ve bunun ötesinde bir entelektüel süreç yok aslında. Belgeyi eski Türkçeden Latin harflerine, sayıların da bugüne taşınmasıydı.
- Çok vülger bir ampirizm aslında.
Fakat bu bizim sahaya da has bir şey değil. Değişik dönemlerinde, Alman ve Fransız tarihçilikleri de yaşadılar bunu. Bu açıdan, Benjamin’in gözlemi çok yerindedir ve ampirizm eleştirisi de ciddidir.
- Bu faydacı ekolün yanındaki ikinci yaklaşım nedir?
İkinci yaklaşım, tahrir defterleri gibi belgelerde bile, okunulan şeyleri metin olarak görmek, onların metin oldukları gerçeğini ciddiye almak ve onlara metinsellikleriyle bakmak. Bence tarihçi bundan da kaçamaz, yani kaçmamalı, ama vülger ampirizm kabul gördüğü sürece kaçar. Bilhassa modernleşme teorisinin etkisi altında sosyal bilime yakın işler yapalım dediklerinde, tarihçiler, biraz önce konuştuğumuz şeyleri yapıyorlardı ve tarihin “edebi” tarafını göz ardı etmeye meyyaldiler. Sonradan anladığımız şey, diğer sahalarda da bu farklı evrim çizgilerinin aynı şekilde yaşandığıydı. Sonuç olarak, baktığımız şeyler metin. Metin olarak ne yaptıkları, nasıl bir fonksiyon gördükleri, nasıl yapılandıkları, yazan ve alımlayanların nerede, nasıl durduğu, metnin nasıl bir bağlamı olduğu gibi olgular var. Antropolog olarak tarihçiler gibi çalışan isimler arasında bunu yapabilenleri çok takdir ederim. Örneğin, benim 17. yüzyıl kadı sicillerine çalıştığım günlerde, Columbia’dan Brinkley Messick Yemen’de etnografik çalışma yapıyordu. The Calligraphic State adıyla çıkan çalışması için Yemen’de kadının dizinin dibine oturduğunu ve mahkemelerde sürecin nasıl işlediğini, sonucunda da sicil metninin nasıl oluştuğunu öğrendiğini anlattı. Ben de buradan yola çıkarak, 17. yüzyıl sicillerine, hem metinlerin metinselliğini hem de metinlerin ortaya çıkışının kontekstini daha da ciddiye alarak baktım. Mesela, mühimme defterleri dediğimiz acayip önemli bir seri var. 1550’lerde başlayıp 19. yüzyıla kadar süren bu devamlılık, başka herhangi bir imparatorluk arşivinde bulmak zor. Orada kâtiplerin nasıl not tuttuğunun bilmek istersek, bir kısmını minyatürlere bakarak çıkarabiliyoruz, ancak o da belli devirlerde, çünkü sürekli kendi içinde değişiyor. Bu metinleri metin olarak ciddiye alındığında, mesela Antep’ten gelen bir mektubu kimin yazdığını, şikâyetçinin kendi dilinden mi, yoksa arzuhalci elinden mi yazıldığını bilince, o metni daha iyi anlıyorsun. Böylece bir yandan onları okuyorsun, diğer yandan da dönemde olup biteni. İşte bu metinselliğini fark ettiğinde, arşivdeki bir belgeye farklı yorum stratejileri uyguluyorsun. Fakat yine de, ampirik veriyi ben çok ciddiye alırım, zira ampirizmsiz tarihçi olamaz. Önemli olan, ampirizme kendi teslim edip etmemen. Yoksa kaç kişiydiler ya da tam olarak hangi tarihte oradaydılar, sorusunu sormadan bazı şeyleri bilemeyiz.
- Tarihçilik mesleğinin bir zanaat olduğunu imledik, nasıl icra edildiğinden söz ettik ve melekelerine değindik. Peki, bu meslek burada nasıl icra ediliyor, icra edilmiş ve ediliyor?
