Quantcast
Channel: az bilmiş özneler
Viewing all 121 articles
Browse latest View live

Her şey geçer, hayat kalır

$
0
0


Hayata karşı gardınızı almazsanız her an nereden geldiği belli olmayan bir yumruk tarafından yere yıkılabilirsiniz. Gerçi hayat karşı, gelmiş geçmiş en iyi savunmayı yapsanız da, Rocky Balboa da olsanız, o yumruk suratınıza en az bir kere inecektir. Bundan kaçış yoktur; çünkü hayat galip gelinebilecek türden maçlardan değildir. Aylin Balboa, ilk kitabı Belki Bir Gün Uçarızdabu halet-i ruhiyeyi anlatıyor; küçük ve büyük yenilgileri sıralıyor. Motor kazası sonrası komada yatan ağabeyi, göçüp giden babayı, metropol ilişkilerini, rutinleri, delirmeleri, kısa ama etkileyici hikayelerle kaleme alıyor. Aylin Balboa’nın hikâyeleri günlük tadında, cümleleri samimi. Bazen öfke, bazen hüzün ve bazen kahkaha geziniyor metinlerde. Zamansız yağan yağmurlu bir havada sizin gitmek istediğiniz yeri alsa beğenmeyen taksiciler, Hulusi Kentmen babacanlığıyla uzaktan yakından alakası olmayan, hayattaki bütün işleri size kötü evleri beğendirmeye çalışan emlakçılar, mahşeri kalabalığın bir an olsun azalmadığı insanın ruhunu kemiren doğalgaz sırası, geçiş üstünlüğü her zaman devlet büyüklerinde olan yollar...
 Aylin Balboa’yla şehir içerisinde cinnet geçirmeye müsait şekilde dolaşıyoruz, ellerimiz arkamızda, kaşlarımız çatık. Balboa’nın öfkesi uzun sürmüyor, koyulaşmıyor, kendisi de anlatmış bir söyleşisinde. Soyadını ilham aldığı Rocky’nin sürekli dayak yediğini, son anda bir yumruk atarak maçı kazandığını anlatmış. Balboa, işte o son yumruğu atmaya çalışıyor genellikle. Dünyanın, özellikle İstanbul’un kaostan yaratıldığını ve bu kaosa karşı geliştirilen panzehirin gülümsek olduğunu iyi biliyor. “Gülmeyen insanlardan çok korkuyorum. Hayata katlanamadığımız için espri yapıyoruz” demiş biri... Kim demiş? Mühim değil, doğru demiş nihayetinde. Elbette mesele, mizah ya da ironi değil sadece.
Dünyanın bütün kalbi kırıkları birleşin
Aylin Balboa bize şunu hissettiriyor, bu dünyaya sıkı sıkıya sarılanlar var elbet ama bunu asıl yapması gerekenler galiba, kalbi kırıklar, feleğin sillesini yemiş olanlar. Maç bitmedi diyor bize. Tek tek, yan yana nasıl sıralarsak sıralayalım acı hikâyeler anlatsa da… İnsanı acılaştıran, başkalaştıran hatıralar… Ölümden daha ağır, daha vahim ne var ki bu dünyada? Balboa’nın anlattıkları kalbinizin üzerinden buldozer geçmiş gibi hissettiriyor. Zamansız ve kötü haber vereceği her çalışından belli olan telefonlar, hastanede bir yakınızın iyileşmesini beklerken karşınıza çıkan kafasında dikiş izleri olan çocuk… “Hiçbir şeye benzemeyen bir şey yaşadığınızı düşünürken benzer bir şey yaşayan biriyle karşılaştığınızda duyduğunuz sevinç neresinden baksanız acıklıdır.
Aylin Balboa (Kaynak: Hürriyet)
Orada durmuyor ama metin, balkona çıkıp bir sigara içip geri dönüyor eve. Genç olduğunu hatırlıyor, âşık oluyor, aşk acısı çekiyor, geçmişi hatırlıyor, yaşlandığını düşünüyor, herkese birbirine benzeten tüketim klişelerine kapılıyor, sürükleniyor... Sürükleniyor. Hayatın kendisi de hayal kırıklarının toplamı değil mi zaten? Aylin Balboa da bu durumu iyi biliyor olacak ki, insanlığı dünyanın acımasızlığına karşı uyarmayı eksik etmiyor: “Dünya derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız.
Yakıcı yazın etkilerinin azaldığı, havanın erken kararmaya başladığı, dışarıya çıkarken üstümüze kalın bir şeyler aldığımız mevsimlerin sultanı sonbahara adımımız atmış bulunuyoruz. Sonbahar aynı zamanda okunmayı beklenen şahane kitapların, kendilerini göstermeye başladığı dönemdir. Balboa, bu tanıma uygun yazarlardan. İlk kitabıyla sıkı bir giriş yapıyor edebiyat dünyasına. Belki Bir Gün Uçarız, hayatın yıkıcılığı karşısında ne yapacağını bilemeyenlerin, hiç bitmeyecekmiş gibi duran kaosun içinde debelenenlerin, kalbi kırıkların hikâyesi...
Bitirirken, kesin bilgidir yayalım; “Hayat kitaplarda durduğu gibi durmuyor.”
Keşke dursa...
Can Öktemer
* Bu yazı, Cumhuriyet Kitap ekinin 30 Ekim 2014 tarihli 1289. sayısında yayınlanmıştır.

Derinliklerin Morluğu (2)

$
0
0

Mosmor (Mark2a) 

“Gillan ile Glover’ı ilk kez, Perihan ablanın dükkanında tesadüfen bulduğum ve beş sene öncesine ait Hey dergilerinin sayfalarında görmüştüm. Coverdale ve Hughes’tan önce  grupta onların olduğunu  o zaman öğrenmiştim. Geriden geliyordum ne yapayım... Pikabımız henüz yoktu ve ayrıca plaklar pahalıydı. Çarşıdaki kasetçinin plaktan kasete çektiği koleksiyonunda aranjman boldu, ama bunlardan yoktu. Çaresiz radyodaki TRT3’le idare ediyorduk. Yıl 1977’ydi. Onüç yaşındaydım ve grup tarihe karışalı birkaç ay olmuştu....”

1969 yılında Kraliyet Flarmoni Orkestrası ile Royal Albert Hall’da gerçekleştirilen bir konserde Jon Lord’un bestelerini izleyicilerle paylaşan topluluk, bir bakıma klasik müzik dinleyicisi ile rock müzik sevenleri ilginç bir sentezde buluşturmuştu. “Child in Time”ın da seslendirildiği bu konser, albüm haline getirilmesine rağmen Blackmore’u tatmin etmemişti. Kendisiyle aynı fikirleri grubun yeni solisti Gillan da paylaşıyordu ve o da sert müzik yapmak istiyordu. Böylelikle bir bakıma Jon Lord’un grupta tek başına sürdürdüğü liderliğin sonu gelmişti. Lord’un yazdığı "Concerto For Group And Orchestra"yı Londra Filarmoni Orkestrası ile kaydettiklerinde bir ilki gerçekleştiriyorlardı ama Blackmore’un tam olarak yapmak istediği bu değildi. Gitarist, 1970 yılında Led Zeppelin üçüncü albümünü çıkarmaya hazırlanıp, Black Sabbath da debut albümleri Paranoid için çalışmalarını sürdürürken, hard rock esintilerinden ve mezkûr isimlerden geri kalmak istemiyordu.
Mk2 kadrosu: Lord, Paice, Gillan, Blackmore, Glover
Fakat grup yeni kadrosuyla harikulade bir uyum da yakalamıştı. İddiasız ama çok sağlam bir tekniği olan davulcu Ian Paice ile Roger Glover çok iyi anlaşıyor, grubun soundunu özellikle konserlerde ayakta tutan iki isim oluyorlardı. Ayrıca Glover, cana yakın, kalender kişiliği ile çabuk arkadaş edinen, çevresini genişletme eğiliminde bir tipti ve sonraki yıllarda Purple’ın bazı prodüksiyonlarını üstlenecekti. Jon Lord maestroyduve Blackmore’un istediği gibi hard rock soundunda o zamana kadar hiç bir grupta pek rastlanılmayan klavye kullanımıyla bestelere renk katıyor, eski vokalist Rod Evans’ı fersah fersah aşan sesiyle Ian Gillan adeta “Bu grubun solisti benden başkası olamaz”diyordu. Gillan, 1970’te Child in Time’daki performansıyla “Jesus Christ Superstar” adlı rock operasının yazarı Tim Rice’ın dikkatini çekecek ve Rice onu arayıp Hz. İsa rolünü teklif edecekti. Sonunda operanın bestecisi Andrew Lloyd Weber’in de bulunduğu birkaç prova sonrası stüdyo kaydında Ian Gillan bu işten alnının akıyla çıkacak, özellikle operanın Gethsname (I only want to say) bölümündeki yorumuyla devleşecekti.
Deep Purple in Rock 1970.
“Deep Purple in Rock” efsane kadroyla 1970’de çıktığında plak listelerinde hatırı sayılır bir ses getirdi. Albüm kapağında beş gencin ABD başkanlarından sonra Rushmore kayalarına suretlerini kazıdıkları bu çalışmada boş yoktu. Speed King, adı üstünde hızı simgeliyordu. Child in Time ise başta şarkıcı Mr. Scream(Gillan) olmak üzere beş müzisyenin de ayrı ayrı becerisinin damgasını taşıyordu. Lord’un orgu, Blackmore’un gitarı, Glover ve Paice’in sağlam alt yapısı ve Gillan’ın çığlıkları. Albümdeki diğer şarkılardan Bloodsucker ve Hard Lovin’ Man ise ayrı bir güzelliğe sahipti. İleriki yıllarda rock müziğin temel taşı olarak nitelendirilecek bu albüm piyasaya çıkmıştı lakin her şey bununla bitmiyordu. Nitekim onlar gibi hard rock yapan Black Sabbath, gitaristleri Iommi’nin özgün riffleriyle dikkat çekiyor, Led Zeppelin 3. albümünü çıkararak yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Gillan ve Blackmore’un öngörüleri gerçekleşmişti. Şimdi sıra ikinci albümdeydi. Yalnız önce prodüktörlerin isteğini yerine getirmek gerekiyordu. Yapımcılar radyo için 2-3 dakikalık, kısa ve akılda kalıcı bir single istiyordu. Bu amaçla stüdyoda iki arada bir derede bir zaman diliminde ortaya çıkan ve grubun da başlangıçta ciddiye almadığı “Black Night” bu dönemin ürünü oldu ve yıl içinde radyoda en çok çalınan şarkılar arasında ilk sıraları tuttu, sonraki yıllarda bazı proto-metal gruplarına ilham verdi. Tıpkı Black Sabbath’ın terminolojide albüm fullerşeklinde tabir edilen ve yer doldursun diye aynı şekilde Iommi ve Butler’ın bir kaç saatte oluşturdukları Paranoid’in bir anda radyolarda en çok bilinen ve ilgi gösterilen Sabbath şarkısı olması gibi.

1971’de çıkan “Fireball” ilki kadar bütünlüklü olmasa da sağlam parçalar içeriyordu. Bu kadroyla yapılan ilk albümdeki kadar kadar sert tonlar yoktu ama grubun tüm becerisini yansıtıyordu. Özellikle Ian Paice’in davulda, Glover’ın da bas gitarda harikalar yarattığı albüm, aynı adı taşıyan Fireball, The Mule ve Fools ile grubun altın dönemini yansıtan iyi bir çalışmaydı. Ayrıca Lord’un Fireball’daki solosu da hiç yabana atılır gibi değildi ve Deep Purple’ın diğerlerinden neden bu kadar özgün olduğunu simgeliyordu. Fakat grubun yapacağı asıl büyük iş bir sene sonra gerçekleşecekti.
Ian Gillan 1972 ve 2012
1972 yılında çıkan ve Montreux’da kaydedilen “Machine Head” birbirinden güzel yedi şarkı içeriyordu. Grubun klasikleri arasında en başta sayılacak Smoke on the Water, Highway Star, Pictures at Home, Space Trucking, bunlara ilave olarak grubun dillere destan teknik üstünlüğünü yansıtan Never Before, May be I am a Leo ve Lord ile Blackmore’un büyük müzisyenliklerini gösterdiği unutulmaz Lazy. Grup zirvedeydi artık. Her konserleri olay oluyordu ve dünyanın en gürültücü topluluğu olarak ün salmışlardı. Başlangıçta albümün ağır topu olarak bu satırların yazarı hâkirin de grubun en güzel eseri olarak nitelendirdiği Pictures of Home umuluyordu.  Fakat grup üyelerinin kaldıkları otelde, bir gün sonra konser verecekleri salonun cayır cayır yanışını seyrederken,  Blackmore’un tıngırdattığı basit bir ezgi, sonradan diğerlerini bir anda silip süpürecekti. Smoke on the Water böyle bir tesadüf eseri ortaya çıkmıştı. Grubun konser vereceği alanda daha önce Frank Zappa ve grubu sahnedeyken bir seyircinin ateşlediği maytap ortalığı tutuşturmuş ve büyük bir yangın çıkmıştı. Bu şarkıyı yazmalarına ilham veren olay buydu ve günümüze kadar bütün zamanların en çok coverlanan parçalarından biri olacaktı. Özellikle şarkının girişinde Blackmore’un kullandığı riff, sonraki yıllarda rock müzikle ilgisi olsun olmasın herkesin kulağına bir yerden aşina olabilecek kadar yaygınlaşacaktı.

1972’de Deep Purple o yıla kadar konser albümlerine pek yüz vermese de Made in Japan adında bir konser albümü çıkardı. Prodüktörlerden biri eline geçen korsan bir kaydın umulmayacak kadar temiz ve net olduğunu görünce bunu plak şirketine önermiş, onlar da grubun onayıyla bir konser albümü oluşturmuşlardı. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçek ise daha farklıydı. Topluluk konser albümü çıkarmaya pek taraftar olmadığı için, bu kayıtları bizzat şirketin ses teknisyeni konserler sırasında gizli gizli titizlikle oluşturmuştu ve kayıtların bu kadar net olmasının sırrı buydu. Zaten Japonya’daki o konserde de stüdyo kaydından farksız bir şekilde çalıp, söylemişler, “Child in Time”da da seyircinin katılımıyla muhteşem bir ambiyans yakalamışlardı. Plak şirketi de bu albümün çıkması için baskı yapınca rock tarihinin en iyi konser albümleri arasında ilk sıralarda yer alan Made in Japan ortaya çıkmıştı.
Gillan ve Blackmore
Grubun birbiriyle uyumlu ve en güzel bestelerini ortaya çıkardığı bu dönem, tüm muhteşemliğine rağmen 1973 yılına doğru sarsıntıya uğramıştı. Beşi de çok yetenekli ve kişisel egoları da aynı oranda aşırı yüksek müzisyenler arasında bir takım sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Başrollerde ise Blackmore ve Gİllan vardı. Grubun dünyaca ünlü olmasını sağlayan besteler beş kişinin ortak çalışması gibi görünse de bu beş isimden ilk ikiyi paylaşan hep Blackmore ve Gillan’dı. Gruba katıldığı ilk yıl turnelerde Blackmore ile aynı odayı paylaşan Gillan’la gitarist arasında başlangıçta su sızmıyordu. Fakat Gillan’ın iki yıl gibi kısa bir sürede rock müziğin en iyi birkaç sesi arasında sayılması ve fazlaca ön plana çıkması Blackmore gibi egosu yüksek ve kendini topluluğun lideri sayan biri için rahatsızlık vericiydi. Grubun davulcusu Paice sonraki yıllarda o dönem için şöyle söylemişti: “Ritchie kimi zaman dünyanın en kolay adamıydı, istediğinizi yaptırabilirdiniz. Fakat inadı tuttu mu da her şeyi mahvedebilecek bir tipti.”Şüphesiz bunlar doğru sözlerdi. Fakat Gillan’ın da kabahatleri vardı. Ortaklaşa aklın oluşturduğu ilk üç muhteşem albümden sonra yeni albümün stüdyo kayıtları sırasında garip bir isteğe kapılmıştı. Grubun önce müziği kaydetmesini, kendisinin de onlardan sonra tek başına stüdyoda kayda girmek istediğini söylüyordu. Sanki Deep Purple kendisinin şahsi orkestrasıydı. Bu saçma istek, gariptir Blackmore dışındakileri kızdırmasa da gitaristi haklı olarak küplere bindirmiş, en kısa zamanda Gillan’ın ipini çekmek için gün saymaya başlamasına yol açmıştı.
Roger Glover, Rainbow yıllarında.
Topluluğun bu kadroyla yaptığı dördüncü ve son albüm olan Who Do We Think We Are, önceki muhteşem örneklere nazaran biraz tatsız tuzsuz bir çalışma olmuş, fakat yine de grubun şöhreti nedeniyle plak listelerinde üst sıralara tırmanmıştı. Eserler her zaman olduğu gibi katkı sırasıyla Ritchie Blackmore, Ian Gillan, Roger Glover, Jon Lord ve Ian Paice’a aitti ama albümün şanını kurtaran yegane yapıt "Woman from Tokyo"ydu. Nihayet Japonya’da yapılan bir konser sonrası Ian Gillan daha fazla baskıya dayanamadığı gerekçesiyle topluluktan ayrıldı. Bir süre sonra onu takip eden kişi ise basçı Roger Glover oldu. Ian Gillan hem eski Episode Six’ten arkadaşıydı hem de asıl önemlisi Glover, Gillan’sız bir Purple’da gelecek göremiyordu. Elbette Glover’ın ayrılma tercihinde Gillan’a olan arkadaşlık ve vefa duygularından söz edilebilirdi ama sonraki yıllarda Glover’ın, Blackmore’un 1975’te kurduğu Rainbow’da 1979’dan 1984’e kadar yıllarca bas gitar çalması da ayrı bir gerçektir. Fakat yukarıda andığımız gibi vefa duygusu da her zaman Glover’da mevcuttu. 1976’daki Butterfly Ball projesinde Ian Gillan’a da yer vermiş, onun müzikle olan bağının kopmaması için çabalamıştı. Aynı konser dizilerinde o zamanın Deep Purple solisti Coverdale’i ve Purple’a kendi yerini doldurmak için  gelmiş olan Glenn Hughes’u da konuk edecek kadar kin tutmayan ve profesyonel bir sanatçı olduğunu göstermişti. Fakat Gillan’ın durumu gerçekten kötüydü. Sonraki yıllarda “Deep Purple benim her şeyimdi” diyecek kadar gruptaki günlerini arayacaktı.

Rock dünyasının en büyük seslerinden sayılan Gillan’ın alkol alışkanlığı topluluktan ayrıldıktan sonra daha da artmış, solo kariyerinde karşılaştığı güçlükler, özel hayatındaki mali problemler ve kurduğu grupların Deep Purple kadar başarılı olamaması bir süre müziğe ara vermesine bile yol açmıştı. Hatta rivayet odur ki aşırı alkol ve sigara yüzünden 1982’de sesini kaybetme noktasına gelecekti. Kısaca Black Sabbath’ın vokallerini üstleneceği 1983 yılına kadar geçecek on yıl Gillan için çok zor olacaktı.

Deep Purple mı? Onlar, efsanevi vokali ve basçısı olmadan yoluna yeni isimlerle devam edecekti!

Orhan Berent

İsmail Gezgin Röportajı: 'İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu en iyi ifade ile bir skandaldır'

$
0
0
Medeniyetin beşiği söylemleriyle, hamasi bir biçimde övündüğümüz memleketimizde, tarihle, tarihi yapılarla olan ilişkilerimiz hep sorunlu olmuştur. Binlerce yıllık, kültürel hazine değeri taşıyan yapılar, ya kaderine terk edilmiş ya da duvarlarına yazılar yazılmış, taşları çalınmış, hırpalanmıştır. Bu tahribatlar salt vatandaş düzeyinde değil, bizzat devlet tarafından da gerçekleşmiş. Arkeolojik eselerin yanından yollar geçilmiş, ek duvarlar örülmüş yetmemiş üstüne basılmış hatta yıkılmış. Bu sorunlu ilişkiyi, arkeolojinin milliyetçilikle ilişkisini ve Türkiye'deki arkeologların sıkıntılarını, Türkiye'de bir çok yerde kazılara katılmış, bu konu hakkında makaleler yazmış, akademisyen İsmail Gezgin'le konuştuk. 


-Geçtiğimiz günlerde şahit olduğumuz Zeugma antik kentinde çıkarılan üç yeni mozaiğin üstüne basılması,  uzun süre tartışıldı. Buna benzer bir olaya da Marmaray'ın inşaatı sırasında Recep Tayyip Erdoğan'ın ağzından "üç-beş çanak, çömlek için inşaat durmaz" sözüyle şahit olmuştuk. Bu örneklere ek olarak da en son, İshak Paşa Sarayı'nın restorasyon sürecindeki garipliğine de tanık olduk. Türkiye'nin genel olarak tarihle, tarihi eserlerle olan sorunlu ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Öncelikle söylemek isterim ki, Arkeoloji Türkiye’nin kaderidir, geçmişin bize aktardığı genetik mirasıdır. Biz istesek de istemesek de bu topraklarda yaşadığımız sürece bu mirasın birikimi üzerinde yaşamaya mecburuz ve hatta bu birikimle birlikte yaşamaya mecburuz. Toprağın, tarihin biriktirdiklerinden yararlanmalı, geleceğe dair çıkarımlarda bulunmalıyız. Çünkü arkeoloji ve arkeolojik eser müze doldurmak için değildir. Bu dünyanın, senden önce yaşamış insanın, kültürün birikimlerini öğrenme sanatıdır. Arkeoloji geleceği inşa etme aracıdır. Sizin sorunuzdaki bu örnekler insan-arkeoloji ilişkisinde, özellikle de arkeoloji yönetimi açısından, gerçekliğe tekabül etmez. Arkeologların, arkeoloji öğrencilerinin toz-toprak içinde günlerce, aylarca emek verip iğneyle kuyu kazarak çıkardıkları, bırakın basmaya bakmaya kıyamadıkları bir arkeolojik materyale ayakkabılarla basmak her şeyden önce o insanların emeklerine haksızlık olur. Elbette, bu mozaikler üzerine bir kez basılmakla aşınmayabilirler (ama kırılıp, dağılabilir, çözülüp zarar görebilir- bu olasılık topuklu ayakkabılarla basılınca her zaman vardır) ancak basına yansıyan bu resmin sembolik bir anlamı da vardır. İdari sınıfın temsilcilerinin bir eski eserin üzerinde resim vermelerinin sembolik anlamı, onu tahrip etmekten daha fazla zarara yol açmaktadır. İki bin yıl önce yapılmış, onca yıl toprak altında kaldıktan sonra büyük bir emek ve maliyetle açığa çıkarılmış, dünya mirası açısından paha biçilmez eserlere, bürokrasinin önemli aktörlerinin verdiği değerin resmidir bu. Aynı şey Marmaray’ın inşaatı sırasında cereyan eden olay için de söz konusudur; Arkeolojinin kalkınmanın önünde bir engel teşkil ettiği devletin en üst kademesi tarafından dillendirilmiştir. Oysaki uygarlık, doğa ve kültürle uyumlu olmalıdır; geçmişi yok eden bir gelecek tasavvuru olamaz. Bakın dünyaya, bir uygarlık çöplüğü gibi her yer harabelerle dolu. Doğaya, geçmişe hoyrat davranmış hiç bir kültür hayatta kalmayı başaramamıştır. Geçmişin kılavuzluğunu kabul etmeliyiz; gelecek yolculuğumuz ancak bu şekilde güvenli olabilecektir. Öte yandan İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu en iyi ifade ile bir skandaldır; benzin istasyonu ile AVM arasında bir hilkat garibesine dönüştürülmüş. Bu da göstermektedir ki, restorasyonun ne olduğuna dair düşüncelerimizde bir sakatlık var... 2009 yılında İshak Paşa Sarayı’ndaki bu restorasyonu ilk gördüğümde “benzin istasyonuna” benzetmiştim. Ama bugün AVM görünümüne dönüştürülmüş...


-Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde tarihi eserlere yönelik nasıl bir koruma kanunları  vardı?  Bugün için mevcut koruma kanunları, tarihi eserleri korumaya yeterli mi?
Arkeoloji ile Osmanlı arasındaki ilişkiler aslında Tanzimat’la birlikte başladı. 1880’lerden itibaren ciddi bir ivme kazandı ki bunda Osman Hamdi Bey’in katkısı çok büyüktür. İlk ciddi yasal düzenlemeleri Osman Hamdi Bey yapmıştı. Bugün güncellenmiş olmakla birlikte hala aynı mental istikamette giden bir yasal zemin üzerinde hareket ediyoruz. Mutlaka eksikleri var ama asıl sorunumuz hayata geçirmede. Son yıllarda ciddi bir envanter çalışması bağlatılmış olmakla birlikte halen dört başı mamur bir “arkeoloji envanteri” bulunmamaktadır. Diğer yandan da coğrafya üzerinde var olan yasal düzenlemelerin bir gerçekliği yoktur. Arkeolojik, tarihsel kimi veriler, doğanın ve kaçakçıların kaderine terk edilmiştir. Pek çok arkeolojik sit alanında kaçak kazılar devam ediyor... çünkü pek çok ören yerinin korunmasını sağlayacak güvenlik görevlisi bulunmamaktadır. Arkeologların yazın bin bir emekle çalıştıkları kimi arkeolojik yerleşimler sezon sonunda yalnızlığa ve tahribata mahkum edilmektedir. Bu nedenle de asıl ihtiyacın ciddi bir arkeoloji ve kültür mantalitesi inşa edecek bir politika oluşturmak olduğunu düşünüyorum.

- Türkiye arkeolojisinin milliyetçilik ilişkisi olduğundan bahsedilir, hatta arkeolog Remzi Oğuz Arık, Türk arkeolojisinin temelinde Türk milliyetçiliğinin ruhunun yattığını ifade etmektedir. Bu anlamda bu ruh halinin tezahürlerini hangi örneklerle açıklayabiliriz? Bugün de bu anlayışının benzer izlerini görebilir miyiz?
Arkeolojiyi diğer bilimler gibi Batı’dan ithal etmişiz. Özellikle de arkeolojinin başlangıcını 19.yy olarak tespit edebiliriz. Burada 19. yy’ın Avrupa’da “Uluslaşma Süreci” olduğunu, bütün Avrupa’nın kendilerine “şerefli” bir geçmiş inşa etme çabasına giriştiklerini unutmamak lazım... Cumhuriyet’in kuruluşu ve “Ulus Devlet” inşasında ihtiyaç duyulan geçmiş için arkeolojiye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenledir ki Cumhuriyet’in ilk kuruluşlarına “Sümer” ve “Eti” isimleri verilmişti. Etnik kimliğin kültür kökenlerini aramak ve bulmak arkeolojinin sırtına yüklenmişti. Bu yüzden, “Güneş-Dil Teorisi” için ihtiyaç duyulan “şanlı geçmiş” arkeologların performansına bağlanmıştı. Bu yıllardaki “milliyetçilik” vurgusunu görmek için 1932 yılında yapılan ve yayımlanmış olan 1. Türk Tarih Kongresinin bildirilerine bakmak mümkündür. Avrupa’da öteden beri süren “Ari Irk” tartışmalarına Genç Cumhuriyetin arkeolog ve tarihçilerinin de katıldığını görmek şaşırtıcı değil. Tüm dünya kültürünün Türkler tarafından oluşturulduğundan, Akdeniz havzasındaki tüm uygarlıkların Türkler tarafından kurulduğuna kadar uygarlık sürecini Türkleştirme ihtiyacı açıkça görülebilmektedir. Bu konuyu yaklaşık 15 yıl önce yazdığım ve bloğumda yayınladığım “Milliyetçiliğin Arkeolojisi” (http://ismail-gezgin.blogspot.com.tr/2012/05/milliyetciligin-arkeolojisi-uluslasma.html) başlıklı yazımda özetlemiştim.
Bugün de bu anlayışı devam ettirmek isteyen bir kesim var elbette. Aslında şöyle söyleyebilirim, 1940’lara gelindiğinde bu teorilerin ve milliyetçi yaklaşımların yanlışlığı anlaşılmış ve vazgeçilmişti. Ancak, bazı insanların halen bu eski “kafatasçı” bilimsel yaklaşımdan medet umduklarını söylemek de mümkündür. Bununla birlikte arkeologların bu tür eğilimlere sıcak bakmadıklarını söyleyebilirim. Devletçi bakıştan uzak inşa edilecek bir kültür mirasıyla arkeologlar harikalar yaratacaklardır. 