Bunun için tarihçinin soru ve yöntemlerle belgeye gitmeden önce kafasında ne olduğunu konuşmamız gerekir. Artık en sağlam ampirist bile, tarihçinin bir tabula rasayla belgelere gittiğini ve karşısına çıkan bilgilere göre konuştuğunu savunmuyor. Lafı uzatmadan, benim tavrımın çok iyi bir sorunun yüzlerce yarım yamalak cevaptan çok iyi olduğu yönünde olduğunu söyleyeyim. Yani makaleyi soruyla da bitirebilirsin. Daha önce sorulmuşları rafine ediyorsa ve analitik olarak çok daha çarpıcı bir noktaya getirebiliyorsa da, bunu yapan çalışma, iyi çalışmadır. Osmanlı tarihi dışından da okumak, bu açıdan son derece yararlıdır. Bu tür kitaplar, bana çok yaramıştır. Öğrencilere de çok yararı dokunur. İyi soru sormayı öğrenmek, çok önemlidir. Bu anlamda, bol bol metot ve teori tartışması okumak, entelektüel dünyanı yeterince zenginleştirecek miktar ve derinlikte okumak, çok faydalıdır. Tarihçi için bu zor bir fasıl. Türkiye’de tarihçilerin bir kısmı, tamamen uzak durur bundan. Buradaki genel eğilim, “Marx’ı, Weber’i ya da bu tur teorik literatürü ne kadar okuyabilirsin ki? Zamanında temel yaklaşımları hakkında biraz okumuştum, onlara benzer yeni şeyler üretiliyor sürekli, tarihçinin bunlarla çok fazla uğraşmasına gerek yok” şeklinde, ya da “Japon tarihi bilmek, benim Osmanlı tarihini anlamama ne kadar yardımcı olabilir ki, isterse çok beğenilen bir çalışma olsun.” Bunun sonucunda da, dürüst konuşayım, tarih çalışmalarına sinen sığlık, ufuksuzluk, acelecilik ve özensizlik ortaya çıkıyor. Çok daha iyi işler yapabilecek insanlar, var olan pırıltılarını değerlendirmeden, aceleciliğe kapılarak, ideolojik şablonlara kapılıyorlar. Değişik yerlerden, metotlardan, sorulardan, teorilerden beslenmek istemiyorsan, o zaman meseleni “Türklüğün tarihteki rolü iyi mi, kötü mü olmuştur?” ya da “Osmanlı medeniyeti nasıl büyük (adil, ileri, vb.) bir medeniyetti?” gibi çok basit bir şablonun içine yerleştiriverirsin, sen sağ, ben selamet. Okuduklarımızın çoğu böyle maalesef. Bunu, meşrebine göre değişecek şekilde, İslamiyet’le ilgili başka bir şablona da çevirebiliriz, o da bol miktarda mevcut ve artıyor.
- Sosyoloji ve siyaset bilimi gibi disiplinler, açıklama işiyle içli dışlı disiplinler diyebiliriz. Ortaya çeşitli modeller konuyor ve açıklamak, bu disiplinler için bir dert. Tarih, bu çizdiğiniz çerçevede nereye otuyor? Açıklamanın karşısına konulan anlamayı nereye koyabiliriz?
Tarihçilerin genelde en önemli buldukları anlamadır. Açıklama ise bunun karşı kutbu veya alternatifi mi derseniz, benim iyi bildiğim tarihçi çevresinin çoğu için değildir. Her anlama çabası bir açıklama çabası da içerir ama ille sebep-sonuç açıklaması değil. Bunların değişik dozlarda da olsa bilinçli bir şekilde birlikte kullanılması gerekiyor bana kalırsa.
- Birbirini değilleyen şeyler değiller, alet kutusunun içinde ikisi de duruyor.
Yorumlama ve anlama konusunda, tabii ki birbirlerini değilleyen yaklaşımlar olacaktır. Örneğin, Sezer Tansuğ’un yaptığı, o yıllarda tarihçiler arasında yaygın bir anlama tavrı değildi. Anlamaya çalıştığı insanları kendi anlam dünyalarının içinden anlamaktan bahsediyorum. Sezer Bey’in derdi buydu.
- Tansuğ’un yaptığı, tarihin yeniden inşasıydı bir anlamda.
O yıllarda (1961) tarihçilikte bu, hâkim tavır değildi, hele Osmanlı ve Doğu toplumlarına bakışta. Her hâlükârda, dünya tarihçiliğinde önde giden ve Osmanlı tarihi çalışmalarına da etki yapmaya başlayan Annales Okulu’nun en niceliksel-yapısal dönemiydi. “Anlama,” iyi antropolojinin tarihçilere ciddi etki etmeye başladığı yetmişli yılların bir meyvesi. Üzerinde çalıştığın dönemlerin, insanların, toplumların kendi anlam dünyalarını da kurarak anlama çabası, bu anlamda çok yeni. Natalie Zemon Davis’i buna örnek vereceğim. O ve onun gibileri hakikaten çığır açtılar. Daha önce bu derdi taşıyan kimse yok muydu? Böyle tarihçiler elbette vardı; ama mesleğe damgasını vuran şey, bu değildi. Almanlarda 19. yüzyıl sonunda Rankeciliğe tepki olarak çıkan kültürbilim tavrı vardı. O tavrı savunan Rumen Nicolae Iorga tarihçiydi. Bugünden geriye bakınca, onların bilhassa antropoloji ve etnografi tarafı çok zayıf. Iorga’nın beş ciltlik Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabında bir bölüm köy toplumunun içinden kurulmaya çalışılır. 1930’larda ziraat bakanlığı yaptığı için, Balkan modernleşmesinin en temel problematiklerinden tarım ekonomisi ve tarım reformuna kafa yoruyor Iorga. Bu köy toplumu bölümü çok hoştur. Bugünün sosyoloji formasyonuyla Iorga nasıl yorumlanır, çok merak ediyorum aslında. Bu çaba, 70’lerden itibaren antropolojinin tarihe kattıklarının yanında çok ilkel, en azından naif kalıyor tabii. Sadece tarih için değil, tüm sosyal bilimler için antropoloji, 20. yüzyılın ikinci yarısının çok büyük bir entelektüel girdisi, kazanımı olmuştur. Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken’in önsözünde değinmiştim buna. Türkiye’de sosyolojinin kendisinde sorun yoktu ama sosyolojinin antropoloji ayağının olmaması büyük eksiklik yaratıyordu. Adını bile duymazdık. O yüzden bölümü de yoktu. Türkiye’de antropologlar hâlâ sosyoloji içinde var olabiliyorlar. Sosyoloji de artık evriliyor, 60’lardaki gibi değil artık, antropoloji de o yıllardaki gibi değil. O günlerin kitaplarına ara sıra bakarım. Osmanlı sosyal düzeni ve Osmanlılarda toplum yapısını ele alan kitaplara… Kendi toplumlarına çok mesafeli eserlerdir. Bilim insanı olarak ilişkilerini kastediyorum yoksa yazar kendi kökeni ve ailesi itibarıyla çok yakın olabilir. Antropolojinin bu noktada çok büyük katkısı oldu. Tarihçi ve sosyologların yaklaşımları açısından Türkiye'de bu etki çok gecikti. Şablonlar tarihçilikte çok güçlü olduğu için, bu durumun tarihçinin sosyal itibarına çok zararı oldu. Genelde insanlar tarihçiliği veri hamalı olarak gördüler. Tarihçiler bunu aşmak için çok az çaba içinde oldular. Geriye doğru tek tek baktığınızda kâğıt üstünde hamal gibi görünen tarihçilerin pırıltılı yanlarını görüyorsunuz. Burada kurumsal gelenekler, entelektüel bağlam çok önemli. Türkiye insanını harcayan bir toplum. Devamlı da pırıl pırıl insan yetiştiren bir yer. Bu iki şey bir arada nasıl oluyor sorusuyla meşgul kafam devamlı. Benim sorularım eninde sonunda geçmişe yönelik, ama bugünle de ilgili bir insanım. “The Question of Ottoman Decline”makalemin sonunda tam o yazıyı bitirmekte olduğum günlerde okuduğum bir cümle beni çarpmıştı. İrlanda’da yakın zamanlara kadar mesleğini sürdüren, bizim dengbejler ya da aşıklar gibi formel eğitim görmemiş muazzam hikâye anlatıcıları ya da “halk tarihçileri” varmış. Bunlardan biri olan Hugh Nolan’a soruyorlar bir söyleşisinde: “Sence dünya iyiye mi gidiyor kötüye mi gidiyor?” Müthiş hikmetli bir deyişle, “Ayy,” diyor İrlanda ağzıyla, “Bunların her ikisi aynı zamanda olur, her an bir şeyler iyiye gider, bir şeyler de kötüleşir.” Her yer için geçerlidir ama Türkiye’de de sürekli iyimser olmak için de, kötümser olmak için de çok sebep var. Bu veri hamaliyesi konusu, Türkiye'de tarihçinin belini büken bir şey. Fakat bunu aşabilecek ciddi potansiyel var.