-Bildiğiniz üzere Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin  döneminde tarihi kalıntılara yönelik ciddi tahribatlar var. Bu tahribatların arkasında sizce hangi motivasyonlar vardı?
Osmanlı döneminin son bir kaç on yılı hariç zaten bir arkeoloji algısı yoktu ve tarihi kalıntıların yıkılıp yok edilmesi veya başka yerlere taşınması bir tahribat olarak bile görülmüyordu. Kültürel ve dinsel kimi algılar eski eserin tahribatını kolaylaştıran nedenler olarak kabul edilebilir. Bu toprakların derinlerinde yatan arkeolojik mirasın “bize” ait olmadığı düşüncesi bu tahribatta en büyük rolü oynamıştır diye düşünüyorum. Öte yandan geçmişin ne işe yaradığını anlayan bir entelektüel birikimin eksikliği de söz konusu edilebilir. Batı’nın bu “taş”lara abartılı ilgisi şaşkınlıkla karşılanıyordu. Osmanlı’da arkeolojiye duyulan ilginin ortaya çıkmasında yurtdışında eğitim gören bir grup Osmanlı aydının rol oynadığı söylenebilir. Osmanlı’nın çöküşü ve Avrupa’nın yükselişini arkeoloji ve tarihe duyulan ilgiyle açıklamaya çalışan bir avuç insan neticesinde Osmanlı topraklarında arkeolojiden söz edilmeye başlanmıştı. Öte yandan Cumhuriyet döneminde “etnik kimlik” ve “ulus devlet” inşa etme sürecinde ihtiyaç nedeniyle arkeolojiye ilgi bir hayli artmıştı. Özellikle Anadolu topraklarında yaşamış bazı eski kültürlerin, devletin inşa etmek istediği “ulus devlet” kimliği ile olan benzerliği arkeolojiye duyulan motivasyonun artmasına yol açmıştı. Ancak şu bir gerçektir ki kimi “şoven” duygular tahribatın asıl nedenidir. Bir de elbet bireysel, maceraperest çıkarlar bu tahribatın yayılmasında rol oynamıştı. Çok ilginç örnekler var; bir tanesini vermek istiyorum müsaadenizle. İstanbul’da yaklaşık 400 bin yıl boyunca insanlara ev sahipliği yapmış Yarımburgaz Mağarası’nın tahribatı gerçekten de ibretliktir. Bu mağara uzunca bir süredir sinema sektörünün ihtiyaç duyduğu doğal dekor olarak kullanılmaktadır. Burada çekilen bazı filmler tahribatın boyutu ve arkeolojik esere verilen değeri gözler önüne sermeye yetmektedir. “Dünyayı Kurtaran Adam”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Küçük Ağa” ve hatta son dönemlerin en çok izlenen dizilerinden “Muhteşem Yüzyıl”... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Mağaranın içinde dinamitler patlatılmış, dekor olarak havuza ihtiyaç duyulması üzerine havuz kazılmış... Amerika’nın insanla ilişkisi yaklaşık 15 bin yıl önce başlamış. Bu mağaranın 400 bin yıllık bir geçmişe tekabül ettiğini düşünürseniz, önemi kendiliğinden anlaşılacaktır...


-Bir taraftan yaşadığımız coğrafyayı medeniyetin beşiği olarak tanımlayıp, hamasi söylemlerle reklam yapıyoruz. Diğer taraftan bu medeniyetlerin geçmişleri, tarihleri hakkında ciddi bilgimiz eksikliğimiz var. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Kültür tarihçiliği konusunda eksik kaldığımızı düşünüyor musunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse arkeolojik materyalin ne işe yaradığını tam olarak bildiğimizden şüphem var; bürokrasinin üst kademelerinin farkında olmadığı bir realiteden söz ediyorum. Dünya gündemini ellerinde tutan ve geleceği tayin etme iddiasında olan tüm ülkelerin arkeolojiyi el üstünde tutan ülkeler olması bile tek başına ne demek istediğimi anlatmaya yeterlidir. Öte yandan siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan kötü durumdaki ülkelerin arkeolojiye duydukları ilgisizlik de bu tezimi destekleyebilir. Elbette bir ülkenin dünya üzerindeki yerini sadece arkeolojiye verdiği önem belirlemez. Ancak çok önemli bir gösterge olduğunu söylemeliyim. Bir taraftan arkeoloji konusunda uluslararası kimi anlaşmaları imzalayan Türkiye’nin içeride sözünü tutamadığı hepimizce malum... Anadolu coğrafyası, daha hızlı hareket eden Afrika kıtasının, daha büyük ve daha ağır ilerleyen Avrasya kıtasına uyguladığı ittirme gücünden milyonlarca yıl önce oluşmuştur; genç bir kara parçasıdır ve bu oluşumun etkisiyle doğu-batı yönelimli sıradağlarıyla kolay geçit verir bir coğrafyadır. Bu özellikleri insan iskanını kolaylaştırmış, gelip geçmek isteyenlere yol sağlamıştır. Gerçekten de bu coğrafya uygarlık sürecinde çok önemli bir öneme sahip. Son yıllarda özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki arkeolojik keşifler bunun ispatı olarak gösterilebilirler. Göbeklitepe, Çatalhöyük dünyada benzeri olmayan arkeolojik varlıklardır. İngiltere’nin Stonehenge’i ile Göbeklitepe aynı kültürel yaşamın ürünüdürler ve Göbeklitepe, İngiltere örneklerinden yaklaşık 7 bin yıl daha eskidir. Ne yazık ki arkeologların edindiği bilgilerin ülkenin kültürel birikimine bir katkısı yok. Çünkü edinilen bilgiler, ne eğitime yansıyor ne de kültürel birikime. Elbette bunun en büyük müsebbibi kültür politikasının olmaması. Arkeolojiyle ilgili mevzular halen tali görülüyor, önemsenmiyor. Arkeologların yaptıkları çalışmalarda açığa çıkan verilerin turistik öneminden başka bir önemi olabileceğini kavrayamadık, bu birikimi hayata geçiremedik. Ben halen bu körlüğün asıl nedeninin etnik, dinsel ve kültürel engeller olduğunu düşünüyorum. 

-Kentsel dönüşümün baş döndürücü bir hal aldığı zamanlarda yaşıyoruz. Bu bağlamda kentsel dönüşümler karşısında tarihi sit alanları ve kalıntıları korumak için neler yapılabilir?
Kentlerin yaşamını insanların yaşamlarına benzetiyorum. Bir insanın geçmişini bilmezseniz onun potansiyelini ve gelecekteki seyrini belirlemek veya tahmin etmek de mümkün değildir. Onun kişisel tarihi kimliğini oluşturan en önemli öğedir. Kentlerin de kimlikleri vardır ve onların kimliklerinin de en önemli kısımlarını geçmişleri oluşturmaktadır. Kentin arkeolojisinden, geçmişinden ve kültüründen uzak bir yaşamın hem kent için hem de o kentte yaşayan yurttaşlar için işkenceye dönüşeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. “İnsan yaşadığı yere benzer” demiş ya şair. Yaşadığınız yerin arkeolojisine, tarihine, kültürüne vurulan her darbe, üzerinde yaşayan insanın kimliğine, aidiyetine vurulmaktadır; bunu görmek gerekir. Ciddi bir aidiyet sorunumuz var; cennet gibi bir ülkede yaşamamıza rağmen bir aidiyet geliştirememiş olmamız ilginç değil mi? Betonla aidiyet ilişkisi kurulmaz, tarihle, kültürle, kimlikle aidiyet duygusu inşa edilebilir ancak. Bir ülkede, kentte, köyde yaşayanların aidiyet sorunu yaşamalarının nedeninin, yaşadıkları yerin geçmişiyle yüzleşememelerinden, onun potansiyelini bilmemelerinden, tanımamalarından kaynaklandığını görmemek için gözleri bilinçli olarak kapatmak gerekir. İnsan bilmediği bir ülkeyi, kenti, köyü nasıl sevebilir ki? İnsan nasıl benzesin yaşadığı yere? Neye benzeyeceğini bile bilmezken... Bu saydıklarımın kentleşme ve kültür politikalarında izini dahi göremiyoruz. İnsan sadece yaşayan bir varlık değildir; aynı zamanda milyonlarca yıllık bir kökene sahip, kökleri milyonlarca yıl öncesine giden bir varlıktır. Onun yaşamına dair tüm tasarruflarda bu noktanın öncelikli olarak dikkate alınması gerekir. Tüm kentsel planlamaların kırmızı çizgisi arkeolojik ve tarihsel miras olmalıdır...

-Bugün için arkeologların yaşadıkları en büyük sıkıntı nedir sizce? 
Bugün için söylersem, ciddi bir arkeolojik algı sorunu yaşıyoruz. Siyasetin arkeoloji algısıyla arkeoloji biliminin algısı örtüşmüyor. Yasama ve yürütmeyi ellerinde tutanların arkeolojiye dair algılarında bir sorun bulunmaktadır. Hatta muktedirler sergiledikleri tutumla, diğer yurttaşların bu konudaki algılarını da yanıltabilmektedirler. Her şeyden önce ciddi bir yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Özellikle de bir “meslek yasası” elzem olarak gündeme getirilmeli, hayata geçirilmelidir. Türkiye’nin elindeki arkeolojik materyali çok daha verimli kullanacak bir “meslek yasası” ciddi olarak istihdam da yaratacaktır. Bugün ülkede 10 bin civarında işsiz arkeolog var. Çıkarılacak akılcı ve bilimsel bir meslek yasası tüm arkeologları iş sahibi yapabilecektir. Tahribatın da önüne geçebilecek bu yasal düzenleme, arkeolojinin iktidarla bağını da koparmalı, arkeolojik araştırmaların bürokratik ilişkilerini bilimsel kurullara aktarmalıdır. Devletin gözünden arkeolojiye bakmak “körlüğe” neden oluyor; arkeolojiyi serbest bırakıp neler yapabileceğini görmek daha büyük fayda sağlayacak, dünyaya ve geleceğe bakışımızı daha güvenli bir hale getirecektir; bu yüzden arkeolojinin gözünden “devlete” bakmak daha doğru olacak böylece binlerce yıllık birikim kamu yönetimine aktarılabilecektir.

- Tarihi eserlerin korunmasında müzelerin de önemli bir görevi var hiç şüphesiz. Bugün Türkiye'deki müzeler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Müze kelimesi Antik Yunan mitolojisinde Zeus’un kızları olan ve esin perileri olarak bilinen Mousalardan gelmektedir. Ancak burada asıl önemli şey bu kızları doğuran anneleridir; Mnemosyne. Mnemosyne, hatırlayış demektir. Mnemosyne ve Zeus miti, iktidarın hafıza ve hatırlamayla ilişkisine sembolik bir vurgu yapar. Müzeyi bu anlamda değerlendirmek daha doğru olacaktır. Müze anıların, hafızaların tazelenmesini sağlayacak kurumlardır. Geçmişin bilgisini sürekli hatırlatacak, göz önünde bulundurulmasını sağlayacak bir fonksiyon üstlenirler, üstlenmelidirler. İnsanın tüm tarihinin veya ülkenin, kentin geçmişinin yaşayanlar üzerindeki hatırlatıcılarıdır. Sürekli olarak, tarih geleneğinden, yurttaşlık bilincinden, tarih ve kültür bilincinden söz edilir. Peki bunlar nasıl oluşacaklar yurttaşın zihninde? İşte müzeler ve kentlerdeki eski eserler, tarihsel anıtlar istenilen yurttaşın inşasında büyük bir rol üstlenirler. İnsanları köklendirirler; aidiyet hissini güçlendirip istenilen tarih bilincini geliştirirler... Müzecilik anlamında son yıllarda önemli işler de yapıldı. Bazı müzeler hakikaten uluslararası düzeyde bir fonksiyon üstlenmiş durumda. Ancak bazı müzeler herhangi bir fonksiyon üstlenmekten aciz durumdalar. Şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzesi yenilendi, İstanbul Arkeoloji Müzesi parça parça yenileniyor. Antep’te yeni bir müze inşa edildi, gerçekten çok güzel, Hatay Arkeoloji Müzesi yenileniyor... Ama pek çok müze ilgisizlikten kaderlerine terk edilmiş durumda... Yine de 10 yıl öncesine göre müzecilik açısından iyi bir noktada olduğumuz söylenebilir. Sanırım bunda müzelerin talep görmesi ve büyük bir kazanç getirmelerinin önemli bir etkisi de olmuştur. 

Can Öktemer

Bob Geldof'la Sözünü Sakınmadan

$
0
0
Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik ilgisizlik bilinen bir gerçek. İlginç bir şekilde dünyayı kasıp, kavuran müzik kitapları Türkiye'de raflarda tozlanmaya bırakılıyor. Murat Meriç, bu durumun genel bir ilgisizlik olduğunu, yayınevlerinin para getirmediği için müzik kitaplarıyla ilgilenmediklerini, okuyucuların da ünlülerin hayatlarının daha çok magazinsel boyutlarıyla ilgilendiklerinden bahsetmişti. Bu saptamanın doğru olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye'de rock müziğe bu kadar ilgi var denirken, müzik kanallarında klipleri dönen bunca rock grubu varken, rock müzik tarihine ilişkin, müzisyenlerin kişisel hatıralarına ilişkin kitaplara ilgisizlik gerçekten düşündürücü. Buna bağlı olarak, yakın zamanda yayınlanan Ahmet Ertegün'ün bir anlamda Rock'n Roll tarihinin anlatıldığı biyografisi, ne de Jimi Hendrix'in biyografisine yönelik okuyucunun yoğun bir ilgisi olmadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece okuyucu tercihleriyle alakalı olmadığını, başta kültür endüstrisinin yönlendirmeleriyle de alakalı olduğunu söyleyebiliriz.  

Bu meselenin ayrı bir yazı konusu olduğundan, tartışmayı şimdilik burada kesip, geçtiğimiz günlerde tesadüfü bir şekilde okuma şansı bulduğum, 1988 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Bob Geldof'un "Hepsi Bu Mu" kitabı hakkında bahsetmek istiyorum. Kitap, Geldof'un çocukluk günlerini geçirdiği zorlu İrlanda günlerinden, Live Aid konserinin gerçekleştiği güne kadar yaşadıklarını anlatıyor. Bob Geldof'un bizzat kendisinin kaleme aldığı biyografisi, çocukluk hatırlarının haricinde arka fonda rock müzik tarihinin 60'ların sonundan 80'lere varan sürecini anlatması bakımından ilginç bir tarihsellik sunuyor.  Bıyıkları yeni terlemiş U2'un solisti Bono'yla da karşılaşıyoruz satırlar arasında, Roxy Music'den bütün çekingenliğiyle Bryan Ferry de, bütün karizmasıyla Bruce Springsteen de arz-ı endam ediyor kitapta. 


Bob Geldof, müzik tarihinin nev-i şahsına münasır müzisyenlerinden. İrlanda doğumlu, kendisi memleketinin bütün özelliklerini taşıyor; inatçı, lafını esirgemeyen biri. Bugün kendisini müzisyen kimliğiyle değil aktivist kimliğiyle hatırlıyoruz daha çok. Bilindiği gibi, 1985'te Afrika'da ki açlığa dikkat çekmek için düzenlediği ve bir çok ünlü grup ve müzisyenin katıldığı Live Aid konseri onu küresel bir kahraman haline getirmişi. Geldof, zaman içerisinde  dünyadaki bir çok politikacıyla bir araya gelip fakir ülkelerinin sorunlarına dikkat çekmişti. Bununla beraber müzik dışında Alan Parker'ın meşhur The Wall filminde başrol oynamış ve kaşlarını jiletle kestiği sahne akıllara kazınmıştı.

İrlanda Günleri 

'Hepsi Bu Mu?' Live Aid konseri sırasında, Bob Geldof'un konser sırasındaki artık ikonlaşmış fotoğraf karesindeki yumruğunu havaya vurma anıyla başlıyor. "Kelimler havada asılı kaldı. Kaskatı kesilmiş bir şekilde durdum, elim başımın üstüne kalktı, yumruğum, bilinçsizce, halkı selamlamak için sıkıldı... Bugün Afrika'nın her yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Ve benim için, bu özel anda, yaşamın tüm ipleri bir tek elde, havaya kaldırılmış o elde toplanmıştı.". Geldof, kitap boyunca bütün samimiyetiyle anlatıyor yaşadıklarını. Bir rock  yıldızından beklenmeyecek şekilde,  kendisine dair en mahrem detaylara bile girmekten çekinmiyor kitap boyunca. Kendine güvensiz olduğunu üstünü ve fiziksel olarak çekici birisi olmadığını bütün açık yürekliliğiyle söylüyor. Anlatım tarzının da gayet edebi olduğunu söyleyebilirim. Zor bir çocukluk geçirmiş Geldof'un İrlanda hatırlarının olduğu bölümler, James Joyce'un kitaplarında ki öyküler kadar etkileyici. Zaten kitapta kendisi sıklıkla Joyce'a atıfta bulunuyor. Annesini erkek yaşta kaybediyor, kız kardeşi kan kanseriyle boğuşuyor-neyse ki bu hastalıktan kurtuluyor- babasıyla ilişkisi oldukça kötü ve ekonomik zorluklar çekiyorlar. Yaşamış olduğu bu felaketler dizisinden, kendisinden bir yaşam çıkarmaya çalışıyor, umudunu hep taze tutmaya çalışıyor. Kendisine bu konuda en büyük desteği müzik veriyor. Yağmur ve puslu havanın bir an olsun eksilmediği İrlanda'da kendisini hayata bağlan yek şey; radyodan dinlediği Little Richard parçaları oluyor. Blues efsanesinin gitarından dökülen notalar, Geldof'un ruhuna işliyor. Geldof o günleri şu cümleyle özetliyor : "İnsanoğlu en umutsuz durumda genellikle en iyi durumdadır. Fiziki olan her şey çirkin bir tutarsızlığa düştüğünde kör edici insani güzellikler ortaya çıkar."

Bob Gendof ve Rahibe Teresa
Bob Geldof'un hayatının tümüne sirayet eden inatçılığı ve umutsuzluğa karşı direnmesinin şifreleri sanki bu cümle altında yatıyor. Geldof'un çocukluğunda karşılaştığı hayatın soğuk yüzü, onun peşini gençliğinde de bırakmıyor. Başarısız bir öğrenci olan Geldof'un ilgisini en çok çeken küçük yaşta kanına giren rock müzik ve kitaplar oluyor. Geldof'un gençliği rock'n roll dünyayı kasıp kavurduğu yıllara denk düşüyor. Beatles'ın altını çağını yaşadığı, Rolling Stones'un, The Who'nun ortalığı kasıp kavurduğu yıllar. (Kendisinin o yıllarda en beğendiği rock grupları ise; Rolling Stones, Small Faces ve The Who'ymuş.) Zaten bu yıllarda eline gitar almaya başlıyor. Hayatındaki ilk  aktivist eylem olan, Nükleer Silahsızlanma İçin Güney Dublin Gençlik Kampanyası'na katılarak gerçekleştiriyor.

Kanada Günleri ve İlk Müzikal Çalışmalar

Bob Geldof, yatılı okul zamanlarından sonra İrlanda'da kalırsa sıkışmış olduğu çemberden kurtulamayacağı dürtüsüyle Kanada'ya gidiyor. Burada türlü işlerle meşgale oluyor. Rock gruplarının fotoğraflarını çekiyor, müzik dergilerine yazılar yazıyor, Beatniklerle geziyor, Allen Ginsberg'le tanışma şerefine eriyor. Hayatın içerisinde inatla tutunmaya çalışıyor, kendisine bir yön bulmaya çalışıyor. Onu müzik dünyasında başarıya götürecek Boomtown Rats'in kurulması ise bu zorlu dönemde gerçekleşiyor. Geldof, grubun ismini Woody Guthrie'nin kitabından esinlenerek buluyor. Geldof'un grubun ilk performans anını şöyle anlatıyor: "İlk saniyelerde tam bir panik vardı. Yanlış başlamış kiraladığımız P.A'den acayip sesler çıkmıştı. Toparlanıp kendimizi müziğimize verdik ve insanların dans ettiklerini gördüğümüzde inanamadık. Dans ediyorlardı ve bundan zevk aldıkları açıkça belliydi. İnanamıyordum. Bir grupta çalıyordum. Bu olağanüstü bir şeydi." Boomtown Rats, beklenmedik bir şekilde ünlü oluyor ve başarı basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanmaya başlıyor.
Geldof, biraz  garip tesadüflerin adamı, çocukluğunda veya ilk gençliğinde rock grubu kurup ortalığı kasıp, kavurma hayalleri kurmuyor; onun hayatla mücadelesi hep ayakta kalmak olmuş. Bu süre zarfında müzikten yine para kazanamıyorlar ek iş yapmak durumunda kalıyor. Bu ekonomik zorluluğa rağmen, grubun ünü giderek yayılmaya müzik listelerinin üst sıralarını zorluyorlar. Grubun, ünlü olmaya başladığı dönemde dünyada 60'ların rock müzik etkisinin giderek etkisini yitirdiği, Punk müziğin ön plana çıktığı, Sex Pistols'un müzik listelerini alt-üst ettiği dönem aynı zamanda. Punk müzikten pek hoşlanmayan Geldof, dönemin müziği için hiç sözünü sakınmadan şu tanımlamayı yapıyor: "Joyce'un ana kuralını unutmuştum. Başarılı olmak için bir İrlandalının üç şeye ihtiyacı vardı: sessizlik, kurnazlık ve sürgün. İngiliz pop endüstrisinin saçmalıkları beni daha da aklı başında olmayan yorumlar yapmaya kışkırtıyordu." Boomtown Rats, Punk'ın hükümranlığı arasından sıyrılmaya çalışıyor. Geldof ve grup arkadaşları listelerde üst sıralara tırmanırken Sex Pistols ve Queen'le tanışma imkanı yakalıyor. Bu arada Geldof'un Sex Pistols üyelerinden pek hazletmediğini kitapta onun anlatımından öğrenmiş oluyoruz. 

70'lerin sonuna doğru, grup en başarılı dönemini geçiriyor. Gençliğinde ekonomik olarak zor günler geçiren Geldof'un müzikal başarısı gerçek bir başarısı hikayesine dönüşüyor. Tersanede, mezbahanelerde çalışmak durumunda kalan Geldof, Beatles efsanesi Paul McCarteney'le de tanışıyor. " O'nun Let it Be'de tekrar tekrar görmüştüm. Burada şimdi bana bir sabah Chessington'daki yatak odamda yazdığım şarkıyı soruyordu. İki yıl öncesine kadar et fabrikasında çalışıyordum."

The Wall 

Geldof'un müzikal başarısı ona başka kapılarda açıyor, kendisini bir anda film setinin ortasında buluyor. İngiliz yönetmen Alan Parker, O'nu Pink Floyd'un Wall albümünden uyarlanacak bir filmde başrolü vermek için arıyor. Geldof, ilk başta Pink Floyd'tan hoşlanmadığı için filmde oynamak istemiyor. Hatta grubu, bar solcusu olarak yaftalıyor. "Tamam konu kapandı. We don't need no education. Allah kahretsin, toplumsal bilinç hastalığına tutulmuş, milyoner pop şarkıcılar tarafından yazılabilir sadece. Bar, salon solculuğu." Bugün, halen müzik tarihinin en önemli gruplarından biri olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan Pink Floyd elemanları için Geldof'un sarf ettiği sözler ise kitabın en ilginç ayrıntısı oluyor. Fakat,  Parker'ın ısrarlarına dayanamayarak filmde oynamaya ikna oluyor. Geldof, çekim sırasında sette ego patlamaları yaşandığını, Roger Waters ve Alan Parker arasında ciddi tartışmalar yaşandığından bahsediyor. Geldof, utangaçlığı sebebiyle, kendini perde de görmek istediğinden ötürü, filmi izleyememiş.

Live Aid

Live Aid 

Geldof, şöhretin zirvesindeyken uzun süredir birlikte olduğu ve çok sevdiği Paula ile evleniyor. Kısa bir ABD turu yapıyor. Grup ise yakaladığı büyük başarılardan sonra gerileme dönemine giriyor. Albümleri satmamaya başlıyor. Zor günler geçirmeye başlıyorlar. Bu zorlu süreçte sırasında, Geldof televizyonda Etiyopya halkının yaşadığı sefalet ve açlık ilgili bir haber görüyor. Etiyopyalıların, yaşadığı büyük acı ve çaresizlik Geldof'un kalbine bolyoz gibi iniyor. "İsa'dan 2000 yıl sonra, modern teknoloji çağında, insanın çevreyi etkilemiş ve kontrol altına alması konusunda bir arpa boyu yol gidilememiş gibi, böyle bir şeyin olmasına izin verilmiş korkunçtu." Bu konu da bir şey yapmak için çareler düşünüyor. İlk aklına gelen pop yıldızlarından oluşan bir plak yapmak oluyor. Sting'i arıyor ilk olarak, ondan onay alınca diğer müzisyenlere ulaşıyor. Albüm iyi satış rakamı elde ediyor. Geldof bu girişiminin sadece albüm yapmakla kalınmamasını gerektiğini düşünüyor ve pop yıldızlarının bir araya geleceği bir konser için kolları sıvıyor. Geldof'un o ana kadar yaşayabileceği en zorlu süreç başlıyor; Yapımcılarla, yüksek egolu müzisyenlere yapılan trafiği, ikna süreci. Her şey tamam denirken, bir sürü engelle karşılaşıyor. Geldof, bütün sorunların,  üstesinden başarıyla geliyor. "Nasıl olduysa bir şey doğru olmuştu. Menfaatperestlik, aç gözlülük, bencillik bir an için ortadan kaldırılmıştı." Geldof, tüm İrlandalı inatçılığıyla, imkansızı başararak   dünyanın gözlerini Afrika'ya çevirmeyi başarmıştı ve bunu müzikle yapmıştı. Bütün o, yüksek egolu müzisyenleri bir günlüğüne bir araya getirmeye başarıyor. " Live Aid konserini düzenlerken daha bilinçli olarak düşününce şunu fark ettim, Rock müzik yirminci yüzyılın en büyük sanat formlarından biri ayrıca uluslararası yanı da çok büyük."

Geldof'un yapmayı çalıştığı şeyin medyatik ve magazin boyutu olduğundan hep samimiyet testinden geçmek durumunda kalmış. U2'un solisti Bono'nun bugün düşmüş olduğu duruma düşme tehlikesini hep hissetmiş. "Band Aid'in parasının değerini arttırmak değil. Sorun, Rahibe Tereza'nın da yaptığı gibi sadece buraya para harcanmasını sağlamak da değildi. Amaç Batı'nın Afrika'daki bu durumu sonu gelmez bir döngüye sokan politik tutumunu değiştirmesini sağlamaktı." Geldof, Etiyopya'yı ziyaret etmeye gittiğinde peşinden gelen ve kendisini Afrikalı bir çocukla fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşan gazetecilerle kavga etmiş. Kendisini elinden geldiğince arka plana atıp, sorunu öne çıkarmaya çalışmış. Samimiyet sorunu, insanların bu konuda bilinçlenip bilinçlenmeyeceği aklının bir köşesinde hep kalmış. Özellikle o dönem, grubun müzikal olarak geriye gitmesi, insanların gözünde Bob Geldof'un albümlerini daha çok sattırma çabası olarak algılanmış. Geldof'ta, hep bu algıyı kırmaya çalışmış.


Geldof'un çabası için, sistemin kendisini sorgulamadan eksikleri kapatma çabası olarak görülebilir. Kendisine getirilen bu eleştiri bir  yerde haklı olabilir. İsteseler, hemen çözebilecekleri bir sorun için kılını kıpırdatmayan siyasetçilerden yardım dilenmesi eleştirilebilir. Fakat, halen çok ciddi bir insanlık sorunu olarak duran açlık, yoksulluk, yoksun bırakılmanın çözümü için hiç bir şey yapılmadığı dünyada, Geldof'un hayranlık uyandırıcı bir çabayla mevzunun çözümü için uğraşması cidden takdir edilesi. Modern insanın, olumsuzluklar konusunda sürekli şikayet edip kılını kıpırdatmağı bir ortamda, Geldof, sorunun çözümü için en azından mücadele etmiş, en azından denemiş... Bu bile kendisine saygı duyulmasına yeter...

Sonuç olarak, Geldof'un bizzat kendisinin kaleme almış olduğu biyografisi gerçekten çarpıcı bir çalışma. Geldof, kafasını meşgul eden her şey için sözünü sakınmadan, direk topa giriyor, hiç kimseden lafını esirgemiyor. Margaret Thatcher'in karşısına dikilip ona yaptığı yanlışları da söylüyor, İrlanda'nın baskıcı toplum yapısını da kıyasıya eleştirmekten çekinmiyor. Müzik konusunda da benzer tavır içerisinde; yeri geldi mi Sex Pistols'da, Pink Floyd'da en ağır eleştirileri alıyor Geldof'dan. Kitabı da çarpıcı yapan unsurlarda bunlar zaten, sözünü sakınmayan bir rock yıldızının samimi portresi olması.

Can Öktemer

Acının Biletsiz Seyri: Fotoğraf

$
0
0

Barışı, huzuru, normalliği sağlamak için dahi savaşa başvurulan bir çağda savaş; hiç kuşkusuz bir meslektir. Ulus-devletleşme sürecinin ve resmi tarih tezlerinin cilaladığı ‘hafıza’ ise bu pazarda kendisine yeniden/evrilerek yer bulan bir ürün. Bir meslek olarak savaş; intikam, cihad, savunma, huzuru sağlama gibi iddialarla yola çıksa da, tohumu hafıza, mahsulü yıkımdır. Hafızaya da, yıkıma da elbet bir kaydedici gerekmektedir. Bu kayıt araçları, fotoğraf, video gibi görüntü bombardımanının tüm hayatımızı kuşattığı bir çağda, günlük yaşamımızın olağan parçalarıdır. Savaşa dair görüntüler, akşam ailece yemek yenen odaların istenmeyen konuğu, bu anların fotoğrafları bol ödüllüyken, bizler de meşrebimizce duacısı, bedduacısı, analizcisi; Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak’ta tanımladığı gibi esasında dikizcileriz.

Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag’ın Oxford Üniversitesi’nde Uluslararası Af Örgütü Konferansı’nda yapılmış konuşmalarının derlemesi. Açılışı Virginia Woolf’un Three Guinas’ına atıfla fotoğrafa bir kadın, entelektüel, yazar olan Woolf’un gözünden bakıyoruz. Woolf, kendisine savaşın nasıl durdurulacağı hususunda fikrini soran bir avukata cevabına, “Biz” diyerek başlıyor ve kadınların hiç dillendirmediği ve esasında bir erkek oyunu olan savaşın iğrençliğinden bahsedip “Siz, bayım, o fotoğraflara dehşet ve tiksintiyle bakın” diyerek beklenmeyen öfkeli bir giriş yapıyor. Sontag ekliyor: “Konu başkalarının acılarına bakmak olduğunda, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır.”
Susan Sontag-Başkalarının Acısına Bakmak
Dehşetin kaydı

Resim, dehşeti yansıtması itibariyle hikâyeyi, akımı, asgari de olsa tarihi bilmek geçerli olduğunda fotoğraf kadar sarsıcı bir araçtır. Sözgelimi Artemisia Gentileschi’nin genç yaşında uğradığı tecavüz ertesinde yaptığı resimlerde, bir erkeğin kadın/kadınlarca infaz sahnesinin canlandırılması – bu infaz, modern ve can alıcı keskin gereçlerle değil, kaba el aletleriyle gerçekleştirilir- yahut pek çok kimsenin bildiği Guernica  yahut Sontag’ın yapıtında bahsi geçen tüm o heykel ve resim sanatında öne çıkan infaz, savaş canlandırmaları daha mı az sarsıcıdır? Hikâyesi itibariyle gerçeğe dayanan bu yapıtlar, kuşkusuz sarsıcıdır; lakin Sontag’ın da belirttiği gibi, resimde “sanatçının el hüneri” vardır. Fakat fotoğraf, konu itibariyle savaşın ve dehşetin fotoğrafı anın kaydedicisidir ve özne, bizim gibi kanla, canla var olmuş kimsedir. Dikizciyi sarsan ilk etmen, tüm yan kimliklerden öte; kendi türünün acısına bakmaktır.
Judith Slaying Holofernes, Artemsia Gentileschi, 1611-1612
Savaş Fotoğrafçılığı

Ernst Jünger der ki: “Düşmanı bir anlığına durduran ölümcül bir silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi aynı aklın ürünüdür”. Susan Sontag’ın meşhur savaş esteti Jünger’den aktardığı bu cümle, fotoğrafın tüm görsel sanatlar içerisindeki biricikliğinin taahhüdüdür ve fotoğraf öncesi görsel sanat ürünlerine yüklenen önem ve özen, fotoğraftan elbette esirgenemez. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Leica isimli meşhur fotoğraf makinelerinin üretim alanının –ısıtılmaya bırakılmış merceklerin- zarar görmesinden duyulan endişeden dolayı, Westlar eyaletinin askerlerce daha hafif araçlarla geçilişi buna örnektir.  Sontag’ın ahlaki olarak derinden sorguladığı ve savaş turistleri olarak adlandırdığı savaş fotoğrafçıları, bir kayıt vazifesiyle dehşeti kaydeden seleflerine nazaran ürünlerinin çoğaltılma, medyada yer bulma gibi avantajlar ve bir dezavantaj olarak dehşete tanıklık etme cüretlerinin yüceltilmesi vesilesiyle şöhretten nasiplerini almışlardır.

İspanya İç Savaşı’na kadar piyasaya sürülen savaş fotoğraflarının çoğu isimsizdir ve taşınabilir fotoğraf makinelerinin bu denli yaygınlaşmadığı dönemlerdeki ilk fotoğrafların pek çoğunun kasti tasarlandığı, malzemeleriyle oynandığı –sonraki dönemlerde anlaşılmışlardır- bugün bilinen bir gerçektir. Robert Capa’nın meşhur ‘Düşen Askeri’, bunların en bilinenidir. Sözgelimi Beato’nun meşhur ‘Sikandarbagh Sarayı’ fotoğrafı; zafer sarhoşu Britanyalı askerlerin Sepoy savunmasında esir düşen Hintlileri süngüden geçirip avluya yığması - burada bir çeşit estetik gözetilmiştir- sonucu çekilmiştir. aynı şekilde ‘1945 Reichstag Zaferi’nin Yevgeni Khaldei tarafından çekilen fotoğrafı, Sontag’ın da aktardığı üzere bir mizansendir. Fotoğrafın aslı, kolları öldürdüğü Nazi askerlerinden aldığı saatlerle dolu olan Gürcü bir Sovyet askerine aittir, bu estetik ve ‘ahlaki’ görülmemiş olacak ki, bir mizansen daha münasip görünmüştür.
Beato'nun Sikandarbagh Sarayı fotoğrafı
Eddie Adams’ın çektiği belki  savaş fotoğraflarının de en çarpıcılarından Vietnamlı bir polis şefinin (Nyugen Ngoc Loan) şüphelendiği genci beyninden vururken çekilmiş infaz fotoğrafı bizzat fotoğrafçı için sahnelenmiştir, zira infazlar bu şekilde fotoğrafçıların objektifleri önünde işlenmiyordu.  Bir benzeri olarak, Çanakkale Savaşı’nda Seyit Ali Onbaşı’nın 275 kiloluk top mermiyi sırtladığı gözlenen fotoğraf savaşın bitiminden bir gün sonra tekrar çekildiği bilinen bir gerçektir.
Nguyen Van Lem, Nguyen Ngoc Loan tarafından öldürülmeden hemen önce.

Yemek masasındaki İntifada

Sontag’ın sorduğu soruyla başlamak icap ederse; “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?” Gerçekten dayanamıyor muyuz? Sontag, hususi olarak savaş fotoğrafçılarının ‘gerçeğin’ o iç kanırtıcı temsili uğruna yaptıkları bir yana, birer dikizci olarak bizlerde parçalanmış ve bozulmuş bedenleri sergileyen pornografik –bir dereceye kadar- görüntülerin uyandırdığı şehevi duyguları da anımsatır. İstediği kadar gerçeğin temsilini yaratmaya çalışsın; savaş, aksiyon, gerilim filmlerinde kesik bedenler, kana bulanmış insanlar ve savaş sahnelerini –elbette görece- konforla izleriz ve patlamış mısırımızı yeriz. İçimizi rahatlatan, onun bir ‘kurgu’ olduğudur. Aynı hatta belki daha az kanlı “gerçek” savaş görüntülerini izlerken, fotoğrafına bakarken, bu konfor yerini hiç değilse huzursuz edici bir sessizliğe bırakır. Fotoğrafın yükü tam da buradadır, fotoğrafçı ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın insan elinin deklanşör dışında dokunamadığı o gerçekliktir rahatsız edici olan ve pause tuşu yoktur savaşların.

Türkiye’de kesintisiz olarak bir savaşın televizyondan geniş kitlelere sunumu Birinci Körfez Savaşı, İntifada, Bosna Savaşı’yla sırasıyla yaygınlaşmıştır. ‘80 neslinin rahatsız edici çocukluk hatıraları arasında bu savaşlar, çocukken akşam yemekleri eşliğinde izlenen sarsıcı görüntüler yığınıdır. 2000’lere gelindiğinde, kabaca İkinci İntifada, Güney Osetya Savaşı, Suriye Savaşı olarak bu seri devam etmiştir. Yemek masalarımızda cereyan eden bu savaşları izlemek, yani başkalarının acılarına bakmak bizim için “hâlâ” dayanılmaz mıdır? Kuşkusuz halen sarsıcıdır, sempati duyabildiğimiz, empati yapabildiğimiz ölçüde. Fakat Sontag, bize acının ve onu izlemenin alışılabilir bir şey olduğunu da anımsatıyor, zira insan uyumlu bir canlıdır ve bu sürekli uyarılan görsel hafızanın artık aralıklı/ilki kadar sarsıcı olmasına imkân var mıdır? Bu, bir sigara tiryakisi için sigara paketlerinin üzerine konulan akciğer kanseri bir hasta, solunun sorunu çeken bir bebek, cinsel istekleri azalmış bir çift fotoğrafları sigarayı bırakmak için ne kadar etkili olabildilerse o denli etkilidir. Bunun yanı sıra elbette duyarlılığı yozlaştırmadan uyanık tutmak da mümkündür, her hafta kilisede gördüğü ve çarmıha gerilmiş İsa’yı gören bir mümin için, bu, daima iç acıtıcı, minneti anımsatıcı bir tasvir olabilir. Acıya, onu izlemeye alışmak, tıpkı bıçak gibi nasıl kullandığımızla alakalı.

Fotoğraf-Kimlik

Fotoğraf bir sözleşmedir. Gerçekliği bozmamak koşuluyla, güzeli yansıtmasını istediğimiz bir sözleşme, güzellik gerçeklikten baskın gelirse bizler başkalarının acılarına bakarken gerçekçi olanı yeğleriz. Fotoğraf, Ara Güler’in de söylediği gibi, sanattan çok tarihtir. Objektifin nereye doğrulduğu, nereyi görmezden geldiği önemli olmakla birlikte karede çıplak bir gerçek vardır ve onu reddetmek olası değildir. Hafıza tetikleyicisi, saklayıcısı olarak fotoğraf; Yahudilerin Holocaust, Ermenilerin 1915, Kürtlerin maruz kaldıkları kıyımlar, Türklerin Çanakkale Zaferi, İspanya İç Savaşı, İkiz Kulele ’in bombalanması gibi her bölge-kimlik uyarınca, çeşitli ülkelerde, şehirlerde sergilenmekte ve bir hafıza merkezi işlevi görmektedir. Bununla birlikte, pek çok sivil toplum örgütü, resmi tarih tezlerinin yanlılığını ve başkalarının acılarını ortak bilince dâhil etmek için benzer bir yolu izlemektedirler.

Elbette fotoğrafa bakan, fotoğrafı çekilen kimselerin kimlikleri de asla önemsiz değildir. Sözgelimi Türkiye’de, ana-akım medya öldürülen Kürt gerillaların fotoğraflarını kahramanlıkla manşetten sergilerken, hemen akabinde televizyonlarda acıklı bir slayt eşliğinde şehit  olan Türk askerlerinin fotoğrafları -askerin ağlayan çocuğu, Türk bayrağına sarılı tabut, eşinin acı içindeki fotoğrafı/görüntüleri, ailesinin vatansever cümleleri- mümkün olan en sarsıcı nefret ve sempati hislerini uyandırmak için kaba bir özenle seçilir.

Evrensel boyutta ise, açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğu bir ‘beyaz’ olarak izlemek, yanı başında duran akbabayı görmek, sorumluluk hissinin sarsıcı iğnesidir. Çünkü bizler, Afrika için bir şeyler yapma ‘kudretine’ sahip kimseler olarak, hiçbir şey yapmamışızdır, yahut yaptıklarımız yetersiz kalmıştır. Siyah, egzotik, daima kırımlar ve açlıklarla savaşan bu kimselerin fotoğrafı, artık içimizi kaldıracak denli sarsıcı olmalıdırlar ki, dikkatimizi çekebilsinler (Bir hayvanın dışkısını yiyen çocuk fotoğrafı, bir rahibin elinde kuru bir dal gibi duran Afrikalı çocuk fotoğrafı vb.).

Bunun yanı sıra, ana-akım medyanın bizde sürekli güçlendirdiği duyarlılıklarımız –bölgesel ve kimliksel faktörlerle değişkendirler- vardır ve bu duyarlılıklar bir araç olarak fotoğrafın sunumunda hayati önem taşır. Örneğin, Filistin’de öldürülen binlerce çocuk cesedinin fotoğrafları, Batı medyasında bomba seslerinden korkan ve ağlayan bir İsrailli annenin fotoğrafı kadar etkili olamamıştır.

Acının istismarı


Türkiye gibi taraf/tarafgirlik saflarının katiyen boş kalmadığı acıyı tanıma, kabul etme, özür dileme gibi kavramların çokça sorunlu olduğu ülkelerde fotoğrafın bir başka işlevi de - başlıca işlevlerinden biridir- propagandadır.
Van Depremi'nde enkaz altında aldığı yaralar sebebiyle hayatını kaybeden Yunus Geray'ın sembol haline gelen fotoğrafının, 2012 AK Parti Van İl Kongresi'nde Recep Tayyip Erdoğan'a takdim edilişi.
Sontag’ın kaydı ile kitlelere ulaşma, sessizliği kırma noktasında fotoğraf, ilk olarak Bosna Savaşı sırasında uluslararası basının ve yardım kuruluşlarının ilgisini bölgeye çekerek rüştünü ispat etmiştir -müdahaleler elbette tartışmalıdır. Tahrir ayaklanmaları, Arap Baharı, Ukrayna ve Yunanistan’daki ayaklanmalar, Gezi Süreci, Kobanê’de yaşanan olaylar boyunca sunumu internet odaklı, ana-akım medyanın ilgisine mazhar olamayan/kısıtlı yer bulan çeşitli kitlesel olaylar, internette bir dalga gibi yükselmiş ve neticede ana-akım medyayı sessizliğini kırmaya zorlamış, uluslararası basına ulaşabilmiştir. Fotoğrafa kimlikle bakmak ise,  dezenformasyon ve propagandayı da beraberinde sürüklemekte  ve fotoğrafa yüklenen ‘tanıklık etme, tarihi dondurmak’ düsturu yerini, çokça kitlesel/kişisel/kimliksel hınçların haklılık belgesi olmaya bırakmaktadır. İnternet gibi ana-akım medyanın sansürcü, taraflı otoritesine alternatif olarak sunulan ‘özgür’ mecraların bile bir çeşit oto-sansüre tabi tutulduğunu ve dezenformasyona çok daha açık olduğunu biliyoruz.  Kişilerin, gazetecilerin ‘hür’ iradelerine ve sorumluluk bilinçlerinin insafına kalmış sunumlar, çoğu kez başkalarının acılarını bir propaganda malzemesi olarak kullanarak istismara açık bir konuma sürüklemektedir. Hatta öyle ki, bir başka yıkımın fotoğrafları –sözgelimi Tayland’da bir kaza fotoğrafının Gezi sürecinde polis şiddetini kanıtlamak maksadı ile sorumsuzca dağıtılması- güncel vakalar için araştırmaya tabi tutulmaksızın kullanılmaktadır. Savaşın ve yıkımın fotoğraflarının “savaşın gereksizliği, barışı sağlama özlemi”  gibi olumlu propagandaların bir saflık alameti olarak görüldüğü günümüzde fotoğrafın işlevi “unutmamak, anımsamak” –kitlelere yapılan kötülükler- başlıkları ile intikam ve hesap verilebilirlik öğelerini anımsatmaya yönelik olarak işlevselleştirilmiştir. Türkiye’de oldu bitti makus bir tarihi olan fotoğraf aracılığıyla başkalarının acısına bakmak, çoğu kez bir başkasını hesap vermeye çıkarılan açık bir davet olarak kalmıştır.

Gizem Asya Genç

Ama Kitabı Daha Güzeldi

$
0
0
Genellikle, sinemaya uyarlanan edebi eserler hakkında aynı tepkiyi veririz: "Kitabı daha iyiydi." Bu çok anlaşılabilir bir durumdur. Bir kitabı okurken zihnimizde kurduğumuz görsel dünya ile yönetmenin kurduğu dünya arasında belirgin farklar oluşur (normal olarak.) Kendi kurduğumuz ve hiç sınırlılık içermeyen bir dünya ile yönetmenin sinemanın imkanları dahilinde kurduğu görsel dünya kanımca kıyaslanamaz bile. Zaten insanlar kendileri için kutsal saydıkları kitapların sinemaya uyarlanmasına genelde karşı çıkar, yine aynı şekilde kitabın sinema versiyonundan hiç bir şekilde hoşlanmazlar. Bu uyarlama çabalarının yaratmış olduğu başka bir sorun ise; kitabı okumadan sinema uyarlamasıyla karşılaşanların görsel dünyalarını artık filmin oluşturmuş olması. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi kitabını henüz okumayanlar için Gandalf artık Ian Mckkellen'dir ya da David Fincher'in Chuck Palahniuk'un kült eserinden uyarladığı Dövüş Kulübü'ndeki Tyler Durden artık Brad Pitt'tir.


Sinema ve edebiyat arasında ilişkinin tarihi, sinema kadar eskidir. Yedinci sanat olarak kabul edilen sinema, varoluşunu bir anlamda diğer sanat dallarından aldığı anlatım teknikleri, biçimleri ile oluşturmuştur. Sinema, bünyesinde resimden heykele hatta dansa varana kadar birçok farklı sanat dalını barındırır. Fakat sinema, bu sanat dalları içinden en yakın bağını hep edebiyatla kurmuştur. James Monaco bu durumu şöyle açıklar: "Sinemanın anlatı potansiyeli öylesinedir ki, en güçlü bağını resim hatta tiyatroyla değil romanla kurmuştur. Hem filmler hem de romanlar çok ayrıntılı uzun öyküler anlatırlar..." Sinema ve edebiyat ilişkisi, birbirlerine hem çok yakın, hem de zarar veren bir ilişki olarak tanımlanabilir. İyi yazılmış bir edebi metnin sinema perdesinde kusursuz olarak yansımama ihtimali vardır. Bununla beraber kült mertebesine erişmiş birçok roman uyarlamalarındaki başarısızlık da izleyicinin filmi güzel hatıralar ile anmamasına sebep olabilir ki, sinema tarihi bu örneklerle doludur. Bu durumun ana sebebi ise okuyucunun görsel dünyasıyla yönetmenin kurduğu görsel dünya arasındaki derin farklılıktır. 

Sinema ve edebiyat arasındaki farklardan biri de;  anlatım biçimi farklılıklarıdır. Sinemada yönetmen hikayesini seyirciye aktarırken bunu belirli bir zaman dilimi içerisinde yapmak mecburiyetindedir. Fakat yazar için bir zaman kısıtlaması yoktur. Yazar anlatacağı hikayesini istediği kadar uzatarak anlatabilir. Bununla beraber sinema, teknolojiyle de sıkı bağlara bir sanat dalıdır ve anlatım biçimlerini teknolojinin olanakları doğrultusunda yapar. Fakat bir romancının böyle kaygıları yoktur. Neticede hayal gücü sınır tanımaz.

Sinema ve edebiyat arasındaki temasın geçmişinin, sinema tarihi kadar eski olduğundan bahsetmiştik. Özellikle Hollywood'un endüstrileşmeye başladığı yıllarda birçok roman uyarlamasıyla karşılaşmaktadır. Bu durumun ana kaynaklarından biri; hiç kuşku yok ki kitabın barındırdığı ticari potansiyeldir. Çok satan bir kitap, sinemaya uyarlandığında benzer bir ticari başarı yakalama olasılığı muhtemeldir. Sinema tarihinde bu duruma örnek birçok filme rastlarız. Bugüne kadar Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Marcel Proust, Alexander Dumas gibi birçok yazarın eseri sinemaya uyarlanmıştır. Murat Belge sinema ve edebiyat ilişkisini en basit haliyle şöyle anlatır: "Edebiyatın önemli bir kısmı anlatıdır, sinema da sonuç olarak anlatı temeline dayanan bir sanattır."


Senaryo-Edebiyat ilişkisi
Sinema ve edebiyat ilişkisinin temeli,  bir anlamda sinemanın edebiyattan ödünç aldığı anlatım teknikleridir. Sinema, edebiyatın anlatım teknikleri ve hikaye kurgulama biçiminden etkilenip, kendine özgü yeni bir anlatım biçimine uyarlar. 

Sinemanın-özellikle popüler sinema özelinden gidecek olursak- ihtiyacı olan ilk şey, iyi bir hikaye ve onun üzerine inşa edilecek kusursuz bir senaryodur. Hollywod'un endüstri haline geldiği dönemlerde yapımcılar seyirciyi salonlara çekmek için iyi bir hikayeye ihtiyaçları olduklarını biliyorlardı. Bu sebeple yapımcıların, senaristlerin ve yönetmelerin kafalarını çevirdikleri ilk yer edebi eserler olmuştur. Geniş kitlelerce kabul gören ve klasik mertebesine ulaşan romanları sinema perdesin taşımışlardır. Bu durum sinema endüstrisi için bir anlamda ticari garantiyi de beraberinde getirmiştir. Sıfırdan bir senaryo yaratmak yerine hazır güçlü bir metni senaryo olarak tasarlamak bir anlamda kolaylıkta sağlıyordu elbette. Bugün Hollywood tarihine bakıldığında ödüllü filmlerin ya da klasik haline gelmiş filmlerin bir çoğunun roman uyarlaması olduğu görülmektedir. Bu başarının altında sadece para kazanma heveslisi, kurnaz yapımcılar yer almadığını söylemek gerek. Stanley Kubrick, Frances Ford Coppola gibi sinemanın ustaları sayılabilecek yönetmenlerin filmlerinin birçoğunun roman uyarlamasıdır. Özellikle bu yönetmenlerin yaptıkları uyarlamalar, hem kitabın fanatik okuyucusunu, hem de sıradan izleyiciyi tam anlamıyla tatmin etmiştir. Aynı zamanda filmden önce henüz kitabıyla tanışmamış olanlar için, kitabın, iyi anlamda reklamını da yapmışlardır.


Bu başarının sırrı Murat Belge'nin de dediği gibi olmuş olabilir: "Belki de mesela o yönetmen, o sinemacı onun gördüğünden, bulduğundan daha iyi, daha ilginç, çok güzel olabilecek bir şey bulmuş olabilir." Kubrick ve Coppola gibi çok önemli yönetmenlerin uyarlamalarının zaman zaman eserin etkileyiciliğini aşmıştır da. Coppola'nın, Mario Puzo'nun kitabından uyarladığı Baba filmini hatırlarsak mesela, Coppola'nın ortaya çıkardığı film  o kadar güçlüydü ki, eser neredeyse ikinci planda kalmıştır. Bu da Coppola'nın eseri yorumlamadaki başarısıdır bir anlamda. Yine Coppola'nın metni sinema perdesine uyarlarken kurduğu görsel dünyanın kusursuzluğudur. Burada şunu da belirtmek gerekmekte sanırım; bir roman sinemaya uyarlanırken, kitabın sinema diline yakınlığı da gözetilmelidir. Gabriel Garcia Marquez gibi, Jack Kerouac gibi yazı dilleri çok katmanlı olan yazarların eserlerini sinema diline çevirmek çok zahmetlidir ve elbette başarısız olma riskini taşımaktadır. Walter Seller'in geçtiğimiz sene sinemaya uyarladığı, Kerouac'ın kültü kitabı Yolda'nın başarısızlığı bu duruma iyi bir örnek olabilir. Kerouac'ın çok katmanlı dili, çok karakterli hikaye örgüsünü tam anlamıyla uyarlamak çok zor haliyle... Seller'ın özellikle senaryo aşamasında çözemediği filmi eksik ve başarısızı kılmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir; sinemada iyi bir edebiyat uyarlamasının en önemli kıstaslarından biri de yönetmenin yazarın dünyasıyla, hatta yazarın kendisiyle kurduğu yakınlıkta yatıyor. Sellers'in birçok röportajında beat kuşağı edebiyatıyla, Kerouac'ın eserleriyle çok yakın bir ilişkide olmadığını belirtmesi, filmin başarısızlığındaki diğer sebeplerden biri sayılabilir. Bu noktada Adalet Ağaoğlu'nun şu açıklaması zihin açıcı olabilir: "Sinema edebiyatın kapısını çalacaksa; yazarın seçimlerine, hayattaki duruşuna, sanat anlayışına, duyarlılıklarına saygılı olmak zorundadır. Tersi manevi hakların ihlali kapsamına girer." Bu duruma verebilecek en iyi örnek iflah olmaz bir Tolkien hayranı olan Peter Jackson'ın Yüzüklerin Efendisi serisi olabilir. Tolkien'in dünyasına, metinlerine hakim ve hayran olan Jackson'ın seriyi sinema uyarlaması neredeyse kusursuzdu. 