- Veri hamaliyesinden şöyle bir şeye geçiş yapabiliriz. O konuda görüşlerinizi almak istiyoruz. Yine tarihin yanında diyelim, sosyoloji ya da siyaset bilimini düşünürken; bu taraflarda şöyle karşıtlıklar var. Veriyle uğraşmaktan ziyade teoriye gömülen, sosyal teori diye aslında düşündüğünü felsefe yapmaya tahvil etmek gibi bir kafa karışıklığı var. Bir de nitel ya da nicel veri olsun, bundan uzaklaşmak isteyen bir yatkınlık var.
Türkiye dışından Osmanlı tarihçiliğine giren insanlarda da böyle bir eğilim olabiliyor. Bunun farkında olarak, öğrencilere hep veri ağırlıklı olsa da nitelikli tarihçiliği çok ciddiye almaları gerektiğini aktarmaya çalışırım. Bir kere, indirgemeci konuşuyoruz, birebir veri hamaliyesi diyebileceğim çok az şey var, onun da kendine göre kendi çizgisi içinde işlenmişlikleri ve metot kaygısı olabiliyor, bazıları oldukça ciddidir, bugünkü metodolojilere göre biraz kusurlu, geçmişe ait gelse de Zeki Velidi Togan'ın ve Fuad Köprülü’nün usul kitapları hâlâ önemlidir ve bunlardan beslenen tarihçiliği vülger ampirizm diye kenara atamazsınız. Ama bu bir yandan da beni üzüyor. Neden üniversitelerde hâlâ aynı usul kitaplarını aynen geçerliğini koruyormuş gibi okuyoruz? Neden bunların bir yenisi yazılmıyor? Kendi yaşadıkları dönem için ikisi de pırlantadır, o usul kitapları hakikaten çok iyidir. Dünya kadar veri de var içinde. Hem de kendi devirlerinin en iyilerini okumuşlar. 20’lerin, 30’larin tarih metodu ve felsefesi yazarlarını okumuşlar, biliyorlar. Sırf onlar değil, Peyami Safa’nın Türk İnkilabına Bakışlar'ına bakarsak, o da okumuş o devrin önemli entelektüel ürünlerini. İlginç, nedenine giremeyeceğim, yaşadıkları dönemi anlayacak ve açıklayacak şekilde dünyanın değişik yerlerindeki meslektaşlarının ne yapıp ettiğini yakından takip ettikleri belli oluyor ve en azından bir ama genellikle daha fazla Avrupa diline sofistike metinleri anlayacak kadar hakimler. Bugün için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, bu çok üzücü bir şey.  Neyse, milliyetçi diye ya da İslamcı, Marksist, postmodern vb. diye herhangi bir tarihçiyi dışlamak mümkün değil, hepsinin kötüsü olduğu gibi iyisi de olabiliyor; zayıfı, güçlüsü, derini, sığı, hepsi olabiliyor. Boğaziçi’nde bir ders verdiğimde okuma listesine Togan’ı koydum, önemini yitirmemiş iyi bir tarihçi olduğu için, her okuduğunu eleştirel okuyan bir insan ondaki milliyetçiliği de kendine göre değerlendirecektir.
- Tarihçiliğin önemli açmazlarından biri de bu sanırız. Kişinin verili olarak ideolojik kimliği neyse kitaba öyle yaklaşıyor.