Bununla beraber, günümüzde sinema ve edebiyat birbirine anlatım dili hiç olmadığı kadar yakınlaşmış gözüküyor. Bu tanıma en uygun yazar ise kanımca Dan Brown'dur. Kitapları dünya çapında büyük satış rakamlarına sahip Brown, bütün romanlarını sinematografik bir üslupla yazmakta. Yalın, akıcı bir dil ve senaryo mantığına yakın bir şekilde kurduğu diyaloglar ile kitabı okurken zihnimizde hep bir Hollywood filmi içerisindeymiş hissi yaratıyor. Zaten Da Vinci şifresi bütün dünya da çok satanlar listesinde uzun süre yerini koruduktan kısa bir süre sonra sinema perdesinde  kendine yer bulmuştu. Filmin yönetmeni Ron Howard ve senaryo ekibi, Dan Brown'un metnine farklı bir yorum getirmekten çok, kitabın bütün sayfalarını neredeyse tek tek senaryoya aktarma yolunu tercih etmişlerdi. Bu tercihleriyle film ve kitap arasında büyük yorum farkı ortadan kalkmış olmuştu. Film her ne kadar müthiş bir uyarlama olarak görülmese de, kitabın okuyuculara sunmuş olduğu keyifli vakit geçirme vaadini başarıyla yerine getirmişti. Elizabeth Gilbert'in Ye Dua Et Sev kitabı ve Stepheni Meyer'in Alacakaranlık serisi de benzer şekilde sinemada büyük gişe başarıları elde etmişti. Burada dikkati çeken nokta ise; bir dönem sinemanın sırtını yasladığı edebiyatın, artık günümüzde tam tersi bir konuma gelmesidir. Artık sadece sinema için yazılan romanlarla karşılaşmıyoruz. Yayınevleri de artık sinemaya uyarlanan eserlerin kapaklarını, filmlerin afişlerinden esinlenerek oluşturuyorlar. Hatta Türkiye'de bazı yayınevleri kitap kapağının arkasına filmin künyesini bile koymakta. Edebiyatın sinemaya yakınlaşması sadece bu örneklerle de kalmamış. Matrix'den ya da Speilberg'in Er Ryan'ı Kurtarmak filmden esinlenerek yazılan romanlara da rastlamaktayız. Elbette bu durumun popüler anlatı ve kültür endüstrisi için geçerli olduğunu söylemek lazım. Bir takım ticari kaygılar, kitapları ve filmleri birbirine yakınlaştırmış gözükse de nitelikli sanat yapıları için bu denli keskin dönüşümler ya da etkileşimler olduğu söylenemez.

Sosyal Medya  ve Kitap İlişkisi
Son bir kaç yıldır hayatımıza müthiş bir hızla giren sosyal medya, hiç şüphe yok ki birçok alışkanlığımızı değiştirmiş durumda. Bu değişimlerin başında ise okuma ve izleme pratiklerimiz geliyor. Özellikle Facebook ve Twitter'ın yaratmış olduğu bir değişim bu... Twitter'da 140 karakterle yazışma kültürü ya da Facebook'ta akıllı telefonlarımız yardımıyla, son sürat haber akışı takip etmenin yaratmış olduğu yeni bir okuma biçimi oluşmuş durumda. Bu son sürat hıza tam anlamıyla alışmış bünyeler, haliyle kitapta, sinemada benzer hızları arıyorlar. Türkiye'de özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri için çok yavaş ve sıkıcı tanımı yapılması ya da Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ının çok karmaşık ve bitirilmesi zor bir kitap olarak adlandırılması bu tanıma örnek teşkil edilebilir. Sosyal medyanın getirmiş olduğu hızla birlikte, artık yetişmemiz ve sürekli bir takip etmemiz gereken bir dünya var. İzlenecek filmlerin ya da okunacak kitapların çok zaman almaması, bir an önce tüketilmesi beklenmekte. Son zamanların en çok ilgi gören yazarlarından biri olan Murat Menteş'in bir röportajında söylediği gibi: " Romanı saatte 300 km. hızla giden bir spor araba gibi tasarlıyorum." sözü bu duruma örnek bir bakıma. Murat Menteş'in kitaplarındaki aforizmalarla dolu ve yalın, akıcı dilinin genç okuyucu tarafından karşılılık bulması, en önemlisi de bir çırpıda okunup bitirilmesi bu anlamda önemlidir.


Sosyal medyada, özellikle Twitter'da insanların sıklıkla aforizmalar paylaşmaları da önemli bir duruma işaret etmektedir kanımca. Karmaşık ve çok katmanlı bir şekilde yazılmış bir kitabın tamamını okumaktansa, o kitaptan yapılan bir alıntı çok daha önemli bir hale gelmiştir. Sosyal medya hesaplarımızda inşa ettiğimiz avatarlar için çok  önemlidir o aforizmalar. O sözün paylaşılmasındaki ana dürtü, bir anlamda; cümlenin barındırdığı edebi derinlikle birlikte, paylaşan kişinin ruh hali ya da vermek istediği mesajla ilgilidir. Zaten aforizmaları paylaşanlar için o cümleyi kimin söylediğinden çok, esas olan  cümlenin ne kendisi için ne ifade ettiğidir. Bu bağlamda, insanların uzun uzun paragraflarla, karmaşık hikaye örgüleriyle pek ilgilenmedikleri, hatta bunları okumak için zamanları olmadığı söyleyebiliriz. Çeşitli sosyal platformlarda uzun metinler için kullanılan "özet geç" talebi bu tavrın en belirgin göstergelerinden biridir. Bu yalnızca edebiyatta karşımıza çıkan bir trend değil, aynı zamanda haber diline de yansımış bir olgudur. Foto haber gibi görselin büyük, yazının az olduğu haberlerin ilgi görmesi, haber metninin özetinin daha dikkat çekmesi, sosyal medyanın okuma alışkanlıkları üzerinde yapmış olduğu değişimlere örnek gösterilebilir.

Bununla beraber, sosyal medyanın getirisi olan bir başka özellikle ise artık okuyucunun pasif durumdan aktif duruma kayması. Twitter'da zekice yazılmış iletilerin çok dikkat çekmesi, kendi fenomenlerini oluşturması ya da bloglarında yazdıkları yazılarla meşhur olup kitap çıkarmış yazarlarla karşılaşmamız doğal artık. Sosyal medya her anlamda okuma ve yazma pratiğimizi değiştirmiş durumda. Geçtiğimiz senelerde, Twitter'da 140 karakterle hikaye yazma çabaları da bir anlamda bu değişime örnektir. Sosyal medyada oluşan bu yeni dünya, yazma pratiklerimizden edebiyata ya da genel olarak sanatın üretim biçimlerinden tüketim biçimlerine varana kadar değişimi zorunlu kılmıştır. Genç yazarları internetten arayan yayınevleri, çekmiş olduğu kısa filmlerle sosyal medya sayesinde meşhur olan genç yönetmenler, bu yeni duruma iyi birer örnek teşkil etmektedir.
Neticede yukarıda da belirttiğimiz gibi sinema ve edebiyat ilişkisi sinema tarihi kadar eskidir. Edebiyat anlatım tekniği olarak sinemayı etkilemiş, onun hikaye anlatım biçimlerinin derinleşmesini sağlamıştır. Sinema her zaman için iyi, orjinal senaryoya, hikayelere ihtiyaç duyacaktır. Bunun için de, bir gözü her zaman edebiyatta olacaktır. İkisi arasındaki bu ilişki hiç bitmeyecektir bir anlamda. Fakat burada önemli olan nokta sanat ürünlerine nasıl yaklaştığımızdır. Kültür endüstrisinin, ticari kaygıları ön plana çıkarıp, kitapların içeriklerini boşaltıp, salt eğlencelik haline getirmesi hem yapıtların kendisine zarar vermekte, hem de sinemaya zarar vermektedir. Diğer taraftan kitaba aşkla bağlanan, onu en iyi, en kusursuz şekilde sinemaya aktaran sinemacılar ise hiç kuşku yok ki o edebi esere olumlu katkılar yapacaktır. Sonuç olarak sinemada karşımıza çıkan her kitap uyarlamasında sanırım aynı cümleyi tekrar edeceğiz: " Ama kitabı daha güzeldi." Neticede insanın hayal dünyası kadar zengin bir şey yoktur kanımca.

Can Öktemer
* Bu yazı, Lacivert Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2014 tarihli, 57. sayısında yayınlanmıştır.

Huo Rf Röportajı: 'Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek ve cevaplamak güzel'

$
0
0


Mümkün olan kapı açandır. Mümkün olanla açılan kapılar bilinmeyen denizlere, seslere, dokunuşlara yolculuktur. Ressam Huo Rf bizleri mümkün olana taşıyor. Onunla yeni sergisi ‘Mümkün’ü, sanata bakış açısını kısacası her şeyi konuştuk.
Huo Rf (Fotoğraf: Beril Bozdere)
 - Huo Rf isminin hikâyesini bize anlatır mısınız? 
Dört yıldan uzun süredir Taner Ceylan ile çalışıyorum. Sanat üzerine bildiğim çoğu şeyi Taner Bey sayesinde öğrendim ve algımın açılmasını sağladı. Okulda gördüğünüzden bambaşka bir sanat dünyası var. Düzenli bir iş ve eğitim ilişkimiz var. Annem ve babamın bana uygun gördükleri resmi ismim Taner Ceylan ile çalışıyor. Huo, benim adımın ve soyadımın baş harflerinden oluşuyor. Rf ise sanatçı adımın uzantısı, uzun bir süre sanırım kimseyle paylaşılmadan, bir sır gibi kalacak. Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek, soru sordurmak ve cevaplamak güzel. 
 -Bugüne kadar hangi sanatsal projelerde yer aldınız? 
Lisede ve üniversitede güzel sanatlar resim bölümlerini okudum. Meksika’da, Polonya’da, Bulgaristan’da ve Çin’de uluslararası sergilerde çalışmalarım sergilendi. Benim için en heyecan verici proje, geri dönüşleri, tepkileri beklediğimizin çok üstünde olan Signs Of Time’ı (Zamanın İşaretleri)  Hatice Utkan ile kurmak oldu. Zamanın İşaretleri’ni 2012 yılının Kasım ayında kurduk ve bu yıl 3. sergimiz Başı Balkonda Dünyaya Ters’i açıyoruz. İlk kişisel sergime gelene kadar grubum ile üç sergiyi geride bıraktık. Beraber üretim ve sergilemenin gücüne inanıyoruz ve kolektif çalışmaya devam ediyoruz.
 -Gelecek serginizin ismi: ‘Mümkün’.  Neden ‘Mümkün’?
İnandığımız, istediğimiz, dilediğimiz her şeyi yapabilmek için: Mümkün. 
- ‘Mümkün’ adlı serginizdeki eserleri yaratırken hangi materyalleri kullandınız? 
Klasik materyal olarak, tuval üzeri yağlıboya, çalışmalarımın hepsi diptik. Boya resimlerimin yanlarında ise resimlerimle aynı ölçülere sahip düz ve parlatılmış bakır levhalar görüyorsunuz. 
 - Serginizde Ceylan Ertem’in ‘Kaçıncı Yarın’ adlı şarkısının müziğini kullanacaksınız. Serginizin müzikle ilişkisini açıklar mısınız?
Resim yaparken genelde bir playlist değil, tek bir parça dinliyorum. Bazen sözleri duymazsınız, bazen müziği duymazsınız sadece hissedersiniz. Sözü müziği Ceylan Ertem’e ait olan bu parçanın çalışmalarımı desteklediğini ve kişisel olarak resmimle aynı tonda olduğunu düşünüyorum. Yani birbirini destekleyen iki iş gibi düşünebilirsiniz. 
- Paul Cezanne: “Gözleri ilk kez görmeye başlayan bir körün gözünü açması gibi, sanat yapıtından gözlerini açmasını bekliyorum” demişti. Cezanne’a katılıyor musun? Bir sanat yapıtından beklentiniz nedir?
Sanat yapıtlarıyla yönlendirme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Bu sebeple bir beklentiye girmedim hiç. Yalnız çok çok iyi sanatçılardan sadece daha da iyi çalışmalar bekleyebilirim. Cezanne’a dönecek olursam, sanat tarihinde çok ciddi rol oynamış benzersiz bir ressam. Bazı sanatçıların söylediği cümlelere teslim olabiliriz. Ben, sanat yapıtının ruhuma hitap etmesini istiyorum. Yaşadığımız yerkürede çok güzel şeyler var ama diğer yanda çok da acı var. Eleştirel sanat yapıtlarını bambaşka bir gözle inceliyorum, romantik veya esprili işleri ise daha başka. Dediğim gibi tek bir potada eritemiyorum, çok karmaşığım bu konuda.
- Başka bir ressam Klee ile devam edelim. Klee diyor ki; “Ben görünürün resmini yapmıyorum, görünür kılıyorum.” Siz neyi görünür kılıyorsunuz? 
Klee’ye daha yakınım sanırım. Ben bütün karmaşamı, yaşadığım toprağı, sevgilimi, kedimi, komşumu, seyahatimi, kavgamı maddeleştirmeye gayret ediyorum. Duyguya çok önem veriyorum. Bir eseri incelerken, direkt görsel olarak iletişime geçip geçemediğimi sorguluyorum. Başlık altında incelemek istemem ama sorunuz üzerine duygum diyebilirim.
İlker Cihan Biner

Karanfil Sokaktan Dünyaya Bakmak

$
0
0
"Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır."
Ahmet Hamdi Tanpınar

Ankaralı olmayan için anlaşılması zor bir duygu; Ankara'yı sevmek. Kent estetiği olmayan, yollarının denize çıkmadığı, dünyanın en absürt belediyecilik anlayışının hüküm sürdüğü, yürüyen merdivenleri hep bozuk olduğu, gece yarısından sonra ulaşımın bittiği, bir yer burası. Yani bir metropolden beklenilen hiç bir şey yok burada. Bu bağlamda, özellikle İstanbulluların biraz kibirli bir şekilde dile getirmiş oldukları "memur kenti, sıkıcı şehir" tanımlarının bir kısmında haklılık payı oluyor kuşkusuz. Etrafı olanca griliğiyle sarmış sevimsiz binalar, bürokrasi sıkıcılığının hayatın her yerine sirayet etmesi, gidilecek, gezilecek yerlerin az olması vs. bir dolu sebep  sıralanabilir, Ankara'nın olumsuz yanlarına dair. Fakat Ankara, kendisine etiketlenen bütün kötü sıfatlarına rağmen, sevenin çok sevdiği, sahiplendiği bir yer de aynı zamanda. Mütevazı, telaşsız, bağırıp, çağırmadan, usul usul ilerleyen zaman dilimi içinde, hayatın ince detaylarını yakalamak isteyenlerin, öğrenci olanların, öğrenciliğini uzatanların, sakinliği sevenlerin, kendisiyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, ikamet ettiği bir yer burası. Belki de bu sebeptendir; Ankara'yı seven sıkı Ankaracıların, bu sevgilerini düz bir kent övücülüğü yerine, Ankara'nın bu özelliğini ön plana çıkartmaları. Bununla beraber, Ankara'yı özel kılan durumlardan biri de, herkesin birbirini bir şekilde tanıyor olduğudur. Gittiğiniz mekanlarda,  otobüs durağında, her an tanıdığınız bir arkadaşınızla, ya da ihtimallerin en tedirgin edicisi olan; eski sevgilinize bile rastlama olasılığınız yüksektir. Bu durumun en güzeli yanı ise, bu karşılaşmaların genellikle hesapsız, tesadüfü olmasıdır. Edilen muhabbette, bu tesadüflere yakışırı şekilde samimidir. Ankara karşılaşmaları diye kitap bile yazılabilir bu konuda. Tanıl Bora'nın nefis tanımlamasıyla: "Ankara, büyük bir başrol olmayabilir, ama iyi bir karakter oyuncusudur." 

"Ankara'da insan, sadece Ankara'nın haline üzülüyor."
Arkadaşlarım, bana sıklıkla Ankara'dan hiç çıkmadığım için eleştirilerde bulunurlar: "Bırak artık şu Ankara'yı" falan diyerekten.  Seyahat etmeyi de pek sevdiğim söylenemez, Ankara dışına da öyle pek fazla çıkmıyorum, yurt dışı deseniz, Türkiye sınırına hiç çıkmadım, tamı tamamına 29 yıldır buradayım. Mart ayında 30. şeref yılımı devireceğim burada.  Hatırlarım, anılarım, hayatımdaki ilkler hep burada oldu, gerçekleşti. Ankara'yla aramdaki bağ bu sebepten çok güçlüdür. Bugün yerinde yerler esen, boş bir yer olarak duran Megapol sinemasında ilk filmimi, annemle saatlerce kuyrukta bekleyerek Terminatör 2'yi izledim mesela. Pazar günleri, yine bugün çirkin bir AVM'ye dönüşmek üzere Atakule'nin en alt katındaki Dreamland oyun salonunda saatlerce atari oynadım. Kulaktan, kulağa bir efsane gibi yayılan Hard Rock Cafe'ye gitmek için yanıp, tutuşup, yaşım tutmadığı için gidemedim, ama Hard Rock Cafe'ye gitme ihtimali bile güzel geliyordu o yıllarda. Bugün Hard Rock Cafe de maalesef yok, artık oraya yaşım tuttuğu halde bile gidebilme ihtimalim de yok. 


Ankara, artık çocukluğumdaki Ankara değil maalesef, çok değişti, değiştirildi. AVM'ler alternatif buluşma alanları olarak, hayatımızın tam içine sokulmaya başlandı. Ankara'nın en eski sinema salonlarından ve film izleme keyfinin en çok tadına varılan Kavaklıdere, AVM hükümranlığına dayanamayıp kapanmak zorunda kaldı acı bir şekilde. Ankara'yı sevme şartları her geçen yıl giderek zorlaşmaya başladı, içimiz, dışımız beton oldu, alt geçit oldu  ama Ankara'ya karşı beslediğim duyguları yine de  koruyabildim. 

"İnsan, yaşadığı yere benzer"
Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri şiirinde dediği gibi;"İnsan yaşadığı yere benzer , o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer" Bende, burada geçen 29 yılın ardından Edip Cansever'in dizesi gibi  Ankara'ya benzemeye başladım sanırım. Bütün Ankaralılar'ın buluşma noktası Dost Kitapevi'nde arkadaşlarımı beklemek, aynı kitapçıdan alışveriş yapmak, saatlerce raflarında dolaşmak,  Ankara'da hafta sonları Süleyman Bağcıoğlu'nun enfes gitarından Pink Floyd parçaları dinlemek, Joe Strummer'ın Ankara doğumlu olduğunu hatırlamak, Gençlerbirliği maçlarına gitmek, Karanfil sokakta halay çeken, horon tepen, insan hakları için, kadın hakları için, Roboski için slogan atanları, kampanya kuranları izlemek, Karanfil sokaktan dünyaya bakmak, Sakarya'da enfes bir şekilde batan, akşam güneşi eşliğinde Büyük Ekspres'te bira içmek, sonra sıkı dostlukların kurulduğu bol nemli, dağınık öğrenci evlerin de şahane sohbetler etmek, müzikler dinlemek, okul çıkışı, iş çıkışı koşar adım eve koşmak, dostları eve çağırmak, dertleşmek, tıpkı Barış Bıçakçı'nın dediği gibi: ”Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldir” Kısacası,  küçük, iddiasız ama samimi olana sahip olmanın huzuru yetecek bana...


Sonra yeri gelecek çok kızacağım, Ankara'yı kendine oyuncak edenlere, saçma sapan bir yer haline getirenlere, mesela Ankara girişine konulan çirkin kapılardan nefret edeceğim, garip belediyecilik anlayışını, berbat isimli köprüleri, alt geçitlerinden hoşlanmayacağım, uzun yıllar Ankara'da yaşayıp fırsatını bulup başka şehirlere gidip uzaklardan Ankara'yı kötüleyenlere kızacağım, sonra Barış Bıçakçı okuyup, onun tasvir ettiği Ankara'sında kaybolup gitmek, mutlu edecek beni... İnatla, her yıl bu eski alışkanlıklar tekrar edilecek, aynı duygularla, Barış Bıçakçı'nın harika bir şekilde belirttiği gibi: “Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.” Bu tekrarlardan güzel, kötü hatıralar biriktireceğim, her geçen yıl; beni ben yapan, benim bir parçam olacak hatıralar, aklımın, ruhumun bir kenarında kalacaklar.  Zaman geçecek, onları hatırlayacağım... 

Başka bir yer de, başka bir coğrafya da hiç bulunmadım; şayet bulunsaydım bile ilk vasıtayla Ankara'ya dönerdim zaten... Ankara'yı romantize edemem, kimseye de yaşadığım yerin tarihsel, estetik güzelliklerini anlatamam, anlatılacak pek de güzel yanı da yok açıkçası. Fakat hayatı burada öğrendim, öğreniyorum, yaşadığım güzel hatıraları, anlatabilirim,  tıpkı Levent Cantek'in dediği gibi: "Büyük laflar edemem, Ankara’yı sevdirmek gibi bir derdim yok anlayacağın. Yaşayıp gidiyorum. Bi bildiğim fidayda" 

Hayat devam ediyor tüm hızıyla, nerede yaşarsanız, yaşayın anılar kalıyor her daim... Hem anılarınızı biriktirdiğiniz yer ne kadar kötü olabilir ki? 

Can Öktemer

Behçet Çelik Röportajı: 'Geleceğin değil şimdinin bile belirsiz olduğu bir zamanda yaşıyoruz'

$
0
0
Behçet Çelik, son dönem Türkiye edebiyatının en önemli yazarlarından biri, kendisini İki Deli Derviş, Yazyalnızı, Herkes Kadar, Düğün Birahanesi, Gün Ortasında Arzu, Dünyanın Uğultusu, Diken Ucu, Sınıfın Yenisi, Soluk Bir An ve Ateşe Atılmış Bir Çiçek kitaplarıyla tanıyoruz. Behçet Çelik,  kitaplarında ağırlıklı olarak kentli, orta sınıfa mensup bireylerin ikilemlerini, ekonomik krizin yaratmış olduğu tahribatları, yalnızlıklarını, aşklarını, hayata karşı tutunma çabalarını, sakin ve etkileyici bir dille anlatıyor.

Behçet Çelik'le ekonomik krizi, orta sınıfın bu kriz karşındaki yaşadığı bunalımları, yalnızlığı, artık aşk hayatımızın şeklini bile belirlemeye başlayan çarpık çalışma hayatını ve son yıllarda sıklıkla işittiğimiz "nostalji" kavramını konuştuk. 


-2009 yılında yayımladığınız, Dünyanın Uğultusu isimli romanınız işsizliği anlatıyor. Halen etkilerini hissettiğimiz ekonomik krizin varlığı sebebiyle de roman bir anlamda güncelliğini korumakta.  İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteği ilk ne zaman ortaya çıktı? 
İşsizliği temel alan bir kitap yazma isteğiyle başlamadım Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya. İlk kez roman yazmaya kalkıştığım için çok planlı programlı çalıştığımı da söyleyemem. Belki başlarken aklımda sadece romanın üç karakteri ve olayların ne zaman geçeceği vardı. 2001 krizinin hemen sonrasında geçecekti, ama bu dönemi seçerken derdim krizin sonuçlarını anlatmaktan ziyade nedenleriydi. Romanı 2007-2008 yıllarında yazdığımı da ekleyeyim. 90’lar boyunca memlekette düşük yoğunluklu bir savaş yaşanmıştı. Savaşın bölgesel kaldığı düşüncesi yaygındı, oysa savaş hepimizi etkilemişti. Olmaması da mümkün değildir zaten. Savaş elbette öncelikle ölen gerillalarla askerlerin evlerine ateş düşürmüştü, ama bu arada 12 Eylül sonrasında yeni yeni başlayan demokratikleşme çabalarını ortadan kaldırmış, milletvekillerinin hapse atıldığı karanlık bir döneme girmiştik. Bütün bunların yanında savaş güçlü olanın haklı olacağı düşüncesinin daha bir yerleşmesine neden oldu. 2001 krizinin nedenlerinden biri de bu zihniyettir bana sorarsanız. Hukuk her alanda göstermelik hale gelip güçlü olmak en çok önemsenen şey olunca ekonomik hayatın da “savaş kurallarıyla” yürütülmesi ve zaten dönemsel olarak krizler yaşayan kapitalizmin böyle bir konjonktürde yeni bir krize girmesi de kaçınılmazdı. O dönemde çevremde işsiz kalan insanlar hiç az değildi. 90’larda kariyerlerinde hızla yükselmiş, bu ivmeyle iş hayatlarının devam edeceğini düşünenlerin bir kısmı kendilerini bir anda işsiz buldular. Amacım işsizlik ya da kriz de değildi esas olarak, böyle bir karakteri didikleyen bir roman yazmak istedim. 10-15 yıllık parlak sayılacak kariyeri bir anda altüst olmuş, elinde üç beş kuruş parası olan, ama ona bu imkânları veren dünyanın sarsılmasıyla boşluğa düşmüş, başkalarının hayatları boyunca hissettiği sarsıntıları ilk kez duymaya başlayan birini. 

-Dünyanın Uğultusu'nda işsiz kalan Ahmet için bir röportajınızda onu tipik beyaz yakalı olarak tasarlamadım demiştiniz.  Ahmet karakteri neden beyaz yakalı tipolojisinin dışında kalıyor sizce?
O röportajda da belirttiğim gibi, pek çok yanıyla tipolojiye de uygun ama ayrıksı yanları da var. Yaşı kırka geldiği halde benzerlerinin çoğu gibi evlenmemiş olması, işsizliğin ona aylaklığı hatırlatmasıyla kafasının karışması, çalışma hayatının rutinlerinden çıkınca duyduğu ferahlık, belli belirsiz o zamana kadarki hayatını sorgulaması… Ama dediğim gibi tipik özellikleri de var. Gelecek kaygısı, alıştığı refahı yitirme korkusu, köklü değişimler için adım atamaması. Belki işsiz kalmasa da yaşı gereği yaşayacağı sorgulamaları benzerlerinden daha sert yaşamak zorunda kalıyor. Hem tipik hem de ayrıksı olmasını özellikle istedim. Sonuçta tipik dediğimizde bir grup insanın ortak özelliklerini bir araya getiririz, ama bir yandan hepsinin öbürleriyle ortak olmayan yanları da vardır. Bu ikisi bir aradadır. Orta sınıf işsizliği ya da prekaryalaşma üzerine bir deneme ya da makale yazarken ortak özellikler, tipik yanlar öne çıkartılır, ama edebiyatta karakteri kendi bütünlüğü içerisinde çelişkileriyle, çatışmalarıyla oluşturmak gerekir. Amacım orta sınıf işsizliği konusunda bir şeyler söylemek değildi –bu başka bir uğraş, bilgim de, görgüm de buna yetmez– benim derdim böyle bir insanın hikâyesini yazarak takip etmekti. Sadece tipik özellikleriyle bir karakter oluşturulduğunda ona ilişkin baştan vehmedilen özellikler metni bu tipin anlatımıyla sınırlandırma riski yaratır; oysa onun ayrıksı yanları olduğunda metin belirli bir tipin somutlaşmasının ötesine geçip daha geniş bir alana açılır. Roman yazmanın benim için heyecanlı yanı, baştan bilmediğim, çok da kestirmediğim alanlara açılması. Yazmak bildiklerimi aktarmak için seçtiğim bir yol değil, daha belirsiz bir alandayken yazmak bir şeyleri keşfetmek imkânı da sunuyor gibi gelir bana.