Sosyal hayatta olduğu gibi entelektüel hayatta da var böyle bir durum. İnsanlar hazır kategoriler içinde düşünmeye eğilimli. Gazetelerde hepten böyle. Beri yandan, bir diğer mesele, çok üniversite açılıp çok bölüm kurulup çok kişiye acele unvanlar ve mevkiler verildiği için, bu kategorik ve şabloncu düşünme biçiminin, eleştirel düşünce ile hiç tanışmamış olduğu izlenimi veren bir hamlığın, akademik olma iddiası taşıyan yayınlarda pervasızca ortalığa dökülmesi. Çok berbat bir örneğini Roni Marguiles gazetedeki kösesinde ele almıştı. Bursa İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde bir yazı çıkıyor Yahudilikle ilgili, Yahudilerin hasletlerini sayıyor, tahmin edebilirsiniz. Öyle bir yazı nasıl yayınlanır? Ondan sonra o dergi ne tedbir alıyor? İşin bu taraflarını konuşmadan sadece kuram ve yöntem konuşmakla olmuyor. Çok ciddi bir sorun var Türkiye'de.  Şu anda, nefret söylemi diyeceğimiz boyutlara varan ideolojik bir hamlık, nasıl sert ve zalim olduğunun farkında olmayan, olsa da tavrını değiştirir mi, ondan da emin değilim, bir fütursuz özgüven, nobranlık hali var. Bu, kendine yer bulabiliyor; genel geçer budur, averaj budur demiyorum, ama kendine rahatça yer bulabiliyor, çok tehlikeli.  Gazetelerde her gün, TV dizilerinde az değil, ama akademik yazılarda, makalelerde de var.
- Bizim tarihçilik de biraz bu kronik problemle malul.
Bunun bir dozu vardı, ama anlattığım şeyler fahiş. Bunların amasız ve amansız bir dille, hemen yerilmesi gerekiyor.
- Hakemli dergi meselesini düşünürsek, Amerikan sosyal bilim yayıncılığında da milliyetçilik, sosyal bilime sirayet ediyor ama o filtreler daha güçlü çalışıyor. Buna mukabil, Türkiye'de bu filtreler daha kötü çalışıyor.
Aslında burada da iyi çalışıyordu, adı hakemli dergi olmasa da kendine göre bir eleme yöntemi vardı. Dönem semineri yaparken, ödev olarak öğrencilere dergi veririm. Vakıflar Dergisi, İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, Ankara DTCF Tarih Dergisi gibi… Akdağ'lar, İnalcık’lar, Gölpınarlı’lar, Tekindağ’lar... Ne yazmışsa o dergilerde, bir tane boş yazı yok, bilgi var, belge var, mantık silsilesi yerinde. Onlar da kendi dönemlerinin millici yazarları belki ama niye okudum bu saçma yazıyı diyeceğiniz yazı yok. Bugün durum farklı ve kötü. Geçmişi tahrif etmeye meyilli bir akademisyen geçenlerde, TDK sözlüğünde kadınları aşağılayacak atasözleri ve deyimlerin çıkarılmasını önerdi.  “Geçiyor mu?”, soru budur. Atasözlerinde herkesi aşağılayacak şeyler geçebilir. Maksat folklorik malzemeyi derlemekse, bunların bir zamanlar geçerli tavır olduğunu söylemek önemli. İstersen dipnot düş, giriş yazısında de ki, bu tür tavırlar toplumuzun terk ettiği tavırlardır. Ama derleme derlemedir, atalar bu sözleri etmişse, kaydet, hatta eleştir, belki de onları fetişleştirmekten vazgeçmeye, onları bütün insani zaaflarıyla kabul etmeye yarar. “Osmanlılar ya da Türkler sunu yapmaz(dı) ya da yapmışsa bile biz kayıtlardan çıkaralım, çünkü bu hareket yanlıştır” mantığıyla tarih anlaşılır mı?
- Çok benzer bir tartışma sarayda eşcinsellik meselesi üzerinden var. Daha medyatikti belki, bu tür tartışmalar da kafaları karıştırdı. Geçmişi bugünün değer yargılarından yorumlamak, tarihçinin zanaatta hiç yapmaması gereken bir şey. Olması gereken, yaşam tarzına geçmişi uyarlama.