-Hakan Bıçakcı'nın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve işsizliği değil de, plaza hayatının acımasızlığını resmeden Doğa Tarihi kitabında sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimseyen, insancıl değerleri zayıf olan karakterler ile tanışmıştık. Ahmet ise, bu tanıma pek uymuyor; vicdanı ve insancıl değerleri olan ve aynı zamanda ilk gençliğini 80'lerde geçirmiş biri. Bu anlamda sizce 80 kuşağı ve 90 kuşağı arasında hayata bakış açısından belirgin farklar var mı?
Zamanın ruhu diye bir şey var, ama bu ruhun on yıllık kısa sayılacak dönemlerde büyük değişimler yaşayacağını sanmıyorum. 80 kuşağından da pek çok insan da sistemin çarkını döndürmek için acımasızlığı benimsedi, 90 kuşağının bu gibi pek çok şeyi onlardan öğrendiğini de söyleyebiliriz. Hakan Bıçakcı’nın roman kahramanı Doğa’yı sadece kuşağıyla ilişkilendirerek değerlendirmek indirgemecilik olur, Ahmet’i de. Evet, o kuşaktan karakterler, ama daha ötesi de var. Doğa, mesela oldukça genç yaşta bir seçim yapar romanda. Elbette bu yaşadığı dönemin baskın ruh halinin ve toplumsal hayatın bir gösteri topluma dönüşmüş olmasının etkisiyle yaptığı bir seçimdir, ama sadece bundan ibaret değildir. Öte yandan Ahmet’in çalışma hayatında nasıl biri olduğunu da bilmiyoruz. Belki çok daha acımasızdır Doğa’dan. Bununla birlikte, çalışma hayatının, çalışma düzeninin, sürekli kışkırtılan rekabet duygusunun çalışanların iç dünyalarda ne gibi bölünmelere yol açtığı ortada. Bu da on yıllık dönemlerde değişebilen bir şey olmasa gerek, daha genel bir mesele olarak görünüyor bana. Belki 70 kuşağıyla 80 kuşağı arasındaki fark daha derindir, 1980 çok daha büyük bir kırılmaydı; 80’den 90’a geçişte takip edilmesi mümkün iyi-kötü bir süreklilikten söz edilebilir. 

-Yine Dünyanın Uğultusu'nda Ahmet farklı sınıfsal pozisyondan gelen Aynur ve Ayla arasında kalıyor. Kendi dünyasına yakın olmasına rağmen Aynur'la sınıfsal farklılıkları sebebiyle yakınlaşmaktan çekiniyor bir anlamda ve kendi sınıfsal pozisyona yakın olan Ayla'ya yakınlaşıyor. Bu anlamda siz, Ahmet'in aşka bakış açısını nasıl yorumlarsınız? 
Ahmet’in aşka “bakamayış” açısı var belki de. Ondan önce de kendisine bakamayış açısı. Ne istediğini, nasıl bir hayat arzuladığını bildiğinden emin değilim. Bu durumdaki birinin bir başkasına bağlanması da kolay değil. Kendisiyle ilgili olarak sabiteleri olmadığı için iki kadın arasında da bocalıyor. Şu da söylenebilir: Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda yeni kapitalizmin çalışma koşullarındaki esnekliğin, güvencesizliğin, akışkanlığın insanları çalıştıkları kurumlara bağlanmaktan uzaklaştırdığını savunur. Bu uzaklaşma sadece iş hayatıyla ilgili de değildir, iş hayatında edinilen deneyimler insanın kişisel hayatını da etkiler. Dolayısıyla Ahmet’in halinde, aşka bakamayışında böyle bir durum da söz konusu olabilir. 


-Romanda dikkat çeken bir başka detay ise; Ahmet'in işsiz kaldıktan sonra şehirle yeniden tanışması ve işsizliğin ona sağladığı boş zaman olanağı. Fakat roman ilerledikçe Ahmet'in boş zamanından sıkıldığını ve nasıl değerlendireceği konusunda ikileme düşüyor. Siz modern insanın boş vaktini bile değerlendiremeyecek hale gelmesini nasıl değerlendirirsiniz? 
Gündelik hayat boş zamanı olmayan insanlara göre şekillendiriliyor. Daha doğrusu belirli ve sabit boş zamanlara göre. Bütün zamanı boş olduğunda daha önce sadece hafta sonunu boş zaman olarak görmüş, yaşamış biri haliyle bocalar. Şunu da unutmamak lazım. Boş zaman faaliyetleri kişinin tek başına yapıp edeceği şeyler değildir, yanında yöresinde birileri olması gerekir. Ahmet işsiz kaldığında yalnızlaşıyor, eski arkadaşlarının işlerine güçlerine gittiği saatlerde o şehirde bir başına. Kendisi gibi işsiz olanlarla yakınlaşması da bundandır biraz. Geçenlerde Selçuk Orhan’ın Aranmayan Özellikler’ini okudum. Oradaki roman kahramanı da bir beyaz yakalıdır. Ona dair romanda söylenen bir söz de bu konuda önemli. Roman kişisi, “herkes bir işin peşinde koşarken kendisini pinekliyor gibi hisseder.” “Çalışan insanların karşısında bir huzursuzluk, hayattan geri kalma telaşı” duyar. Bu da çalışan insanların derinden içselleştirdikleri bir şey sanırım. Hayatın sürekli çalışma ve kazanma uğraşı olduğuna inanmışsanız ve daha önemlisi kendinizi anlamlı hissettiğiniz tek alan iş hayatınız olmuşsa, hayat hikâyenizin temelinde bu varsa, boş vakitleriniz artınca mutlu değil, mutsuz, huzursuz olursunuz. 

- 2000'li yıllarda art arda yaşanan finans krizleri malum en çok orta sınıfı etkiledi ve devasa boyutta bir üniversiteli beyaz yakalı işsizliği doğurdu. Bu bağlamda Dünyanın Uğultusu'nda Aynur karakteri de bu tanıma uyan biri. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu karamsar tablodan halen umut yeşerme ihtimali var mı?
Üniversiteli beyaz yakalı işsizliğindeki artış sanırım önümüzdeki dönemde, ebeveynlerimizin ve bizim zamanımızda tanımlanan biçimiyle çalışma hayatının dışında bir başka çalışma hayatının da olağan kabul edilmesine yol açacak. Her gün işe gidilmeyen, belki işe de gitmeyip evde çalışılan, daha esnek ama bir o kadar da güvencesiz bir çalışma hayatı sözünü ettiğim. Bu durum insanları daha huzursuz ve depresif kılacak, ama bu kapitalizmin istediği, yeğlediği bir şey, istihdam giderleri azalıyor, yeni iletişim imkânları çalışanların üzerinde yeni usul tahakküm ve kontrol mekanizmalarına izin veriyor. Çalışma hayatındaki güvencesizleşme (ki bunu “esnek çalışma” adıyla sunarak tercih edilebilir hale getirme çabasındalar) işverenlere geniş bir hareket serbestisi tanıyor. İyimser bir tablo değil elbette. Ama tam bu noktada aklıma gelen başka bir şey, tablodaki karanlığı bir parça seyreltiyor. Gezi Parkı geçen Haziran’ın ilk on beş gün boyunca günün her saatinde –mesai saatlerinde de– tıklım tıklımdı. Elbette çalıştığı işyerlerinden senelik izinlerini alıp oraya gelenler de vardı, ama düzenli bir işi olanlardan mesai saatlerinde orada olanlar çok azdı sanırım. Hepsi öğrenci değildi parktakilerin. Üniversiteli işsizlerin ve esnek çalışma düzeninde çalışanların Gezi’ye katılımının az olmadığını sanıyorum. 

- Romanda Ahmet'le birlikte işten çıkartılan arkadaşları yarı ücretle çalışmak için kendilerini işten çıkartan müdürleriyle konuşmaya çalışıyorlar. Sizce bu karakterler, yaşamak durumunda oldukları acımasız iş koşullarını sorgulamak yerine neden daha kötü şartlarda çalışmayı sürdürmek istiyorlar?
Sebebi Âşık Dertli’nin dizesindeki gibi sanırım: “Viran olası hanede evlad ü ayal var.” Sadece bu değildir elbette. Şirketlerin gücü karşısında işçiler kendi güçlerinin çok zayıf olduğuna inanıyorlar, birlikte hareket edilmediğinde öyle zaten ve birlikte mücadele etmek konusunda yetkin bir bilinçten söz etmek, hele ki konu orta sınıf çalışanlarsa, pek mümkün değil.

-Kitaplarınızda genellikle sessiz, iç sesiyle konuşan, düşünen ve orta yaşa yaklaşmış karakterlerle karşılaşıyoruz. Günümüzde ise özellikle 90 kuşağına mensup olanlar da ise itiraf kültürünün hâkim olduğunu ve düşüncelerini direk olarak dışarıya yansıttıklarını görüyoruz. Bu bağlamda, sizce 80 kuşağının biraz daha içe dönük olmasının sebebi nedir?
Konunun kuşaklarla bağını çok bilemiyorum, ama şunu söyleyebilirim, itiraf kültürü ve doğrudan dışa yansıtma aynı zamanda içteki başka bir şeyleri bilmiyor olmaktan –içteki boşluktan– ya da içerideki başka şeyleri saklamaktan kaynaklanıyor da olabilir. Öykü ve romanlarımdaki kahramanların farkı belki şu olabilir. Onların da düşüncelerini dışa yansıttıkları zamanlar olmuş, ama yaşları ilerledikçe yansıttıklarının doğruluğundan kuşkulanmaya başladıkları için dışa bir şey yansıtmadan önce içerisini daha net görmeyi, deşmeyi, kurcalamayı yeğlemişler. Dönüp dolaşıp aynı duvara çarpmak insanda böyle bir arayışa yol açabilir bazen. Şu da eklenebilir. Dışa dönük olabilmeniz için bir dış olması lazım, yanınızda başkaları olacak ki onlara düşüncelerinizi aktarasınız. 1980 askeri darbesi sonrasında özellikle gençlerin bir araya gelmesi kolay değildi – cezaevlerinde zorla bir araya getirilenler hariç. Dolayısıyla içe dönüklük bütünüyle istemli bir tutum değil, zorunluluktu da. 

-Son yıllarda nostalji hayatımızın bir parçası haline geldi. Yaşı kaç olursa olsun, herkes geçmişin daha huzurlu ve daha iyi olduğuna dair bir inancı var.  Geçmişe özlem, geçmişe dair bir iç hesaplaşma, sizin kitaplarınızda da sıklıkla karşılaştığımız bir tema. Sizce gelecek artık neden bir umut vaat etmiyor ve insanlar mutluluğu neden geçmişlerinde arar hale geldiler?
Geleceğin değil şimdinin bile hayli belirsiz olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bildiğimiz, alıştığımız dünyanın tersine, giderek dünyanın amorf bir hal aldığı, sözün içinin boşaldığı, bağların gevşediği, rekabetin arttığı, gücün belirli noktalarda toplandığı, bunun sonucunda insanların kendilerini hayli güçsüz hissettikleri, ancak günü kurtarmaya mecalimizin olduğu, ötesini, berisini kurcalamanın laf-ı gûzaf olarak algılandığı bir dünyada, bir zamanlar var olduğu düşünülen ya da kurgulanan bir geçmiş bir parça ferahlık veriyor olabilir. İşin iyi yanı, özlemiyor da olabilirdik, özlem duygusu şimdiye belli belirsiz bir eleştiri ve farklı bir gelecek özlemidir aynı zamanda. Bir şeyler bir parça değiştiğinde bu eleştiri ve farklı gelecek özlemi kendisine akacak bir mecra bulabilir – en azından ihtimal olarak.

- Yine son yıllarda sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de; yalnızlık.  Bu durum sizin kitaplarınızda sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Siz bu durum için ne demek istersiniz? Siz, kendileriyle daha çok vakit geçirmek isteyenlerin, bilinçli bir yalnızlık seçimi yapanların, yalnızlıklarının daha değerli olduğunu düşünür müsünüz?
Kitaplarımdaki karakterlerin yalnızlıkları bazen maruz kaldıkları bir şey bazen de seçimleri. Yalnızlık bir imkândır, kaynağı ne olursa olsun, insanın içine dönmesini, gündelik hay huydan uzaklaşmasını sağlayabilir. Yalnızken ne yaptığımız, onunla nasıl baş ettiğimiz önemli sanırım. Başkalarıyla birlikte bir iş görmenin hazzını tatmamışsak yalnızlığımızı olması gereken bir şey zannedebilir, yalnızlığımızı idealize edip ona olmayan anlamlar yükleyebiliriz. Sistem insanlara bireyci olmalarını, diğerkâm olmamalarını, birbirlerine bağlanmamalarını empoze ediyorsa, yalnızlığımıza değerli anlamlar verebiliriz, ama bu durum aynı zamanda başkalarıyla etkileşim içerisinde değişip dönüşmemizin önünde büyük bir engel de olabilir. Böyle bir yalnızlık kendimizi başkaları vasıtasıyla sınama imkânımızı da ortadan kaldırır, kendimizi daha çok seviyor hale geliriz, ne var ki bu sağlıklı bir halden çok giderek bir ego şişmesine neden olabilir. Öte yandan, kendi kusurlarımız ya da egomuzun büyüklüğü başkalarının bizden uzaklaşmasına neden olmuşsa, sonradan “Bu yalnızlığı ben seçtim, değerli bir yalnızlık bu,” diyerek kendimizi ve çevremizi kandırmaya kalkışabiliriz – bireysel anlamda değilse de, yakın zamanda başka bağlamlarda böyle bir tutuma yakından tanık olduk. 

- Son dönem Türkiye'de çıkan öykü kitapları için ne düşünüyorsunuz? Sizce yayınevleri öyküye yeteri kadar ilgi gösteriyorlar mı? 
Öykü kitaplarının yayımında sevindirici bir artış var. Büyük yayınevlerinin yanı sıra küçük yayınevleri de öyküye yöneliyorlar ki bu onlar için riskli bir şey. Öykü kitapları roman kadar çok satmaz, buna rağmen sebatla yeni ve genç öykücülerin kitaplarını basıyorlar. Yazılan öykülerin niteliği bunu sağlıyor olmalı, ama aynı zamanda öykü kitaplarının yayın şansı bulabilmesi de öyküye olan ilgiyi artırıyor, bu da nitelik artışını. Bütün bunların yanında dünyanın farklı ülkelerinden bir hayli roman çevrilirken bunun bir benzerini çeviri öykü kitaplarında göremiyoruz. 

-Son olarak son dönemde en çok beğendiğiniz yazarlar kimler? Üzerinde çalıştığınız yeni kitap var mı?
Son dönemde en çok beğendiğim yazarların başında Ayhan Geçgin geliyor. Geçgin’in yeni romanının yanı sıra Hüseyin Kıyar’ın yeni öykülerini de merakla bekliyorum. Monika Maron’un, Tim Parks’ın, Makanin’in, Vasili Grossman’ın yeni ya da daha önce Türkçeye çevrilmemiş kitapları çevrilse ne güzel olur. Yeni bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Yayınevine teslim etmeme az kaldı. 

Can Öktemer

CinsoMedya Röportajı: ‘Cinsiyetçilik, çıkar etrafında üretilen bir önyargı aracı’

$
0
0


Türkiye medyasının cinsiyetçilik hususunda feci durumda olduğunu bilinen bir gerçek. Bu bağlamda, geçtiğimiz yıl medyanın bu hallerini ifşa etmek üzere yola çıkan bir site girdi hayatımıza: CinsoMedya. CinsoMedya, gerek sosyal medya, gerekse de diğer mecralardaki yer alan cinsiyetçi, ayrımcı dile sahip haberleri, yazıları ortaya çıkarmaya, eleştirmeye çalışıyor. Kadına yönelik şiddet ve tacizin korkutucu boyutlara ulaştığı, televizyonda büyük bir “gururla”, “Erkek gibi ye, erkek gibi yaşa” sloganına sahip reklamların döndüğü, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilen “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, fıtratına aykırı” sözünün vahameti ortadayken, CinsoMedya’nın çok önemli bir iş yaptığını söylebiliriz. CinsoMedya’nın editörleri Aspurçe Kılınç, Elçin Poyraz, Alper Ard ve Levent Özyıldırım’la medyanın cinsiyetçi söylemini, sosyal medyanın durumunu ve bu cinsiyetçi dile karşı geliştirilebilecek panzehirler hakkında konuştuk.
- CinsoMedya’yı ne zaman kurdunuz? Bize biraz sitenizin içeriğinden ve kendinizden bahsedebilir misiniz?
CinsoMedya’yı blogspot üzerinde 2013 Mart ayında başlattık. Siteye geçişimiz ise Haziran ayının sonlarında oldu. Sitemiz medyanın çoğaltıp yaygınlaştırdığı cinsiyetçilik ile mücadele etmek üzere 4 arkadaşın birlikte yürüttüğü bir proje. Anaakım medyanın cinsiyetçi pratikleriyle mücadele ediyoruz. Tabii bu esnada sosyal medyaya da değinmek durumunda kalıyoruz.
Bize gelirsek, belli başlı sorunları kendine dert edinen bir ekibiz. Küreselbak, KEG, Dur-De gibi organizasyonlarda gönüllü olarak çalışırken tanıştık; medyanın cinsiyetçi söylemi üzerine tartışırken, neden bununla uğraşmıyoruz dedik ve CinsoMedya’yı kurduk. Sitede bazen kısa haberler, bazen de uzun yorum yazıları yer alıyor. Ortak noktaları, ilk bakışta gözden kaçabilecek kadar banal cinsiyetçi olsun veya açık ve vahim olaylar olsun, her türlü cinsiyetçi malzemeyi deşifre etmek, neden cinsiyetçi olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmak.
- CinsoMedya olarak hangi haber sitelerini ve medya organlarını takip etmeye çalışıyorsunuz?
Elimizden geldiğince her şeyi takip etmeye çalışıyoruz. Fakat dikkatimiz daha çok anaakım medya üzerinde, çünkü etki alanları geniş. Bu arada her şeyi yakalayamıyoruz tabii ki, bu yüzden de okuyucularımızdan gözden kaçırdıklarımız konusunda yardım istiyoruz. Sitemizde “siz de deşifre edin” bölümü var.
- Dünyada sizin sitenize benzer, siteler de var mı?
Özellikle Batı dünyasında hem gündelik hayattaki ayrımcılıkları hem de medya dünyasındakileri takip eden sayıca çok site var, bazıları blog düzeyinde, bazıları daha kamusal projeler olarak öne çıkıyorlar. Bir hak mücadelesi, ne kadar güçlü ve eskiyse, onun toplumdaki yansımaları da o kadar büyük oluyor galiba. Bizim ilgiyle takip ettiklerimizden birisi, medya ile alakası olmasa da, everydaysexismproject.com, kadınlar başlarından geçen tacizleri ve ayrımcılıkları yazıyorlar, site kadınların birincil deneyimleri üzerinden oluşmuş bir katalog işlevi görüyor. Buradaki hikâyeleri, medyada yer alan taciz/tecavüz haberleri ile karşılaştırırsanız şayet, yaşanılan ile medyanın haberleştirmesi arasında nasıl bir uçurum olduğu netleşecektir. Medya kadının/mağdurun gözünden değil, erkeğin/güçlünün gözünden anlatmayı tercih ediyor.
- CinsoMedya olarak, medya taraması yaparak, medyadaki cinsiyetçi söylemi eleştiriyorsunuz. Türkiye’de medyanın cinsiyetçi söylemi hakkında bu güne kadar ne gibi durumlar gözlemlediniz? Bu bağlamda Türkiye medyasının durumunun vahim bir halde olduğunu söyleyebilir miyiz?
Geçmişi düşünürsek biraz iyileşme var elbette; fakat bu, kesinlikle medyada patronlarının değil, kadınların bizzat kendi mücadelelerinin sonucu. Ama kesinlikle daha kat edilecek çok yol var. Medyanın cinsiyetçi söylemini, toplumdaki eşitsizlikten ayrı düşünemezsiniz, toplumsal sorun aşıldıkça diğeri ile mücadele etmek de kolaylaşır. Toplumsal olarak kadın eşitsizliğinde, aşağıdan yukarıya, gündelik hayattan siyasete kadar her alanda oldukça sorunluyuz, cinsiyetçi medya da işte bununla besleniyor. En iddialı haber programlarında dahi bunun izlerine rastlayabiliyoruz.
Bizim gözlemimiz, bütün bunların ardında aslında sınıfsal bir problem olduğu. Medyanın dili, mevcut toplumsal sorunlardan bağımsız değil derken, anaakım medyanın kendisi de hâkim (cinsiyetçi-ayrımcı) fikirlerin etrafında oluşuyor demek istiyoruz. Çalışanların hayat kaygılarından, patronların aynı zamanda büyük şirket sahibi olmasına kadar, egemen fikirlerle iç içe bu medya.
Herkesin kendine göre neyin gösterilmesi gerektiği konusunda bir çerçevesi olabilir, ama temel insan haklarını gözeten, dışlananların da sesini duyurabileceği objektif bir medya yayını, minimum düzeyde yapılması gereken olmalı. Türkiye’de bunun böyle olmamasını bir kenara bırakın, tam tersine cinsiyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık tekrar ve tekrar dolaşıma sokuluyor. Türkiye toplumu, ırkçılığı ile veya cinsiyet ayrımcılığı ile bir bütün olarak yüzleşmediği sürece, medyanın bu vahim hali devam edecek. Çünkü görmek istemesek de aslında hepimiz vahim bir durumdayız. 
Eylül ayında iCloud hesabı hacklenerek özel fotoğrafları internette yayınlanan oyuncu Jennifer Lawrence
- Türkiye’de medyada cinsiyetçi söylemin, uzun bir süredir varlığını korumakta. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber bu durumun daha da arttığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu aslında bütün dünyada da mevcut bir sorun. Cinsomedya’da, Jada Pozu ve Jennifer Lawrence (icloud hacklenmesi) olayı hakkında yazılarımız var, o yazılarda dünyadaki durumu ele aldık. Bu olaylarda basit internet trollerinden, Reddit gibi popüler web sitelerine veya falanca medyasında köşe yazarlığı yapanlara kadar birçok kişinin ve kurumun maskelerinin düştüğü görülüyor. Tecavüzün bile alay konusu olabildiği, kimseye saygı duyulmayan, sinik bir süreç bu. İnternet tacizi kolaylaştırıyor, avatarın ardına gizlenip bir kadını tecavüz ile cezalandırmaktan bahsedebiliyorlar. Üstelik bu vakalar, zararsız veya olağan görülebiliyor, gerçek hayat değilmiş gibi, sanki o olaylarda kadınlar zarar görmüyormuş gibi. Günümüzde az çok, taciz, tecavüz, hakaret, nefret suçu gibi konular yasalarla güvence altına alınmış durumda ama birincisi, bazı durumlarda yasalar internet için işletilemeyebiliyor; ikincisi, bu yasalar toplumdaki yapısal eşitsizliği gidermede ne kadar başarılı oldu noktasında şüphe sahibiyiz. Toplumsal eşitsizlik, mizojini, anti-feminizm, fırsatını bulduğu ilk anda su yüzüne çıkıyor.
Yakın zamanda Gamersgate olayı patladı örneğin, bir kadın video geliştiricisi, ayrıldığı eski sevgilisi tarafından, adamı video oyunları eleştirmeni bir kişiyle aldatmakla suçlandı. Bunun üzerine, başta sosyal medya olmak üzere, kadına ve ona destek olan feministlere yönelik muazzam bir taciz vakası yaşandı. Bazı mağdurlar, evlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bir kadının, erkek egemen bir işte, kendi yetenekleriyle başarılı olabileceği fikrine yönelik bir öfke patlamasıydı bu, kendine internette mecra buldu ama bizzat hayatın içinden doğmuştu.
Kısacası sosyal medyada olan biteni zaten var olan durumdan ayrı düşünmek olanaksız. İnternet ve sosyal medya hayatı kolaylaştırıyor, iletişimi hızlandırıyor ama tacizi ve cinsiyetçiliği de kolaylaştırıyor, ne yazık ki. Ama bu durum böyle devam edemez elbette, durumdan rahatsız olanlar zamanla bunu alt etmenin yollarını da keşfedecekler.
- Sosyal medya haberciliğinde dikkat çeken unsurlardan biri de; sansasyonel başlıklarla, okuyucuyu içeriği bambaşka haberlere yönlendirip, tık alma üzerinden para kazanma haberciliği. Özellikle kadın bedeni üzerinden üretilen bu haberler için ne demek istersiniz?
Dünyada buna bir isim kondu bile: click-bait; sansasyonel başlıkları rating için yem olarak kullanma fırsatçılığı. Biz de Ümit Kıvanç ve arkadaşlarının başlattığı #habericinikikeretiklamakampanyasına destek verdik, halen veriyoruz. Tabii, bunun mücadelesini daha geniş bir platform olarak vermemiz gerekiyor. Ve elbette bizim zaten hareket noktamız habercilik adına kadın bedeninin, bedenin asıl sahibi olan kadınlardan izin alınmadan reklam malzemesi yapılması. Habermiş gibi sunulması.
- Yine sosyal medyada gördüğümüz şekilde, yoğun fotoğraf kullanımı sebebiyle, haberler artık okunan değil, bakılan hale geldi. Sizce, haberleri bu şekilde sunan editörler kadar, okuyucunun da suç ortağı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Okuyucunun suç ortağı olduğuna dair savunmalar yeni değil. Yakından baktığınızda bu tür argümanların çoğunlukla etik dışı yayın yapmakla eleştirilen medya organlarından geldiğini görürsünüz. “Bu tür şeyleri haber olarak sunuyoruz. İçeriğini etik dışı, cinsiyetçi veya nefret söylemine yakın bulabilirsiniz. Ama okuyucu bunu istiyor, halk bunu istiyor.” Hepimizin duymaya alışık olduğu bir akıl yürütme. Ama yanıltıcı. Nedense “halk bunu istiyor” medyasını, asla halkın istediği diğer şeyleri dile getirirken görmezsiniz. Halk, haftalık çalışma saatinin azaltılmasını, yıllık yasal izin günlerinin artırılmasını, kredi kartı borçlarının silinmesi, ücretsiz ve ulaşılabilir kreş hakkına erişim, ücretsiz sağlık hizmeti, konforlu ulaşım, devlet güvenceli konut hakkı, tehlikesiz işyerlerinde çalışma hakkı, askere gitmeme hakkı, savaş değil barış gibi şeyleri de istiyor mesela. Fakat bunları nedense aynı anaakım medya fazla haber değeri taşır görmüyor. Medya, bırakın tekrar tekrar önümüze getirmeyi, bilakis bu tür talepleri gizlemeyi seçiyor. Demek ki bu, “okuyucu bunu istiyor” savunması pek masum değil. Bu savunma esasında şu ya da bu okur talebi arasında bilinçli yapılan editöryel bir tercihi gizliyor.
Okuyucuların şu ya da bu etik dışı yayın için suç ortağı olarak görülmesi, genelde sadece bu yayınları yapan medyanın sorumluluğu kendi üzerinden atmasına yarıyor ve kendine çekidüzen vermesi konusunda aşağıdan gelen basıncı savuşturabilmesini kolaylaştırıyor.
Biz, hiçbir insanın doğuştan cinsiyetçi olduğuna inanmıyoruz. Okurlar da keza, büyük çoğunluğu cinsiyetçi olabilse de, cinsiyetçiliği “yaratan” kişiler değiller.
- Cinsiyetçi söylemin, sadece internet siteleri ve yazılı basında yer almadığını, reklam ve televizyonda da yoğun biçimde üretildiğini görüyoruz. Sizce cinsiyetçi söylem konusunda televizyon ne durumda?
Felaket durumda. Bizler artık belirli bir taraftan baktığımız için televizyonda neyin cinsiyetçi olduğunu fark edebiliyoruz. Gözümüze batıyor, içimize sinmiyor. Örneğin Game of Thrones, Spartacus gibi fenomen diziler, sabah kuşağı programları, evliliğin kutsallaştırılmasının yanında kadın katillerinin bu programlara talip olarak çıkartılması ve bitmek bilmez uzunluktaki yerli diziler, buradaki şiddet üzerine kurulu kadın erkek ilişkileri... Futbol programlarına değinmeye gerek bile yok herhalde. İzlendiği ölçüde içindeki cinsiyetçiliği gördüğümüz gün, bunu yapmayı bıraktığımız gün olsun diyoruz. Oyuncular, yönetmenler ve senaristler, TV programcıları, kanal müdürleri… Medyanın bütün özneleri birlikte cinsiyetçi içeriklere karşı durmalılar ama belki de önce kendilerinden başlamaları gerekiyor.
- Medyanın ürettiği, cinsiyetçi söylemin hayatımızın tamamına sirayet etmiş görünüyor. Bu söylemi değiştirmek için neler yapılmalı sizce?
Aktif mücadele yürütmeliyiz. Medyanın öznelerinin yanında olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz. Hep birlikte mücadele edilecek daha kapsamlı bir platform oluşturabilmeli. Bunu yapana kadar biz elimizden geldiğince cinsiyetçi medya ifadelerini ifşa edeceğiz. Ama bunun için küçük bir ekip olduğumuzu hatırlatıyoruz. Lütfen gördüğünüz herhangi bir cinsiyetçi haber ya da programla ilgili görüşlerinizi bize mail atın. Okurlarımızla birlikte büyüyerek medya patronlarının karşısında medya çalışanlarının yanında yer almalı, onları cinsiyetçi içeriklere karşı durabilmeleri konusunda yüreklendirmeliyiz.
Zaten günün sonunda anahtar medya çalışanlarında, basın çalışanlarında. Onların patronlarına karşı verdikleri toplu mücadelede. Medya çalışanları eğer cinsiyetçi bir haberi yayınlamamayı tercih ederse ortada bu cinsiyetçi haberle muhatap olacak okur da olmayacaktır. Medya çalışanlarının kendi kolektif güçlerine güvenmeleri çok önemli. Editörlerine, patronlarına karşı “Bu haberde kullanılan görsel, bu haberin başlığı cinsiyetçidir. Biz bunun parçası olmayacağız, yayınlamıyoruz.” dedikleri anda bu işin yarıdan fazlasını aşmış oluyoruz zaten.
Basın çalışanlarının bu tür kolektif mücadelelerine en yakın şeyi Gezi’de yaşadık aslında. Penguen medyası Gezi’deki hareketi görmediğinde bu medyanın çalışanları hem kendileri hem de aile üyelerinin maruz kaldığı devlet şiddetinin görmezden gelinmesine çok öfkelendiler. Örneğin NTV binasının önüne sadece bir öğle yemeği vakti iki bin beyaz yakalı protestocu birikti. NTV daha sonra bu protestocuları haber yapmak zorunda kaldı. Dışarıdaki protestocuların kararlılığı içerideki medya çalışanlarına güç verdi. Eğer çalışanları içeriden bir baskı oluşturmuş olmasalardı asla haber yapmayacaktı. Öyle ki NTV’nin sahibi Doğuş Yayın Grubu’nun CEO’su Cem Aydın üç yüz çalışanını toplayıp onlardan yayın politikalarından dolayı özür dilemek zorunda kaldı. Belli ki çalışanlarının grevin eşiğine geldiğini hissettiler. Yoksa hayatta hiçbir medya patronu böyle bir özre yanaşmaz. Politikacılardan özür dilerler, şirketlerden özür dilerler ama çalışanlarından dilemezler. Biz şahsen Türkiye’nin yakın tarihinde buna benzer başka bir olay bilmiyoruz. Cinsiyetçilikle mücadele konusunda da medya çalışanlarının işte bu kolektif potansiyeline güvenmek ve umut dolu olmak için her nedenimiz var.
Can Öktemer