Bir başka mülakatta da kendisinden bahsetmiştim. Mikail Bayram, Ortaçağ tarihçisi. Selçuk Üniversitesi’nden emekli oldu diye biliyorum. Bir kısmı daha önce işlenmemiş önemli kaynaklardan hareketle geliştirdiği ilginç tezleri var. Ahi Evren, Nasrettin Hoca ve Mevlana üzerine çetrefil metinlerin filolojik ve paleografik meselelerini layıkıyla hallederek yaptığı çalışmaları var. İşin zanaat kısmını iyi yaptığı konusunda kimse bir şey diyemez. Mevlana’nın Anadolu’yu işgal eden Moğollara yakın olduğunu iddia edince kızdı insanlar. Oysa cidden düşünmeye ihtiyacımız var. Anadolu’da bir işgal olayı var, burada Mevlana’nın tavrı neydi? Bu soru daha önce sorulmamış. Mikail Bey’in bu soruyu düşünmüş olması bile güzel. Ayrıca bunu, Mesnevi’yi satır satır bağlamsal analize tabi tutarak yapmaya çalıştı ki, Mesnevi’ye bu şekilde tarihselliği içinde bakmak adetten değildir. Mikail Bey, bunu belki de ilk kez mesele eden kişidir. Mevlana’nın mektuplarında sözü geçen Nasrettin’in kim olduğunu, bir başka metinde gecen dericinin ya da debbağın aynı kişi olup olmadığını, bütün bunların Ahi Evren olup olmadığını tartışıyor. Ahi Evren’in Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu iddia ediyor.  Kaç kere okudum, hâlâ ikna olmuş değilim ama bunlar önemli konular, orijinal sorular, ilginç yanıtlar. Selçuklu ve Danişmendli bölgelerinde ayrı kültürel eğilimlerin hâkim olduğunu, bunların bilahare Anadolu kültüründe değişik tavırların öncüsü olduğunu iddia etmesi son derece kayda değer, en azından Osmanlılardan önce düz ve yekpare bir Selçuklu Türklüğü gören anlayışı kırıyor. Şimdi bütün bunlar doğru dürüst tartışılmazken, nesi konuşuldu?  Ele aldığı ünlü kişiler, hepsi yüceliğinden sual olunmaz büyüklerimiz tabii, arasındaki suçlama ifadelerinde birbirlerine homoseksüellik isnat ettiklerini yazdı, işte bu. Gazetelerde patladı bu, “Utanmaz profesöre göre, Mevlana Nasrettin Hoca’ya şöyle demiş” diye. Sonra da bu tur gündem maddelerinin hepsinde olduğu gibi unutuldu gitti. Hiçbir zaman Mikail Bey hak ettiği değeri bulamadı. Aynı şeyi Fransa’da İngiltere’de biri yapsa, Montaigne ya da Shakespeare hakkında kimsenin sormadığı sorular sorsa, yeni kaynaklar bulsa, klasikleşmiş metinleri önüne koyup satır satır analiz etse, müthiş ciddiye alınırdı. 
- Tarihyazıcılığında bu coğrafyanın çeşitliliğine yer verilmemesi meselesi için ne dersiniz?
Evet, Osmanlı tarihinin zenginliğini ve derinliğini çok daha cesurca ele almak gerekir. Siyasi cesaret meselesinden çok entelektüel anlamda cesur, cüretkâr olmayı kastediyorum. Bunun için, mevzuyu fazlasıyla Türklere ve Türkçeye mahkûm olmaktan çıkarmamız lazım, yani Osmanlı tarihi halen esas oğlan üstünden anlatılıyor, esas oğlan da Türk, Sünni, erkek. Hem de Orta Asya kökenli ya da kendini Orta Asya kökenli zanneden Sünni, Türk erkek… İmparatorluğun dini kurumsal yapısını anlatırken mesela şeyhülislam, medrese, ulema giriyor işin içine ama gayrimüslim kurumlarının esamisi okunmuyor. Mesela Heybeliada Ruhban Okulu ne zaman kuruldu, oradan kimler yetişti? Rum Ortodoksların en önemli azizleri kimlerdir? Bunlar, Rumların kendi yazdıkları kitaplar hariç, hiçbir tarih kitabına girmez. Niçin girmez, bilmiyorum. Patrikhane’nin hukuk, eğitim alanlarında faaliyetlerinin ne olduğu, patriklerin nasıl seçildiği, hatta patrikliğin nasıl bir kurum olduğu bilinmez. İcabında Papa’nın adı bilinir ama Patrik’inki bilinmez. Hâlbuki Osmanlı tarihçiliği olacaksa, patriğin