Osmanlıca tartışmalarında İnönü’den alıntı imal etmek

$
0
0
“Zorunlu Osmanlıca dersi” tartışması, 1928 Harf İnkılâbı’na dair süregelen münakaşayı bir süreliğine yeniden alevlendirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkçe ile felsefe yapılmaz” çıkışı da gösterdi ki, bu tartışma cepheleri çok belirli şekilde süreceğe benziyor. Söz konusu tartışma, ziyadesiyle geçmişle ilgili olduğu için, Harf İnkılâbı’nın gelişim sürecinde yer alan tarihsel figürlerin düşünceleri haliyle daha da önem kazanıyor. Bu isimlerden birisi de 1928’de başbakan olarak görev yapan İsmet İnönü. İnönü, Sebahattin Selek tarafından hazırlanan ve Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan Hatıralar isimli kitapta Harf İnkılâbı başlığında söz konusu değişimle ilgili görüşlerini anlatıyor ve bu bölümdeki ifadeleri, Harf İnkılâbı’yla ilgili her tartışmada güya yeniden tedavüle sokuluyor. Buraya kadar herhangi bir sorun yok elbette, fakat sorun, alıntı yapılan isimlerin sözlerini doğru yansıtılmadığında ortaya çıkıyor.
Ağustos 1928 tarihli Akbaba dergisi, Mustafa Kemal'i, Arapça harflerini ezerken resmediyor (Kaynak: http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/7-soruda-harf-inkilabi_2010947.html)
Şöyle ki, Oral Çalışlar, 12 Aralık tarihli Radikal yazısında, “CHP’lilerin ve laikçi çevrelerin sözcülerinin, (…) Osmanlıca’ya tepki göstermelerinin nedeni”ne eğildiği "Osmanlıca'yı neden yasakladılar?" yazısında, İnönü’den yukarıda adı geçen kitabın 2. cildinin 223. sayfasında geçtiğini ileri sürdüğü şu alıntıyı yaptı:
Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olması değildi. Uzun yıllar devlet, eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. (…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…)Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.
Tarihçi Halil Berktay da Serbestiyet’te 23 Aralık’ta yayımlanan “Eğitim Şurası (2) Osmanlıca sembolizmi” yazısında, “Oral Çalışlar’ın da İsmet İnönü’den alıntılarla hatırlattığı gibi” diyerek, bu alıntıyı sahih ve doğru kabul ediyor. İşin fenası şu ki, İnönü’nün sözü edilen kitapta Harf  İnkılâbı’na yönelik böyle sözleri yok.   
İnternette kısa bir araştırmayla bu alıntının kitabın 1985 baskısında olduğunun yaygınca iddia edildiğini öğreniyoruz. Hâlbuki bu kitabın ilk cildi ilk olarak 1969 yılında İnönü’nün Hatıraları: Genç Subaylık Yıllarım 1884-1918 adıyla Burçak Yayınları tarafından yayımlanırken, tekrar 1985’te Bilgi Yayınevi’nden çıkmış. Söz konusu alıntının yapıldığı iddia edilen ikinci cildin ise 1985 yılına ait baskısı yok. O cilt ise yine Bilgi Yayınevi tarafından 1987 yılında yayımlanmış. Daha sonra aynı yayınevi, 2006’da tek cilt olarak kitabın yayımına devam etmiş.
Peki, ilgili bölümün kitapta yer alan şekliyle, olduğu iddia edilen şekli arasında fark var mı? Kanımca bir hayli fark var. İnönü, Harf İnkılâbı’nın okuma-yazma kolaylığına bağlanamayacağını, Arap kültüründen kopuş sağladığını ve bu sayede, Türk dilinin ve milli kültürünün korunduğunu söylese de, yukarıdaki alıntıda bahsedildiği gibi İslam ve dine ilişkin tek bir cümle dahi etmiyor (İma ediyor denebilir mi? Ondan da emin değilim):
Harf İnkılâbı bir okuma-yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı, Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim. Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde, hem Türk diye bir millet olarak, Araptan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapçayı kabul etmeliydik derlerdi. Yani vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı, görüşünü hararetle savunurlardı.
Anadolu'da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur. (bkz. 1987 baskısında s. 223 ve 2009 baskısında s. 485)
Kitapta yer alan alıntı da, Çalışlar ve Berktay’ın sözünü etmeye çalıştıkları anlamı bir yanıyla veriyor elbette. Alfabe değişiminin, sıklıkla savulduğu gibi, Arapça harflerle eğitimin çok zor olmasından ötürü değil, geçmişle ve geride bırakılmak istenen kültürle ilişkili olduğu çok açık. Fakat yine de, bu küçük örnek bile bize daha derin bir sorunu işaret ediyor. Türkiye’nin en önemli gazeteci ve tarihçileri bile yazdıkları yazılardaki bilgiyi hızlıca internet üzerinden elde ettikten sonra teyit etme veya doğruluğunu gerçekten kontrol etme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu da bize Türkiye entelijansiyasının hal-i pür melalini gösteriyor.
Emre Can Dağlıoğlu

Siyasi tarihin dört mevsimi

$
0
0
Türkiye siyasi tarihi acı hatıraların tarihidir bir bakıma. Özellikle Türkiye solunun tarihi, askeri darbelerin insan hayatlarına balyoz gibi indiği, gençlerin işkenceden geçirildiği, idam cezasına çarptırıldığı, birçok gencin otuzunu göremeden hayatını kaybettiği, nice güzel insanın hüzünlü tarihidir. Doğal olarak bu dönemlerin anlatılmayı beklenen birçok ilginç hikayesi vardır. Türkiye sol hareketinin önemli isimlerinden Gün Zileli, yeni kitabı Mevsimler’de Türkiye siyasi tarihin çeyrek asırlık döneminden bir kesit sunuyor. Gün Zileli romanında kolejlerde okumuş, bohem bir hayat süren ve orta sınıfa mensup bir grup gencin, hayal kırıklarını, 1968’in hararetli siyasi atmosferinde sol hareketin içerisinde yer almalarını, yaşadıkları ihanetleri, pişmanlıklarını anlatıyor.


Devrim idealleri
Hikâye 1950’li yılların sonunda Demokrat Parti iktidarının son zamanlarında, komünizmin zararlı göründüğü, günlük hayatta Amerikan kültürünün etkilerinin giderek arttığı bir zamanlarda plaklarda Frank Sinatra’nın değil, Elvis Presley’in parçalarının döndüğü, gençlerin kumaş pantalon yerine blue jean’i tercih ettiği, James Dean’in Asi Gençlik filminin ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde başlıyor. Karakterlerimizle lüks bir yalıda verilen bir partide tanışıyoruz. Romanın baş karakteri Gediz Nehirli. Gediz, sessiz, içine kapanık birisi, bir gazetede mizanpajcı olarak çalışıyor. Partiye de kuzeninin ricasıyla onunla birlikte gidiyor. Yalıdaki bohem ortam Gediz’in çok aşina olduğu bir ortam değil, haliyle çok yabancılık çekiyor. Bu partide kendi hayatını tamamen değiştirecek olan edebiyat eleştirmeni Suat, Asi Gençlik filminden fırlamış gibi duran karizmatik bir karakter olan Atok ve Rümeysa’yla (kısaca Rü) tanışıyor. Derin entelektüel sohbetlerin yapıldığı ve herkesin çok havalı olduğu bu partiye Gediz ilk başlarda ayak uyduramıyor. Sohbetlerde geçen isimleri, kavramları takip etmekte ciddi zorluklar çekiyor.

27 Mayıs askeri darbesiyle düşen Demokrat Parti iktidarı sonrası Türkiye yeni bir siyasi döneme giriyor. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi ise Gediz’in bütün yaşamını değiştiriyor. Yalıdaki partide tanıştığı Suat’ın vesilesiyle partiye üye oluyor ve kendini bambaşka bir hayatın içerisinde buluyor. Babasının ölümünün ardından yalnız yaşayan ve pek dostu olmayan Gediz’in hayatı Türkiye İşçi Partisi’ne üye olmasıyla birlikte tamamen değişiyor. Yeni bir arkadaş ortamı içerisine giriyor. Devrim için, sosyalizm için çevresindekiler kadar yanıp tutuşan biri değil Gediz. Sol hareket üzerine teorik bilgisi pek de olmayan ama vicdanıyla hareket eden biri, o dönem oldukça kuvvetli esen sol rüzgârın da biraz etkisiyle bulaşıyor bu işlere… Suat ve Rü ise Gediz’e göre daha politik kişilikler, ideallerine sıkı sıkıya bağlılar bu uğurda hayatlarını ortaya koyuyorlar. Zaten bu inanç, onları bulundukları sınıfsal pozisyona sırtlarını dönmelerine, ailelerini reddetmelerine sebep oluyor. Kolejlerde okumuş, lüks evlerde yaşamış bu gençler kendilerini devrim idealine ülküsüne adıyorlar. Buna bağlı olarak da yaşadıkları hayal kırıklıkları da çok büyük oluyor.

Hayatın acımasız yüzü
Karakterler yirmili yaşlarda başladıkları devrim mücadelesine otuzlu yaşlarının sonunda en ağır yenilgilerini yaşadıkları 12 Eylül askeri darbesinde hapishaneye düşüyorlar. Hapishane zor, düşünmeye ise vakit çok… Aynı koğuşta yatan Suat ve Gediz, geçmişlerine dair vicdan muhasebesine girişiyorlar. Arkalarında bıraktıkları büyük hayal kırıklıkları var yarım kalan sevdalar var. Suat’ın pişmanlığı Gediz’e göre daha fazla sırtını döndüğü konforlu hayatın hayaleti peşini bırakmıyor. Hapishane yerine Cenevre’de pahalı şaraplar içerken düşlüyor kendisini. Bir zamanlar her anlamda nefret ettiği burjuva yaşamına methiyeler düzüyor. Suat her anlamda mağlup olmuştur ne inandığı değerler kazanabilmiş ne de eski güzel hayatına dönebilmiştir. Suat, Gediz ve bu mücadele içinde yer alan diğerleri değirmenlere karşı verdikleri savaşta ağır bir mağlubiyetler yaşamışlardır. Üstesinden gelmesi zor bir mağlubiyet hem de… Suat ve Gediz’in haricinde romanın en ilginç karakterden birinin etkileyici hikayesiyle Atok olduğunu söyleyebiliriz. Çevresinde yükselen politik atmosfere rağmen siyasete bulaşmıyor, siyasetle ilgilenmiyor ve bu tercihi onu giderek yalnızlaştırıyor, hayatın dışına itilmesine sebep oluyor. Orta sınıf bir aileden ve konforlu bir yaşamdan geldiği için hayatın acımasız yüzüyle karşılaşınca bocalıyor, tutunamıyor. Atok’un hikayesinin ayrı bir kitap olacak potansiyelde olduğunu da belirtmek lazım.

Mahir Çayan, Ruhi Su, Onat Kutlar,  Behice Boran, Abdi İpekçi
Gün Zileli, roman boyunca, Ankara Siyasal Fakültesinin tarihi kantinindeki tartışmaları, 1977’de birçok kişinin hayatını kaybettiği 1 Mayıs gösterileri, Mahir Çayan’ın hapisten kaçması gibi tarihi olayları ve tarihi kişilikleri hikayenin kurgusuyla ustalıkla harmanlıyor. Roman boyunca karşımıza Mahir Çayan, Ruhi Su, Onat Kutlar, Behice Boran, Abdi İpekçi gibi önemli şahsiyetler çıkıyor. Böylelikle roman çok renkli bir hale bürünüyor. Gün Zileli bu tarihi bilgileri ansiklopedik bilgi şeklinde vermiyor, hikaye kurgusunun içerisine ustalıkla yediriyor. Kendisinin iyi bildiği bu dünyayı oldukça samimi ve etkileyici bir şekilde anlatıyor. Edebiyatçı yönünü pek bilmediğimiz Gün Zileli, Mevsim’ler de iyi yazılmış öyküsü, derinlikli karakterleriyle son zamanların en ilgi çekici işlerinden birine imzasını atmış.

Can Öktemer
* Bu yazı 19.09.2014 tarihinde Radikal Kitap'ta yayınlandı.

Aylak Adam Müzeyyen'e Aşık Olursa

$
0
0

Malumunuz, İlhami Algör'ün 90'lı yılların kült kitabı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabı geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yeni bir kapak tasarımı ile tekrardan basıldı.(Yeni basımda sayfalarda yer alan Seda Mit imzalı desenlerin çok başarılı olduğunu ve  hikayeye çok yakıştığını söylemek gerek)  Türkiye edebiyatının nev-i şahsına münasır yazarı İlhami Algör*, bu 57 sayfalık kısacık romanıyla bir dönem kulaktan kulağa yayılan bir efsane haline gelmişti. Fakata aradan geçen bunca sene zarfında kitabın piyasada kolay kolay bulanamaması hem de  İlhami Algör'ün medyada çok fazla görünmemesinden olacak, kitap daha sonraki yıllarda genç kuşakla bir türlü tanışamamıştı maalesef. Hem kitabın yeniden basılması hem de yakın zamanda kitabın aynı isimle sinemaya da uyarlanmasıyla İlhami  Algör'le henüz tanışmamış olanlar için iyi bir fırsat doğmuş oldu. 

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, bir aşk hikayesi; kahramanımız  film montajcısı, biraz oyunbaz, gerçekle hayal dünyası arasında kalmış ve  eşini bir trafik kazasında kaybeden ve küçük kızıyla yaşayan, afet-i devran Müzeyyen'e deliler gibi meftun. Hem de öyle böyle bir aşk değil, ruhunu ona teslim etmiş, kalbinin her atış Müzeyyen diyor ve giderek Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 'Milyon Kere Ayten'şiirindeki kara sevdaya düşmüş aşığa dönüşüyor ve büyük ihtimalle şiirin şu dizelerini Müzeyyen'e uyarlayarak; "Bundan böyle dünyada Aşkın adı Müzeyyen olsun" diyor yüksek sesle ya da yine  kuvvetle muhtemel Med Cezir şarkısının en can alıcı bölümünü fısıldıyordur onun kulağına: "Fırtınam, felaketim, hasretim, yetmiyor, sevişmeler yetmiyor, şiddetin ne hoş, ne güzel şefkatin, sevdikçe sevesim geliyor."

Kısacası kahramanızın hayatındaki her şey Müzeyyen oluyor. "Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi." Kahramanız işten kovulduğu bir dönemde roman yazmaya karar veriyor, beraber yaşadığı Müzeyyen'den de onayı "ben sana bakarım koçum, sen yaz" cümlesiyle alıyor. Kahramanımızda alıyor eline, kağıt kalem, başlıyor kalbinden cümleleri dökmeye: "Hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, ruh eve sığmıyor..." Kahramanız daha sonra hikayeye toplamak için giyiyor Yusuf Atılgan'ın Bay C.'sinin paltosunu, dilinde Avaramu şarkısıyla, salıveriyor kendini  sokaklara. İtalyan Yokuşu'na çıkıyor oradan Tophaneye iniyor, mahallenin bitirim ağabeylerini gözlüyor, her türlü önceliği kendisinde gören devlet büyüklerimizin büyük bir 'şaşaayla' yollardan geçişlerini izliyor, güzelliğiyle mahallenin delikanlılarının bakışlarını etrafında toplayan 'boyalı sarışına' bakıyor,  sokaklarla bakışıyor, top oynayan çocukları izliyor dikkatle, kendini gerçekliğin sıkıcılığından tamamen soyutlayarak Sabahattin Ali'nin "Ben dünyadan ziyade kendi kafamın içinde yaşayan biriyim..." sözünü  hatırlatırcasına hayatın içerisindeki küçük detaylara odaklanarak mikroskobik gözlemler yapıyor. Eski mesleği montajcılıktan kalan mesleki hastalık sebebi olsa gerek; bu gözlemlere müzikler eklemeyi, film artistlerini, unutulmaz film karelerini de  eklemeyi de unutmuyor. "Hayatımız müzikaldi, ya da bana öyle geliyordu." Bütün bunları yaparken hep "iç hatlardan" Müzeyyen'le konuşuyor, bu detayları, bu durumları hep ona anlatıyor. Günlük hayat kahramanımızın gözlerinden müziklerini Orhan Gencebay'ın yaptığı bir Yeşilçam filmi tadında geçiyor kısacası. Günün sonunda yazmış olduğu hikayeyi onun görebileceği bir yere de bırakmayı ihmal etmiyor.  Ne de olsa her şey Müzeyyen için, bütün şarkılar, bütün hikayeler, bir tek o sevsin diye... 

Fakat Müzeyyen** bizim alışkın olduğumuz kadın karakterlerden biri değil. Hele ki memleketin erkek bakışı açısından bakarsak; Türk aile yapısının epey dışında kalan bir kadın ve her an Türk aile yapısını korumakla görevli devlet büyükleri tarafından tepkiyle karşılaşabilecek bir karakter. Netice de Müzeyyen, özgür, başına buyruk, üstelik yeri geldi mi de işsiz kalan sevgilisinin yazarlık hayallerine bile sponsor oluyor. 

Bir noktadan sonra Müzeyyen'in gelgitleri başlıyor, hayallerde yaşayan yazar aday adayı kahramanımız durumu anlayana kadar geç oluyor ve ondan sonrası,  günler onun için "Cek Danyel" isimli içki şişesinin içerisinde geçiyor. Günler, haftalar geçiyor, "Odalarda Işıksız Kalıyor", kendisine afilli bir efkar masası tertip ediyor. Masada kimler yok ki: Bütün kırık aşk hikayelerinin baş kahramanı ve tüm kalbi kırıkların sesi  Hampri Bogart ve "Terk edilenlerin ve üçüncü şahısların piri" Sadri Alışık.  Kahramanımız onlarla dertleşiyor, onlarla içkisini paylaşıyor, üst üste sigaralar yakılıyor ve masada Hampri abinin özel isteğiyle masalarına hüzün katmakla görevli Klarnetçi Sami hep aynı hüzünlü parçayı çalıyor haliyle... 

"İlhami Algör okuyunuz, okutunuz"
İlhami Algör'ün bu küçük dev romanın alameti farikası hiç şüphesiz, onun kurduğu eşsiz dil olsa gerek. Kitap daha ilk cümlesinden itibaren çok acayip bir dünyanın içerisine sokuyor bizi. Algör, okuyucuyu şemsiyesini hiç açmak istemeyeceği bir metafor ve oyunbazlı cümlelerin yağmuruna tutuyor. Kapı kollarını, eşyaları, hatta sokaklara bile konuşturuyor sonra şarkılar, türküler ekliyor cümlelerinin en güzel kısımlarına ve bunları sokağın diliyle enfes bir şekilde harmanlıyor. Bununla beraber yazarın en büyük numaralarından biri de, hikayesinde bilinçli boşluklar bırakmak, hikayesinde bilinçli esler vermek, okuyucuya oynamaktan zevk alacağı oyun alanları bırakmak.  Böylelikle kitap her okuyuşunuzda farklı tatlar alınabilecek hale geliyor.  

İlhami Algör'ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'da kurmuş olduğu ironik dil ve yaratmış olduğu eğlenceli atmosferle Türkiye edebiyatının en özel yapıtlarından birisi olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın devamı sayılabilecek Albayım Beni Nezahat'le Evlendir'in de benzer edebi lezzeti taşıdığını  ve onunda kişisel okuma listelerine üst sıralardan girmesini tavsiye edebilirim. Kendisinin kitaplarıyla daha önce hiç karşılaşmamış olanları bir an önce piste davet edip kitaplarını okumaya davet ediyorum ve ekliyorum; İlhami Algör okuyunuz, okutunuz... 

Can Öktemer

** Müzeyyen karakteri üzerinden filmle bağlantılı yapılmış bir değerlendirme için: http://www.arkakapak.com/genel/muzeyyenler-derin-tutkular-ve-yeni-kadinlik/

Pınar Öğünç Röportajı: ‘Aksi Gibi, yüzde 99’un hikâyeleri’

$
0
0


Pınar Öğünç, geçtiğimiz günlerde hoş bir sürpriz yaparak, İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi yayınladı. Gerçi Öğünç'ü köşe yazılarından takip ediyorsanız, o yazılardaki edebi lezzetinde farkındasınızdır. Bu anlamda, onun köşe yazılarına sinmiş etkileyici anlatımının öykülere de sinmiş olduğunu göreceksiniz. Öğünç'le kadınları, yalnızları, platonik aşk girdabına tutulmuşları, mutsuzları, sistemin çarklarına sıkışmış boynu bükük beyaz yakalıları ve korkularla yaşayanların öykülerini anlattığı Aksi Gibi’yi konuştuk.
Pınar Öğünç
- Geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabınız Aksi Gibi'yi yayınladınız. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Bu kitaptaki öykülerin bir kısmı zaten yazılmıştı; bir kısmının notları farklı defterlerde uyumaktaydı. Haziran itibarıyla, çok çalışıp bu kitabı sonbahara bitirme kararı almıştım zaten. Daha önce de çok yoğun çalıştığım dönemler oldu gazetecilik nedeniyle ama bu özlediğim bir tür yorgunlukmuş. Hiç acıtmadı, usandırmadı. Bilakis Aksi Gibi’yi bitirirken daha sağlıklı bir insana dönmüş olabilirim.
- Uzun yıllardır gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmaktasınız. Öyküleri yazarken gazetecilik deneyimlerinizden yararlandınız mı? Köşe yazarlığı ve öykü yazarlığı arasında bir akrabalık var mı sizce?
İyi yazı yazmanın kaideleri bence birçok türde benzeşiyor. Ama gazeteciliğin, bilhassa muhabirliğin hikâyeciliğe ayrıca katkısı var. Bir kere haberler nedeniyle kendi hayat çizginizde belki asla giremeyeceğiniz dünyalara giriyorsunuz, belki asla yolunuzun kesişmeyeceği insanlarla sohbet ediyorsunuz. Soru sorma kabiliyetinizi geliştiriyor. Bu çok öğretici bir hayat bilgisi her şeyden önce. Bir de “insanlar nasıl konuşur” kısmı mühim. Günlük diyalog yazmak kolay zannedilir ama kimin hangi kelimeleri seçeceği, dilbilgisini nereden kıracağı gibi detaylarla doludur, incelik gerektirir. Gazetecilik sayesinde muhtelif konu üzerine binden fazla insanla konuşmuşumdur, onların ses kayıtlarını deşifre etmişimdir. Muhteviyatı unutsanız bile, içerde bir yerde onların kaydı var sanki.
- Aksi Gibi'de "hayatı roman" gibi olmayan sıradan insanların, sıradan hayatlarını yalın ve etkileyici bir dille anlatıyorsunuz. Sizi bu hayatları anlatma isteği doğuran, ilginizi çeken unsur neydi?
Öncelikle “sıradan hayat”, “sıradan insan” tamlamalarından çok hazzetmiyorum. İçime sinmiyor. Sadece sizin için demiyorum, bu kötü niyetli de olmayan genel bir kullanım. Ama kafama takılıyor, kimin hayatı sıradan değil mesela? Daha heyecanlı meslekleri olanların mı? Meşhurların mı? Bir sıradanlık mevzubahisse, o meşhur politik slogandaki gibi “Biz yüzde 99’uz”. O yüzden, bence bunlar yüzde 99’un hikâyeleri. Yüzde 99 olarak üzerinde durmadığımız, yüzde 1’e girmediği için önemsiz, kıymetsiz, manasız sandığımız teferruatın hikâyeleri.