ne olduğunu bileceksin önce. Mesela bana zaman zaman utanç veren bilgisizlikler var sahada. Papaz evlenmez denir ama Rum papazlar evleniyor. Bu, nasıl şey peki? Ortodoks ile Katolik arasındaki farklar nelerdir? İznik neden önemli? Ermeniler için Kudüs’ün yeri nedir? Kırım Savaşı’nda Ortodokslar ile Katolikler neden birbirine girdiler? Ruhban sınıfı içindeki farklar nedir, bütün Hıristiyanlıklarda aynı mıdır? Osmanlı coğrafyasında kaç çeşit Hıristiyanlık vardır? Hepsinde kadınların hukuk önündeki durumu aynı mıdır, mesela boşanma ile ilgili kurallar? Bunların cevabı atla deve değil! Sıradan bir lise kitabına bile kolaylıklar konulabilir istenirse bu bilgiler. Daha geçenlerde Fatih döneminde toplumun çoğunun gayrimüslim olduğunu söyledim İstanbul’da bir toplantıda, dinleyenlerin çoğu şaşırdı. 1450-60’larda bile Osmanlı toplumu deyince aklımıza ilk gelen şey Türkler, bir de belki uslu uslu köşesinde oturup vergisini veren zimmiler. Hâlbuki büyük çapta gayrimüslim olan bir toplumdan bahsediyoruz, insanların çoğu Rum Ortodoks. Tabii Karaman’ın fethinden önce mi, sonra mı diye sorulabilir, 1451’ de mi, 1481’de mi diye soruyla cevap verilebilir nüfus sorusuna, yani bu devirde yüzdeler hızla değişir ama en başta hikâyenin karmaşıklığını ve gayrimüslimlerin de esastan olduğunu kabul etmek gerekir.
- Bu, Fatih’in neden patrikliğe ekümeniklik verdiği açığa çıkıyor.

Sultan Mehmed kalkıyor, dönemin Patriği Gennadios’a, “Sizin inanışlarınız nedir?” deyip bir itikatname yazmasını istiyor. Oradan “Fatih, Hıristiyan mı oldu?” diye kendi güncel meselemize çekiyoruz meseleyi. Büyük bir devlet adamı, inşa edeceği kendi toplumu hakkında çalışıyor. İmparatorluk zihniyeti var. Duyuyor ki, Trabzon’da çok önemli entelektüeller varmış, sarayına davet ediyor, Grek eserlerinden çeviriler yapsınlar istiyor. Onun döneminde Türkçe tarih kitabı yazılmıyor, en azından Sultan için yazılmıyor ama Grekçe, Arapça, Farsça yazılıyor. Oysa milliyetçilik taslayanlar, Fatih derler, başka bir şey demezler. Dolayısıyla Osmanlı toplumu ile ilgili en sıradan ders kitabı düzeyinden popüler yayınlara ama özellikle akademisyen yetiştirdiğimiz kitaplara, Osmanlı tarihinin temel kurumları ve dinamikleri anlatılırken çok daha içerici olmalıdır. Aleviliğin yeri de, İslamiyet’in bir yorumu ve sosyo-kültürel bir olgu değil, devletin Kızılbaşlarla mücadelesi çerçevesinde aktarılıyor. Bastırıldıktan sonra, katliam filan yok tabii, dağlarda, köylerde, kendi hallerinde, ormanlarda yaşayan Aleviler… Ama hangi Aleviler? Tahtacıların ya da Kürtlerin Aleviliği farklı mıdır? Zazalık nedir? Osmanlı toplumunda değişik topluluklar hangi masalları anlatırdı? Hangi diller konuşulurdu? Çok eğlenceli de olur, çocukların da hoşuna gider. Mesela kadılıklar faslı çok önemlidir. Bu kurumlar yayıldıktan sonra o kadar benimsenmiş ki, bir sürü gayrimüslim de davalarını buralara taşımış. Ermeni Ermeni ile, Rum Rum ile davalarını görüyor. Hemen genelliyoruz, Osmanlı kadılık müessesi çok gelişmiştir, adalet bütün topluma yayılmıştır diye. Aleviler gitmiyor işte, onlar nerede bu hikâyede? Peki, kadı mahkemesine gitmemeyi tercih eden zimmiler var mı? Ya 16. yüzyıl ile 19. yüzyılın farkları neler? Anlatıda o kadar boş bıraktığımız alan var ki, bunun günümüz politik tavırlarına yansıyan yanları da var. Bunları aşmada tarihçilerin büyük katkısı olur.
Emre Can Dağlıoğlu-Emrah Göker-Ümit Kurt
Viewing all 121 articles
Browse latest View live