- Modern hayatın getirisi olarak zamanın oldukça hızla aktığı zamanlardan geçiyoruz. Kitapta ise hayatın telaşı içerisinde artık farkında olamadığımız ince detaylarla birlikte oldukça sakin bir anlatımız var. Bize, bu edebi tercihinizden bahsedebilir misiniz? Kendinizi minimalist anlatım tarzına yakın bulur musunuz?
Bir tarz seçerek, bilhassa bir budama faaliyetine girmiş değilim. Aksi Gibi’nin kimi sahneleri tasvir bakımından kalabalık bile sayılabilir. Ama hakiki his, hangi ayrıntıları tercih ettiğinize göre okuyana sıçrıyor bence. Bir okur olarak da beni, işini bilen, tam noktasına dokunan, incelikli ayrıntılarla dolu metinler etkiliyor. İşte o zaman ayrıntılar ayağımıza takılan süsler olmaktan çıkıyor, bilakis ferahlatıyor. Anlamaya yakınlaşmaktan doğan tatlı bir ferahlık bu. Böylesini okumayı sevdiğimden, böylesini yazmaya çalışıyorum.
- Muhafazakârlığı, kadın dayanışmasını oldukça farklı bir şekilde ele alan 'Sokak Kasları'öyküsü kitabınızın en dikkat çeken öykülerinden biri. Kadın-erkek eşitliğinin fıtratında olmadığı bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dillendirilen, kadın cinayetleri oranının her geçen yıl yükseldiği Türkiye'de kadın hareketini, kadın dayanışmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Yazdığım bir hikâye üzerine köşe yazarı gibi konuşmak istemem. Zira bu konuda hatırlamadığım sayıda yazı yazmışımdır, haber yapmışımdır. Edebiyat, belki yüzlerce gazete yazısında tam beceremeyeceğimiz bir anlatma ve anlama sahası bahşediyor bize. ‘Sokak Kasları’yla ilgili sadece şunu söyleyebilirim... Her kadının içinde intikamını alamadığını hissettiği bir taciz hikâyesi vardır. Edilememiş bir küfür, atılamamış bir yumruk, kafasına indirilememiş bir taş. En az bir diyorum.
- ‘Bülent Ersoy taklidi’, yazarlık ve yazarlara öykünme üzerine bir öykü. Sizin de yazarlık serüveninizde benzer hissiyatlar yaşadınız mı? Favori yazarlarınız ve başucu kitaplarınız nelerdir?
Bir yazarı, bir romanı, bir hikâyeyi, bir şiiri kıskanmadan yazı yazılmaz gibi geliyor bana. İnsanı ileri götüren tek kıskançlık cinsi bu olabilir. Ama genelde sevilen yazarların nasıl yazdığının feyz olacağı gibi yanlış bir kanı vardır. Bundan sadece öykünme çıkar. Asıl feyz, takdir ettiğimiz bir yazarın yazdığından değil, kafada dolanan o hikâyeyi nasıl yazabileceğini tahayyül etmekten gelir. Edebiyattan önce, onun hayata, insanlara nasıl baktığını anlamışız demektir çünkü bu. Zenginleştiren de budur bence.
Can Öktemer

Rüzgarı Beklerken

$
0
0


Fotoğraf:Cahilus

Bazen böyle oluyor Yakup abi. Mesela ocaktaki süt taşmasın diye mutfakta dolanırken hayatın anlamına çok yaklaştığımı hissediyorum. Tam o anda taşan sütün tiz sesiyle irkilip ocağı kapıyorum. Anlam falan kalmıyor Yakup abi, geriye kalan tek şey ocağın üzerinde kahverengiye dönen süt lekeleri oluyor. Öylece bırakıyorum ocağı. Bir sigara yakıp balkona çıkıyorum. Güneş değil de namı dolanıyor sokaklarda. Rüzgar suratıma öyle bir vuruyor ki, içime çektiğim sigaranın ucundaki kor bile üşüyor. Kendi kendime; bu sondu lan diyorum. Artık pazarları kornasıyla ortalığı inleten sütçüden süt almayacak, mayalansın diye sütü içine koyduğum kabı sofra beziyle sarmayacağım. Çilekleri akşamdan şekere bırakıp sabah erimiş bulmayacağım, ikide bir aynanın karşısına geçip halime üzülmeyeceğim.

Evet Yakup abi, balkonda soğuk Kasım rüzgârıyla çarpışırken böyle diyorum kendime. Sonra sigaram bitmemişse eğer devam ediyorum; Fener maçlarında tırnaklarımı yemeyecek, durup dururken Kara Kitap’ı açmayacağım. Çaresiz hissettiğim zamanlar büyük yazarların kitaplarının önünde sabahlamayacak, onlardan yardım dilenmeyeceğim. Bundan böyle kendi göbeğimi kendim keseceğim. Sigaramın külü balkonun fayansına düşünce tüm bunlardan vazgeçiyorum Yakup abi. Rüzgâr külü balkonun zeminine dağıttıkça daha çok vazgeçiyorum. Caddelerden arabalar geçtikçe, duraklar dolup boşaldıkça, güneş pencereden pencereye tutuştukça, yeterince sarardığında kani olan bir yaprak kendini boşluğa bıraktıkça vazgeçiyorum. Yeterince sarardığıma ikna olamıyorum Yakup abi. Öylece rüzgârı bekliyorum. O karar versin istiyorum yeterince sararıp sararmadığıma. Bazen düşecek gibi oluyorum Yakup abi. Milyonlarca karınca ayakuçlarımdan alnıma koşmaya başlıyor o zaman. Diyorum ki bu sefer olacak.

Dedim ya Yakup abi. Bazen çok yaklaşıyorum. Ocağın yüzeyine cif döküp süngerle var gücümle silmeye başlıyorum. İşte o zaman biraz önce uzansam dokunacağım dediğimden hızla uzaklaşmaya başlıyorum. Ardıma bakıyorum uzaklaşırken. Hep ardıma bakıyorum Yakup abi. Ben çocukluğumun yitmesini hiç hazmedemiyorum. İyiyi ve kötüyü içim götürmüyor. Bu kadar iç içe olmalarına dayanamıyorum. Bir de kelimeler var tabi. Sessizliği bozduğunu sanan zavallı kelimeler. Sessizlik hiç bozulmuyor Yakup abi. Derin bir sessizliğin ortasında dillerimizi yay olarak kullanıp kelimeler fırlatıyoruz birbirimize. O keskin kelimeler çocukluğun büyülü zırhı kalktıktan sonra çok ölümcül oluyorlar. Kan revan içinde kalıyoruz Yakup abi. Kaçamıyorum artık kelimelerden. Vücuduma saplanmış binlerce sözcükten kanıma akan zehir her geçen saniye felç ediyor beni.  Ölüyorum Yakup abi.

Bazen Yakup abi. Yoğurt kabının kapağını açıp kaşıkla bir parça yoğurt alıyorum. Kaptaki beyazlıkta kusursuz bir eksiklik peyda oluyor. Zamanla su doluyor o çukura. Yalnızlığım diyorum Yakup abi. Su alıyor. O da olmadı ocakta kaynayan çilek reçelinin kokusunda perdeyi aralıyorum. Sokak lambalarının eğik başlarındaki geceyi kabullenişi görüyorum. Geceyi kabulleniyorum.

Bazen Yakup abi, bazen yokluğundan şüphe ediyorum.

Serhat Köroğlu
                                               

1915 Ermeni Soykırımı konuşmaları

$
0
0
Agos'a dışardan katkı sunduğum veya Agos'ta çalıştığım dönem boyunca, giderek artan bir yoğunlukta Ermeni Soykırımı'na bir yerinden değen röportajlar şuradan derli toplu dursun:

Bakuba Yetimhanesi (Kaynak: AGBU Arşivi)


Robert Fisk/11 Kasım 2011
‘Aslında Türkler 1915’in soykırım olduğunu biliyor’

Zeliha Etöz-Taylan Esin/25 Kasım 2011
‘Gayrimüslim diyerek Hıristiyanları Müslümanlıkla tanımlıyoruz’

Ümit Kurt/11 Ocak 2013
'1915 konusunda, Türk de, Ermeni de aslında kurbandır'

Ramazan Aras/7 Kasım 2013
‘Ermeni nefretinin üretim araçları’

Avedis Hadjian/7 Kasım 2013
‘Ermenilik kültürel bir mesele’

Gayane Çobanyan/7 Kasım 2013
‘Hesapta olmayan sonuç: Araplaşan Ermeniler’

Laurence Ritter/7 Kasım 2013
‘Aynı ailede hem Hıristiyan hem de Müslüman Ermeni var’

Nicholas Koumjian/14 Kasım 2013
‘İnkâr, sadece mağdurları yaralamaz, failleri de ahlaken küçültür’

Talin Suciyan/6 Aralık 2013
‘Tek parti döneminde kapatılan cesur gazete: Nor Or’

Ohannes Kılıçdağı/27 Mart 2014
‘II. Meşrutiyet sonrasında umut ve umutsuzluk kıskacındaki Ermeniler’

Adnan Çelik-Namık Kemal Dinç/25 Nisan 2014
‘1915, Kürtler açısından daha temel ve kurucu bir yere sahip’

Edip Gölbaşı/30 Mayıs 2014
‘1915’in ayak sesleri’

Matthias Bjørnlund/12 Haziran 2014
‘Danimarka belgelerinde soykırımın izleri’

Gerard Libaridian/31 Temmuz 2014
‘Davutoğlu 1915’e dair hiçbir analiz veya açıklama önermiyor’

Serdar Dinçer/12 Eylül 2014
‘Balkanlar’daki kardeşlik söylemi, millet-i hâkimenin boyunduruk güzellemesidir’

Fatma Müge Göçek/10 Ekim 2014
‘Hrant Dink cinayeti 1789’dan bu yana yaşanan sürecin sonucudur’

Nazan Maksudyan/14 Kasım 2014
‘Üç büyük katliamın paylaşılamayan mirası: Ermeni yetimler’

Stefan Ihrig/19 Aralık 2014
'Nazilere göre Atatürk'ün başarısının en önemli nedeni Ermenilerin yok edilmesiydi'

Yektan Türkyılmaz/23 Ocak 2015
‘Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilirdi’

Namık Kemal Dinç/30 Ocak 2015
‘Kürt hareketi 1915 konusunda resmî tarihin şablonculuğundan sıyrılamadı’

Ümit Kurt/13 Şubat 2015
‘Antep’e Gazilik unvanı veren savaş, Ermenilerin geri dönmesini imkânsız kılmanın mücadelesiydi’

Jürgen Gottschlich/27 Şubat 2015
‘Eğer Almanya yardım etseydi, çok sayıda Ermeni kurtulabilirdi’

Jürgen Zimmerer/27 Şubat 2015
‘Toplumun elitlerinin katılımı ve kabulü olmadan soykırım yapmak imkânsızdır’

Öykü Gürpınar/13 Mart 2015
‘Armıdan’ı Armutlu yapan en uzun yılın öyküsü’

Nevzat Onaran/20 Mart 2015
‘1915’te devlet Ermeni vatandaşına açıkça harp ilan etti’

Oya Gözel Durmaz/27 Mart 2015
‘Kayseri’nin gelişmesinde emval-i metruke vurgunu çok önemli rol oynuyor’

Meltem Toksöz/10 Nisan 2015
‘106. yıldönümünde Adana Katliamı’nın ardındaki gerçekler’

Şükrü Hanioğlu/17 Nisan 2015
‘1915’in tümüyle tarihçilere bırakılması anlamlı değil’

Yelda/24 Nisan 2015
‘Sözlerim her defasında sessizlik duvarına çarptı’

Ronald Grigor Suny/24 Nisan 2015
‘Erkeklerin katledilmesi, soykırımın ilk safhasıydı’

Güven Gürkan Öztan-Ömer Turan/8 Mayıs 2015
‘Devletin aklı, kendi suçlarına kolektif ortaklar bulmasıyla işliyor’

Bülent Bilmez/22 Mayıs 2015
‘Travmaya çözüm üretmeden soykırım hakkında konuşmak acıları pornografikleştirir’

Başak Tuğ/29 Mayıs 2015
'Feminist tarih uzun süre Türk-Müslüman kimliğiyle yazıldı'

Emre Can Dağlıoğlu

Taşradan İnsan Manzaraları

$
0
0



Başta Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasından aşina olduğumuz, merkezle taşranın çatışmasını, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı sahici bir dille anlatan bir çok filmle karşılaşır olduk. Benzer mevzular son dönem Türkiye edebiyatında da işleniyor. Yönetmenlerin  ve yazarların taşraya bu kadar ilgi göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de küreselleşme ve internetin de etkisiyle birlikte taşranın son sürat değişen kimliği olsa gerek. Arın Kuşaksızoğlu, bu değişimi şöyle açıklıyor: "Zaman artık taşrada dünya saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil." Taşranın bu değişen kimliği, beraberinde anlatılmayı bekleyen bir sürü hikaye getiriyor kuşkusuz. Sinemacıların ve yazarların iştahlı bir şekilde taşrayı anlatma heveslerinin altında yatan durum bu olabilir. Son dönem Türkiye edebiyatında taşrayı en iyi anlatan yazarlardan Mahir Ünsal Eriş ise taşraya olan bu ilgiyi, taşradan büyük şehre okumaya gitmiş olanların artık kendi hikayelerini anlatmalarına başlamalarını ve Cumhuriyet sonrası Türkiye edebiyatındaki görülen taşraya dair "oryantalist" bakışın yerine taşraya daha içeriden daha tanıdık bir bakışın ete kemiğe bürünmüş anlatıların ortaya çıkmasına bağlıyordu bir röportajında.

Deniz Arslan'ın (Kendisinin aynı zamanda 2013'te vizyona giren, farklı anlatımı  ve mizahıyla dikkat çeken Gözümün Nuru filminin senaristlerinden biri olduğunu da belirtelim) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk öykü kitabı Rehavet Havası da taşraya hakiki bir bakış atan kitaplardan. Rehavet Havası'nda Deniz Arslan, tanıdığı yüzlerin, aşina olduğu seslerin, mahallelerin, taşra sıkıntısının, taşrada zorunlu ikametgahın, işsizlerin, tembellikle flört edenlerin, kendi evinde mağlup olanların, taşrada yapacak bir şeyleri olmayanların, büyük şehirde tutunamayanların ve Nurdan Gürbilek'in harikulade tanımıyla tarif edecek olursak "Taşradayken bir başka dünyanın hayali asılı kalanların, yaşamak zorunda kaldıkları sınırlılıkları aşmak isteyenlerin"öykülerine yer veriyor.

Rehavet Havası'nda sade bir anlatım var, edebiyat numaralarına pek rastlamıyoruz, öykülerin bilindik taşra anlatılarıyla akrabalık bağları var ama Deniz Arslan, Abdullah Ataşçı'nın şu sözünü hatırlatırcasına "Ne anlatılırsa anlatılsın, ne yazılacaksa yazılsın önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın merkezi dildir" taşra gerçekliğine muzip bir bakış atarak öykülerinin klişeye dönüşme tehlikesinden kurtarıyor bir bakıma.

 
Deniz Arslan



Yerel Motifler

Arslan, taşra sıkıntısını, hüzünlü ama neşesini bir an olsun kaybetmeyen bir dille anlatıyor. Uşak'ın Banaz ilçesinde yapılacak hiç bir şey olmadığından, etraflarındaki çemberi kırıp dünyaya temas etmek ve hayallerini bir kez olsun gerçek kılabilmek için kendi sıkıntılarını en iyi anlayacak müzisyene Bruce Springsteen'e "hayal kırıklarının başkenti" Banaz'da konser vermesi için ulaşmaya çalışan bir grup gencin hikayesine, okuduğu üniversitede tanıştığı Polonyalı sevgilisini romantizmin doruklarına çıkarmak için Erzurum'a götüren Erdal'ın sonu pek de romantik bir şekilde bitmeyen gezisine, İsveç'teki akrabasının hediye ettiği Ingmar Bergman filmlerini izledikten sonra kendisini bambaşka bir dünyanın içerisinde bulan ve fellik fellik yaban çileği aşermeye başlayan kırtasiyeci Reşat'ın varoluşsal krizle imtihanını ve jilet gibi takım elbisesi, özenle taranmış saçlarıyla bütün mahalleliyi hazır ola çeken Canti Fuat'ın büyük şehirden gelen Nurhayat'a deliler gibi meftun olmasını ve Mecnun misali çöllere düşüp karşılıksız aşkından kendini yiyip bitirmesi gibi trajikomik hikayelere tanık oluyoruz kitap boyunca. Hüzünlü, kırık öyküler bunlar fakat Arslan okuyucuya mendillerini çıkartma fırsat vermeden, mizah dozunu yükselterek durumu dengeliyor bir anlamda.

Yazar taşraya özgü yerel motifleri ve argoyu kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu motifleri büyük bir iştahla yer veriyor metinlerin içinde. Hikayelerinin ve karakterlerinin samimiyeti, doğallıkları da yazarın yaratmış olduğu bu sıcak atmosferden geliyor kanımca. Arslan bildiği, gördüğü, aşina olduğu toprakları, durumları Emir Kusturica filmlerini hatırlatan cümbüşüyle ve naifliğiyle büyük laflar etmeden, taşraya bir takım romantik anlamlar yüklemeden, nostalji bayatlığına düşmeden, sakince ve mizahı bir an olsun eksik etmeden anlatıyor.

Can Öktemer
*Bu yazı, Cumhuriyet Kitap Ekinin 8 Ekim 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Serdar Korucu ve Elçin Macar Röportajı: '6-7 Eylül’ün ruhu ölmedi, aramızda yaşıyor'

$
0
0

1955’in 6-7 Eylül günlerinde Türkiye’nin büyükşehirlerinde, özellikle İstanbul’da, öncelikle Rumları hedef alan, ancak tüm Hıristiyanlara ve Yahudilere yönelik pogrom, son yıllarda Türkiye medyasında kendine çok daha fazla yer buluyor. Ancak yine de açılmamış daha çok sayfalar var. Bunlardan birisi bu yıl, gazeteci Serdar Korucu’nun çabalarıyla ortaya çıktı. Dönemin İstanbul Rum Patrikhanesi fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un pogromdan hemen sonra çektiği fotoğraflardan bazıları daha önce Yunanistan’da yayımlanmış olsa da, Korucu’nun hazırladığı bir albüm ile Türkiye’de İstos Yayıncılık’tan çıkan kitapla ilk kez okurlarla buluştu. Bu önemli kitaptan yola çıkarak, Bilgi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Ömer Turan’ın pogromun 60. yılı, Kalumenos’un fotoğrafları ve Eylül 2015’te HDP’ye ve Kürtlere yönelik yaşanan linç dalgasını Serdar Korucu ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Elçin Macar ile konuştuğu ve Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2015 tarihli sayısında yer alan röportajı yayımlıyoruz.
- Dimitrios Kalumenos’un yaşam öyküsü ile başlamak uygun olur sanırım. Nasıl özetleyebiliriz Kalumenos’un yaşam öyküsünü?  Eylül 1955’te çektiği fotoğraflar bu öyküde nasıl bir yere oturuyor?
Serdar Korucu: 20. yüzyılın başında, imparatorluğun en zor döneminde başkent İstanbul’da doğan bir Osmanlı vatandaşı Kalumenos. Bu şehirde eğitim gördükten sonra hem iki gazete için haberler yapıyor hem de Ekümenik Patrikhane’de fotoğrafçı olarak yer alıyor. Patriklik fotoğrafçısı olması 6-7 Eylül sonrasındaki yıkımı fotoğraflamasında ona çok daha geniş imkânlar sunuyor. Bu vasfı sayesinde biz dönemin Patriği Athenagoras’ın yıkık bir kilisede yaşadığı hüznü de görebiliyoruz.
- Kalumenos’un 6-7 Eylül arşivinin öyküsü nedir? Bu fotoğraflar bir İstos kitabına nasıl dönüştü?
SK: Bu arşiv gizli değildi aslında. Ege’nin karşı kıyısında bulunuyordu sadece. Kalumenos 1958 yılında Yunan ajanı olduğu iddiasıyla sınırdışı edildi. Bu sürecin ilginç yanı, Kalumenos'un sınırdışı edilme sürecinde gazeteler onun ajan olduğu iddiasını ilginç temellere oturtuyordu. Patriklik fotoğrafçısı Kalumenos'un Patrik Athenagoras ile yakın olması ve 6/7 Eylül pogromunun fotoğraflarını çekip yurtdışında yayımlatması suç gibi gösteriliyordu. Sınırdışı edildikten sonra Kalumenos, 1966 yılında Atina’da bu fotoğrafların bir kısmından oluşan “Hıristiyanlığın Çarmıha Gerilişi” adında Yunanca / İngilizce bir kitap çıkartıyor. Ancak bu kitap bize ulaşamıyor, çünkü Bakanlar Kurulu kararıyla ülkeye girişi hızla yasaklanıyor. İkinci baskısı 1991’de yapılsa da Türkiye’ye yankısı gelmiyor. Patrik Bartholomeos’a yakın isimlerden, gazeteci fotoğrafçı Nikolaos Manginas sayesinde bu arşive ulaştım. Kendisi Kalumenos ailesinden, Dimitrios Kalumenos’un kızı Marina Kalumenos’tan izin aldı. Böylece yaklaşık 3-4 ay önce fotoğrafların kitaba dönüşme süreci başlamış oldu.
Serdar Korucu
- Kalumenos’un 6-7 Eylül fotoğraflarının sadece bir bölümü bu albüm ile gün ışığına çıktı. Diğer fotoğrafların araştırmacıların erişimine açılması planlanıyor mu?
SK: Tabii açılacak. Üstelik de yeni anlatılarla birlikte. Karşımızda 1500 fotoğraflık dev bir arşiv bulunuyor. Bu kitapta yer alanlar 60. yıldönümüne özel olarak 60 fotoğraflık bir seçki. Ama bizim istediğimiz sadece fotoğraf basmak da değil. Anlatılarla o gün yaşananları tam olarak yansıtmak, objektiften kaçanları da paylaşmak. Mesela Şişli Mezarlığı’ndaki fotoğraflar kadar önemli olan, adını vermek istemeyen bir Rum görgü tanığının o gece yeni gömülmüş bir naaşın çıkartılıp karnına Türk Bayrağı saplandığını anlatmasıydı…
- Şu ana kadar çoğumuzun 6-7 Eylül’e ilişkin görsel belleği, Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Fahri Çoker arşivinde yer alan fotoğraflara dayanıyordu. Dimitrios Kalumenos fotoğrafları hâlihazırdaki görsel belleğe neler ekliyor, nasıl bir müdahalede bulunuyor?
SK: Doğru, hepimiz Fahri Çoker arşivinden de çok yararlandık. Ancak o fotoğraflarda o gece yaşananlara dair eksik bir parça vardı. Kilise ve mezarlık saldırıları bulunmuyordu. Daha çok “zengin azınlık” mitini desteklercesine ağırlıklı olarak ticarethanelere yönelik yağma vardı. Alt mesaj, Rumlar başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin toplumda ekonomik olarak üst sınıfta oldukları, Müslüman nüfusun da dönemin tabiriyle Ortaçağ’daki köylü ayaklanmaları gibi bir yağmaya giriştiğiydi. Bu bakış açısı doğru olsa kilise ve mezarlıklara neden girilsin? Biz burada Rum toplumunun geçmişinin de İstanbul’dan tamamen silinerek kovulmaya çalışılmalarını görüyoruz. 
Elçin Macar: Kalumenos’un kitabı 1966’da Atina’da yayımlandığı için aslında Yunan ya da “ilgili” kamuoyu için yeni değil. Ancak Çoker arşiviyle temelde ayrıldığı nokta şöyle özetlenebilir: Çoker arşivi resmi kurumlarca çekilmiş ya da belki sonradan foto muhabirlerinden toplanmış, daha çok ortada olan biteni gösteren fotoğraflar. Esas itibarıyla; Beyoğlu’nu, ana caddeleri ve ticari alanları yansıtıyor. Kalumenos fotoğrafları ise doğrudan Rumların günlük yaşamının ve manevi dünyalarının nasıl etkilendiğini yansıtan fotoğraflar: Kiliseler, okullar, mezarlıklar, sünnet edilmek istenen Papaz gibi. Çoker arşivi ne kadar geneli ve ortada olanı gösteriyorsa, Kalumenos o kadar özeli yansıtıyor.
Elçin Macar
- 6-7 Eylül’ün 60. yılında bir yandan yaşanan pogromun fotoğrafları çoğalıyor. Bir yandan da Atina’daki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu TBMM’ye gönderdiği dilekçeyle 6-7 Eylül’e ilişkin resmi kınama, geri dönüşlerin teşvik edilmesini talep etti. Sanki yaşanan dehşetin daha gerçekçi bir bilgisine erişiyoruz ve aynı anda “geçmişte yaşanan acılar” söyleminden, yüzleşmenin somut adımlarına ilişkin taleplere geçiyoruz. Ne dersiniz?
EM:Şahitleri, mağdurları henüz hayatta olan, yazılı ve görsel malzemesi gayet bol bir olaydan bahsediyoruz. Her şey ortada yani. 6-7 Eylül’ün hemen ardından göstermelik bir tazmin süreci başlamış, vaat edilenler bile ödenmemişti. Mesela Vryonis’in kitabında ne gibi bir tazmin mekanizması işletildiği, kime ne ödendiğine dair bilgiler var. Söz konusu federasyonun talepleri anlamlı, ancak Türkiye’nin içine girdiği yeni süreçte karşılık bulması çok güç. Ayrıca, Federasyon’un bu faaliyetlerine, İstanbul’daki Rumlardan “asıl muhatap biziz” şeklinde bir muhalefet/eleştiri olduğunu da ekleyeyim.
SK: Yüzleşme için daha çok adım atmamız gerekiyor. Belki yaşanan pogromun faili kadar düzenlenen saldırılara da odaklansaydık o zaman farklı bir noktada olurduk. Bugün elimizde sadece o gece yaşananlara dair bir bilanço bulunuyor. Ama bunun ayrıntılarına vakıf değiliz. Ben pogromun bütün ayrıntıları toplumla paylaşılana kadar yüzleşmenin gerçekleşebileceğine inanmıyorum.
Kalumenos arşivinden

- 6-7 Eylül’ün 60. yılı Türkiye’nin oldukça karamsar günlerine denk düştü. Tam da 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece içlerinde bir milletvekilinin de bulunduğu bir grup Hürriyet gazetesine saldırdı. İzleyen günlerde HDP’ye yönelik çok geniş çaplı bir linç dalgası oldu. İstanbul’da 21 yaşındaki Sedat Akbaş telefonda Kürtçe konuştuğu için öldürüldü. Beypazarı’nda Kürt tarım işçilerinin çadırları yakıldı. Bu dehşet görüntüleri 6-7 Eylül’den günümüze ulaşan bir linç atmosferini akla getiriyor. Süreklilikler ve farklılıklar hakkında neler söylemek mümkün?
EM: Genel olarak bu süreci 6-7 Eylül ile başlatma eğilimi görüyorum, ama 1945’teki Tan Baskını’nı da hatırlatmak isterim. 1945’in Tek Parti dönemi Türkiyesi’nde böyle bir eylem için sokağa çıkabilmek büyük cesaret isterdi herhalde.  Ama ‘Sovyet yanlısı’ bir yayına saldırmak meşruydu. Ayrıca, sosyal medyanın olmadığı bir dönemde bu insanlar nasıl bir araya gelmişlerdi ya da kolluk güçlerinin nasıl haberi olmamıştı? Aslında benzerlikler çok açık. Patrik Athinagoras, Menderes’e yazdığı 15 Kasım 1955 tarihli mektubunda, bu kadar ayrıntıya vakıf olunamayan o tarihte, bunun ‘organize’ bir hareket olduğunu yazmıştı. Cumhuriyet dönemi tarihimiz, böyle organize şiddet eylemleri ile dolu. Devletin bunların neresinde durduğu da, çeşitli vesilelerle ortaya çıkıyor. Örneğin, Hrant Dink cinayeti sürecinde öğrendik ki, Trabzon-Pelitli’de resmi kurumların ilişkide olmadığı genç yokmuş neredeyse. 6-7 Eylül’de, hapishaneden Menderes’e telgraf çeken gençler, neden içerde olduklarını anlamadıklarını yazıyor ve konuşabileceklerini ima ediyorlardı. Bu işlere teşne “sivil toplum kuruluşları” da hep var. Yoksa da kurduruluyor. Bugünlerde gazetelere bakın, son günlerdeki eylemlerin içinde yer alan yeni bir örgütün, iktidar partisi ile ilişkisi tartışılıyor.
SK: Tabii süreklilik bulunuyor. Zaten 6-7 Eylül sadece Rumlara değil pek çok kesime bir gecede “istenmeyen vatandaş” olabileceklerini gösteriyor. 1990’larda PKK militanları içinde Ermenilerin bulunduğuna yönelik iddiaların ana akım medyada yer almasının ardından Ermeni Patriği Mutafyan 6-7 Eylül’ün ayak seslerini duyduğunu söylüyordu. Bugün de aynı mesajları biz, Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı Burhan Kuzu’dan almıyor muyuz? Ya da Kürtlere gelirsek, 2007’de Genelkurmay Başkanlığı teröre karşı kitlesel tepki istiyordu. Sonrasında Kürt mahallelerine tahrik edici bir şekilde giren, hakaretler yağdıran güruhlar olmamış mıydı? Bu nedenle tam da aynı nefret zincirinin parçası olarak görünüyor. Yoksa Kırşehir’de “teröre lanet” yürüyüşünde tatlıcıya saldırmanın ya da kırtasiyedeki okul çantalarını yakmanın nasıl bir mantığı olabilir ki? Yani 6-7 Eylül’ün ruhu ölmedi, aramızda yaşıyor.

Kalumenos arşivinden

- Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7 Eylül 1955 albümünde fotoğraflara döneme ilişkin tanıklıklar ve anılar eşlik ediyor. Yassıada yargılamaları tutanaklarından polisin müdahale etmemek yönünde emir aldığını, ya da kimi karakol polislerinin “Bugün polis değiliz, Türk’üz” dediğini öğreniyoruz. Bununla birlikte askerler patrikhaneyi ve Yunanistan başkonsolosluğunu koruma altına alıyorlar ve bu binalar pogromu zarar almadan atlatıyor. Bu bilgiler bize devletin linç dalgasındaki rolü hakkında neler söylüyor?
EM: Demek ki devlet isterse koruyor, istemezse korumuyor. Şiddet, “devlet siyaseti”nin ayrılmaz bir parçası. Masalarında bunların konuşulduğu resmi kurumlar var. “Kırarız iki cam, atarız üç füze” diye açıkça planlar yapılıyor. Ama bazen, 6-7 Eylül’de olduğu gibi, senaryo sınırların dışına taşabiliyor. Çünkü kullanılmak istenen kitlelerin donanımını, yine o resmi kurumların hazırlattığı, düşmanlıkları yeniden ve yeniden üreten ders kitapları, yine o resmi kurumların empoze ettiği “yabancı” ve “yerli yabancı düşmanlığı,” kontrol altındaki medya şekillendiriyor. 6-7 Eylül’de özel olarak incelenmesi gereken üç nokta var: 1- Öncesinde basının ve özellikle Hürriyet gazetesinin rolü. Kamuoyunu hazırlamada en önemli rol Hürriyet’e aittir. 2- Atina’dan haberi “bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçen AA muhabiri Sara Korle’nin haberinin nasıl olup da “Yunanlar Atamızın evini bombaladı”ya dönüştüğü. 3-Kolluk güçlerinin tavrı. 6-7 Eylül, tüm bu “organize işler”de özel bir yere sahiptir. Yassıada’daki 6-7 Eylül duruşmaları birçok şeyin ortaya dökülmesini sağladı. 27 Mayıs’ın Menderes düşmanlığı olmasa, biz bunları öğrenemezdik.
SK: Kiliselerin çoğu zarar görse de bazıları saldırı dalgasından kurtulmayı başarıyor. Bu bilinçli mi? Bazı anlatılara göre evet. Dönemin tanıkları “Bütün kiliseler yakıldı” denilmesin diye bazı kiliselerin bırakıldığını, hedef alınmadığını söylüyor. Ama bir de tesadüfen kurtulan dini mekânlar var. Mesela kitabı tanıttığımız Panayia İsodion Rum Ortodoks Kilisesi bunlardan biri. O sokaktaki bir Rum’un dükkânının yakılması üzerine saldırganlar kiliseye ulaşamıyor. Böyle olasılıklar da bulunuyor.

12 Eylül’den Unutulan Bir Mağduriyet Öyküsü: Manuel Yergatyan

$
0
0

50. yıldönümü olan 1965’te yapılan anmalarla dünyada yenilen duyulmaya başlanan Ermeni Soykırımı, 1970’lerin başından itibaren ASALA ve Adalet Komandoları örgütlerinin Türkiyeli diplomatlara yönelik suikastlarıyla dünya gündemine taşındı. Türkiye, 1965’te kamuoyunun yaşadığı şaşkınlığı, Batı ülkelerinde işlenen cinayetlerin ardından da uzun bir süre üzerinden atamayacaktı.[1]12 Eylül Darbesi, bu anlamda Türkiye’nin “yardımına yetişmiş oldu” ve 65 yıldır süren soykırım inkârı, askeri rejim tarafından resmi düzeyde kurumsallaştırıldı. Bu kurumsallaşma, aynı zamanda devletin askeri rejim tarafından yeniden organize edilmesi anlamına geliyordu ve darbenin meşrulaştırılması için “Ermeni meselesi” önemli bir araç haline getirildi.[2]12 Eylül öncesinde devletin zafiyete düşürülmesinden ötürü Ermeni diasporasının cesaret bulduğu tezi sıklıkla işlendi. Bu bağlamda, “Ermeni meselesi” tüm tarihsel bağlarından kopartılarak güvenlik meselesi parantezine hapsedildi. Diğer yandan, dünyaya karşı Türkiye’yi “savunacak” bir resmi anlatı, Dışişleri Bakanlığı ve üniversiteler tarafından üretildi, medya ve milli eğitim aracılığıyla yaygınlaştırıldı ve bu anlatı üzerindeki denetim MGK aracılığıyla merkezileştirildi.[3] Dışarıda olduğu kadar içeride de kamuoyu oluşturulmasını amaçlayan bu hamleler, Türkiyeli Ermenilere yönelik baskının artırılmasını da beraberinde getirdi. Dışarıdaki “kötü” Ermeni diasporası ile içerideki “iyi” Ermeniler arasına Cumhuriyet dönemince konulan ayrım devlet eliyle keskinleştirildi ve Ermeni toplumu, fiziksel ve psikolojik anlamda zora başvurularak, bu çerçeveye sığmak zorunda bırakıldı. Askeri rejimin bu baskısının en somut örneklerinden biri de toplumun tanınan isimlerinden Kudüs Ruhban Okulu’nda görevli olan Türkiyeli Ermeni rahip Hayko (Manuel) Eldemir’in (Yergatyan), darbeden kısa bir süre sonra “kimsenin anlayamadığı bir sebeple” tutuklanması, toplumun önemli simalarıyla birlikte işkenceden geçirilmesi ve uzun süre hapiste tutulmasıydı. Rahip Yergatyan’ın bu zorlu hikâyesi, soykırım bahsinde Ermeni toplumunun nasıl sessizleştirildiğine yönelik önemli ipuçları içermesinin yanı sıra, medyanın kendiliğinden bu sürecin önemli bir aracı olduğunu da gözler önüne seriyor.
Manuel Yergatyan (Kaynak: Agos arşivi)
Yergatyan’ın hikâyesi
Yergatyan, 1954’te İstanbul’da doğar. İlk ve ortaokulu Gedikpaşa Surp Hovhannes Ermeni Okulu’nda tamamladıktan sonra, 14 yaşında Kudüs’te bulunan Ruhban Okulu’na [Jarankavorats] teoloji eğitimi almak için gider. 1973’te, Manuel ruhani ismiyle diyakoz [sargavak] olarak takdis edilmesinin ardından, askerliğini yapmak için Türkiye’ye döner ve 1976’da ise bu kez rahip olarak takdis edilir. 1978’e kadar Oxford’da bulunan bir kolejde uzaktan eğitim görür ve o yıl tekrar Kudüs’e bu kez okulun başrahibi olarak geri döner. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Restorasyon Bölümü’nde okurken, aynı zamanda okulda tarih hocası olarak da görev almaya başlar.[4]Bu sırada Türkiye’de askeri cuntanın yönetime el koymasıyla, milyonlarca insan gibi Yergatyan’ın da hayatı değişir.
Darbeden yaklaşık bir ay sonra, 10 Ekim 1980’de, kısa bir ziyaret için geldiği Türkiye’den eğitim görmek için onunla beraber Kudüs’e gidecek olan öğrencileriyle birlikte Yeşilköy Havaalanı’nda güvenlik kontrolünden geçerken hakkında ihbar olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır.[5]İlk sorgusu havaalanında bir odada yapılır. Kudüs’e öğrencileri ne amaçla götürdüğü üzerine sorulan birkaç sorudan sonra, odadan çıkması söylenir. Geri çağrıldığında ise bavulunda kendisinin koymadığı belgeler ve haritayla “terörle bağının ispatlandığını” görür. Yergatyan, daha sonra o anı “büyük bir şeyler döndüğünü o zaman anladım” diye anlatacaktır.[6]
Mahkemeye delil olarak sunulan bu “suç aletleri”, Ermeni halk oyunları kaseti, 1888 yılına ait ve Venedikli Mıkhitarist rahipler tarafından çizilen bir “tarihi Ermenistan” haritası,[7]Sovyet Ermenistanı’nda yayımlanan Hayreniki Dzayn [Vatanın Sesi] gazetesi[8]ile ASALA ve Taşnaktsutyun’a ait olduğu söylenen yayınlardır.[9]Daha sonra mahkemede ona bavulunda bulunan bir kitap da ısrarla sorulacaktır. Yergatyan’ın yanında olan o kitap da, Simon Simonyan’ın[10]1950’lerde yazdığı ve Kudüs’te ders kitabı olarak okutulan Hayots Badmutyun’dur [Ermeni Tarihi].[11]Bu delillerden yola çıkarak Kudüs’e götürdüğü öğrencilere “terör” eğitimi vereceği kanısına varılır.
Bu çerçevede öğrenciler ve Yergatyan’ın yanı sıra, Ermeni toplumunun tanınan yedi siması da aceleyle gözaltına alınır.[12]Meselenin hukuki kılıfını ise Yergatyan’ın üzerinde bulunan bir miktar döviz oluşturur. Kudüs’te rahip olmaya giden öğrencilere ait olduğu açık olan o para, dönemin Türk Parasının Değerini Koruma Kanunu gereği döviz taşımak yasak olduğundan suç olarak kabul edilmiştir.[13]Bu kapsamda, “parayı vereni de, parayı dövize çevireni de, çocukların Kudüs’e gidip okumalarını salık vereni de toplarlar.”[14]
12 Eylül döneminin en ünlü işkencehanelerinden Samandıra’ya götürülen 11 kişiye de işkence yapılır. Yergatyan’ın el ve ayak tırnakları sökülür, vücuduna elektrik verilir.[15]Bir ay boyunca hepsi düzenli olarak dayağa maruz kalırlar:[16]
Beni küçük bir hücreye kapattılar. Ve burada işkenceye başladılar. Ne söylerlerse evet diyene kadar dövüyorlardı. Sen “itiraf” edene kadar dayak durmuyordu. Orada 30 veya 31 gün kaldım ve her gün dayak, çok ağır dayak yedim. O insanların vicdanı yoktu. Kudüs’teki uzun yıllardan sonra, Türkçem zayıflamıştı. Konuşurken arada Ermenice, Arapça, İbranice ve İngilizce kelimeler de kullanıyordum. Türkçem akıcı değildi. Bunu anlamadılar. Onlardan bir şeyler sakladığımı düşünerek, beni daha fazla dövdüler. Bir aylık sorgulamanın ardından, bazı kâğıtları imzaladım. Bunun ardından gözlerimi bağlayarak beni İstanbul’a götürdüler. Benim davamla ilişkili olan yedi tutuklu daha vardı. Onları da her gün dövüyorlardı.
Soruşturma kapsamında gözaltında tutulan tüm isimler, bir aylık Samandıra sürecinin ardından, 15 gün de Selimiye Kışlası’nda tutulurlar. Kasım ayının sonuna doğru hâkim karşısına çıktıklarında, karar, Yergatyan haricindeki herkesin salıverilmesi olur. Yergatyan tutuklanırken, diğer kişilerin de mahkemede tanık olarak dinlenmelerine karar verilir ve yurt dışına çıkmaları yasaklanır.[17]Yergatyan’a yöneltilen ilk suçlama ise ASALA’yla kuvvetli bir bağı olduğu ve öğrencileri Kudüs’e “terörist yapmak için” götürdüğüdür. Bu ortam içerisinde, Yergatyan, mahkeme için sırasının gelmesini beklerken, 1981’in sonbaharında Paris’te yaşanacak bir olay bu süreyi uzatacaktır.
Van Operasyonu
Türkiye Paris Başkonsolosluğu, 24 Eylül 1981’de dört ASALA militanı tarafından “Van Operasyonu” kapsamında basılır. Kapıdaki güvenlik görevlisini öldüren militanlar, içeride bulunan başkonsolos dâhil 56 kişiyi rehin alırlar. Rehinelerden biri, akşam saatlerinde başkonsolosluğun bulunduğu katın penceresinden “Yeğiya Keşişyan İntihar Komandoları” adına şu isteklerinin yazılı olduğu bir kâğıt bırakır: “Türkiye’de yaşayan Ermenilerin seyahat ve ifade özgürlüklerinin sağlanacağına dair devlet garantisi verilmesi, uluslararası bir organizasyonun Türkiye’de Ermenilere ait kültürel kurumların etkinliklerini kontrol etmesi ve iki din adamı Manuel Yergatyan ve Hrant Küçükgüzelyan ile beş Türk ve beş Kürt devrimcinin[18]serbest bırakılması.”[19]Bunun üzerine, uluslararası basına konuşan başkonsolosluk çalışanı ise “Türkiye’de tutuklu Ermeni yok, aşırı sağcılar ve aşırı solcular var” diyerek soruları savuşturmaya çalışır.
Hürriyet, 25 Eylül 1981
Paris’te rehine krizi yaşanırken, Türkiye gazeteleri ise mikrofonları hiç vakit kaybetmeden dönemin Ermeni Patriği Şınorhk Kalustyan’a çeviriyordu. Türkiye’de siyasi tutuklu Ermeni bulunmadığını belirten Kalustyan, Türkiye’de sadece meslekleri rahip olan 2 Ermeni tutuklu bulunduğunu, onların da sıraları gelmediği için mahkeme huzuruna çıkmadıklarını söyler.
Cumhuriyet gazetesine göre, bu rahiplerden Yergatyan, döviz kaçakçılığıyla suçlanıyordu. Tutuklu bulunan diğer rahip Hrant Küçükgüzelyan’ın ise “Ermeni çocukları Anadolu’nun uzak yerlerinden İstanbul’a getirdiği ve onlara Ermeni din ve dil eğitimi verdiği”[20]bildiriliyordu. Aynı zamanda, Küçükgüzelyan’ın “Avrupa’daki çeşitli insan hakları örgütlerine mektup göndererek, Türkleri kötülediği ve Türkiye’deki Ermeni toplumunun ağır sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu bildirdiği” öğrenilmişti.[21]Hürriyet gazetesine göreyse, Küçükgüzelyan, “küçük yaştaki çocuklara yasak kitaplar dağıttığı için yakalanmış” ve daha sonra “gizli Ermeni örgütleriyle ilişkide olduğu” ortaya çıkarılmıştı. Aynı gazete, isnat edilen suçlarla dahi ilgisi olmayan bir Yergatyan portresi çizerek, Yergatyan’ın sahte pasaportla Suriye sınırından Türkiye’ye girmeye çalışırken, üzerinde iki tabanca, üç bomba ve gizli belgelerle yakalanan bir ASALA militanı olduğunu ileri sürer.[22]
Hürriyet, 25 Eylül 1981
Militanlar, ertesi gün rehineleri serbest bırakarak Fransa polisine teslim olurken, bu eylemcan kaybı olmadan atlatılsa da, 26 Eylül 1980’de Paris’te ve 2 Nisan 1981’de Kopenhag’da yaşanan küçük saldırıların ardından askeri rejim için ilk büyük ASALA saldırısıdır ve yoğun bir propaganda döneminin başlangıcı olur. Bu dönem, Yergatyan içinse mahkeme önüne çıkmak için 10 ay daha beklemek ve hapishanede daha ağır muamele anlamına geliyordu:[23]
Diğer tutuklular bana zarar vermediler, ancak hapishanede inanılmaz bir psikolojik işkence vardı. Tuvalete gitmene izin vermiyorlardı; yemeğini geç getiriyorlardı; doktora görünmene izin vermiyorlardı; hastalandığında ilaç vermiyorlardı; kitap okuyorsan, ışıkları kapatıyorlardı; ayağa kalkarsan, oturmanı söylüyorlardı. Farklı çeşitlerde psikolojik baskı uyguladılar. Genelde gardiyanlar seni koğuştan çıkarıyorlar ve gelişigüzel vuruyorlardı, sadece eğlenmek için…
Patrik Kalustyan da 3 yıl sonra yaptığı ABD ziyareti sırasında, Van Operasyonu’nun Yergatyan’ın durumuna etkisini şöyle değerlendirecekti: “Ermeni teröristler Paris’teki Türk Başkonosluğu’nu bastıklarında, taleplerinden biri de Peder Yergatyan’ın serbest bırakılmasıydı. Bu, doğal olarak ASALA’yla ilişkisi olup olmadığını anlamak için onun daha fazla araştırılmasına yol açtı. Bu, onun durumunu daha kötüye götürdü.”[24]
Mahkeme başlıyor
Askeri savcı, Mayıs 1982’de Yergatyan hakkındaki iddianameyi hazırlar ve 1 Numaralı Askeri Mahkeme’de “Türkiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmak, ırkçılık ve bölücülük propagandası ve Atatürk Kanunu’na aykırı davranmak” suçlarıyla davayı açar. Savcı, “Yakın geçmişin en mühim ve dehşet verici olaylarından biri olan Ermeni meselesinin yeniden canlandırılmak istendiğine şahit olmaktayız” diyerek başladığı iddianamenin sonuç bölümünde şunları yazar: “Sanık Hayko Manuel Eldemir, siyaset yapmak bir yana Türk ve Ermeni toplumlarını birbirine düşürmeye çalışan silahlı katillerle müşterek çalışma içine girmiştir.”[25]
Hürriyet, 21 Mayıs 1982
29 Haziran 1982’ye gelindiğinde, Yergatyan ilk kez hâkim karşısındadır. Savcı, “Kudüs’teki görevi sırasında Türkiye ve Türklük aleyhine yoğun faaliyet göstermek” ve “Türk ve Ermeni toplumlarını birbirine düşürmeye çalışan silahlı katillerle işbirliği içinde olmak” eylemlerinin yanı sıra “köpeğine Atatürk adını koymak”tan ötürü Yergatyan’ı suçlu bulmuştur[26] ve hakkında toplamda en az 10 yıl hapis cezası ister. Aynı celsede, bu suçlamalar, mahkemede dinlenen dokuz Ermeni tanığa sorulur ve hepsi de Yergatyan’ın Türkiye aleyhine konuşmalar yaptığını ve faaliyette bulunduğunu bilmediklerini söylerler. Yergatyan’ın tahliye talebi reddedilirken, havaalanında rahibi yakalayan polis memurları ile bir öğrencisinin tanık olarak dinlenmesi kararıyla mahkeme ileri bir tarihe ertelenir.[27]
27 Temmuz 1982 tarihindeki ikinci duruşma, Yergatyan’ın davasında önemli bir kırılmaya neden olacaktır. Hakkında kovuşturmaya gerek olmadığına karar verilen öğrenci Mikayel (Mikail) Sağlam, “zor ve baskı altında alınan” ve iddianameye temel oluşturan ifadelerini[28]bir kez de mahkemede tekrarlar. Mikayel, Yergatyan’ın her fırsatta Türk düşmanlığını gösterdiğini ve köpeğini Türk büyüğünün adıyla çağırdığını kendisinin duymadığını, ancak üst sınıflarda okuyan bazı kimselerin buna şahit olduğunu söyler ve devam eder:[29]
Hayko Eldemir, tarih dersi okutuyordu. Türkiye’nin doğu kısmındaki bir bölüm toprakların Ermenilere ait olduğunu, Türkiye’de Ermenilere kötü davrandıklarını, 1940’taErmenilerin katledildiğini, bu toprakların eninde sonunda Ermenilerin olacağını söylüyordu. 1915 katliamının yıldönümü olan 20 Nisan 1980 günü Ruhban Okulu’nun konferans salonunda kutlamalaryapıldı ve sahnenin süslenmesini Hayko Manuel Eldemir yaptı. [abç]
Hürriyet gazetesine göre, bu “süslemeler”, “Güney ve Doğu Anadolu’yu içine alan Ermenistan haritası” ile “sahneye dizilen kuru kafalar”dır ve bunlar bir ayin için yapılmıştır.[30]
Tanık Patrik Kalustyan
Yergatyan’ın iddialara yönelik itirazları kâr etmeyecektir, yine de bu iddiaların sorulması için Patrik Kalustyan’ın mahkemede tanık olarak dinlenmesini ister.[31]Bir sonraki duruşmaya kilisenin tüm dini hiyerarşisini yıkarak tanık olarak gelen Patrik Kalustyan,[32]Yergatyan hakkında ileri sürülen iddialar üzerine kendisinin de soruşturma yaptığını, ancak hiçbir kanıt bulamadığını belirtir.[33]Hürriyet ise mahkeme sonlanmadan Yergatyan hakkında hükmünü vermiştir ve bu duruşmanın haberini sürmanşetten “Patrik, Türk düşmanı papazı savundu” başlığıyla okuyucularına duyurur.[34]
Hürriyet, 3 Eylül 1982
Yergatyan’ın isteğiyle tanık olarak çağrılacağı belirtilen eski Kudüs Başkonsolosu Yusuf Kadri Dicle, mahkemeye iştirak etmezken; diğer tanıklar Artin Ateş (ruhani ismiyle Başepiskopos Aram Ateşyan, bugünün Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili) ile Simon Ergüneş’in suçlamalarla ilgili bir şey duymadıkları ve iddiaların doğru olacağını tahmin etmedikleri yönündeki ifadeleri de mahkeme tarafından dikkate alınmayacaktı. 1 Mart 1983’e gelindiğinde ise askeri savcı, esas hakkında görüşünü bildirir. Bölücülük propagandası ve Atatürk Kanunu’na muhalefetten mahkûmiyet gerektirecek yeterli kanıt bulunamadığını belirten savcı, Yergatyan’ın “din adamı sıfatıyla yurtdışında Türkiye ve Türklük aleyhine çalışmalar yaptığına” kanaat getirerek 6 yıl 8 ay ağır hapis cezası ister.[35]Ancak karar duruşması tarihi olarak belirlenen 18 Mart’tan yaklaşık bir hafta önce, Belgrad’da işlenen cinayetin faturası Yergatyan’a çıkarılacaktır.
Büyükelçi Balkar suikastı
9 Mart günü, Türkiye Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar, Adalet Komandoları militanları tarafından makam otomobilindeyken öldürülür.[36] Dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren, Türkiye’nin artık sabrının taştığını vurgularken, Dışişleri Bakanı İlter Türkmen de “teröre destek verdiğini düşündükleri” Lübnan’a ani bir ziyarette bulunur ve ASALA konusunda Lübnan’ı sert biçimde uyarır.[37]Aynı şekilde, Yergatyan’ın cezaevinden arkadaşı Yalçın Küçük’e göre, bu cinayet, Askeri Mahkeme’yi de çok kızdırır ve Yergatyan’ın cezası son duruşmada katlanır. Patrik Kalustyan da Küçük’le aynı fikirdedir. Kalustyan, sadece Kudüs’te “Türkiye karşıtı” bir gösteriye katıldığı ispatlanabilen Yergatyan’ın birkaç yıl ceza alacakken, Balkar’ın öldürülmesiyle durumunun çok ağırlaştığını belirtir. Yergatyan da bu durumu şöyle anlatır: “ASALA’nın operasyonları benim davama yaramadı. Mahkeme, ben hapiste olduğum için ASALA’nın eylemlerini artırdığını düşündü.”[38]
Zira 18 Mart günü, mahkeme Yergatyan’a “Türkiye aleyhine eylemlere katılmaktan” Türk Ceza Kanunu’nun 140. ve 242/3. maddeleri uyarınca oybirliğiyle 14 yıl ağır hapis cezası verir. Ayrıca Yergatyan’ın, ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesine ve hapis cezası sonrasında 4 yıl 8 ay Gümüşhane’de gözetim altında tutulmasına karar verilmiştir.[39] Davanın temyiz duruşması Askeri Yargıtay’da görülmeden çok kısa bir süre önce de, ASALA’nın son büyük eylemlerinden biri olan Paris Orly Havalimanı saldırısı gerçekleşir. 15 Temmuz 1983’te düzenlenen saldırı sonucunda 8 kişi hayatını kaybeder. Fransa polisi, Varujan Garabedyan’la birlikte Türkiye vatandaşı olan Ohannes Semerci ve Soner Nayır’ı tutuklar. Nayır ile Semerci’nin bir dönemde Kudüs’te eğitim görmüş olması, akıllara yine Yergatyan’ın ASALA’yla bağını getirecektir.[40] Ağustos ayında ise Askeri Yargıtay, Yergatyan’ın cezasını aynen onaylayacaktır.[41]
Milliyet, 19 Mart 1983
Yergatyan’ın yalnızlığı
Yergatyan’ın 14 yıl ceza almasıyla özellikle Avrupa’daki Katolik ve Protestan kiliseler ve kuruluşlar harekete geçerler. Kamuoyu yaratmak için sarf edilen çabaların sonucunda, Uluslararası Af Örgütü, Mayıs 1983’te Yergatyan’ı “sadece Ermeni olmasından ötürü cezaevinde tutulan düşünce suçlusu” ilan eder.[42]ABD Temsilciler Meclisi Üyesi Nancy Johnson, Yergatyan’ın serbest bırakılmaması durumunda, bir sonraki sene Türkiye’ye verilen yardımın kesilmesi için mücadele edeceğini açıklar.[43]Kudüs’ten bir Benediktin rahibinin çabasıyla, Federal Almanya Cumhuriyeti Şansölyesi Helmut Kohl, 9 Temmuz 1985’te Başbakan Turgut Özal’la görüşmesinde serbest bırakılmasını talep ettiği 45 kişi arasına Yergatyan’ın da adını ekleyecektir. Uluslararası kamuoyunun bu baskısı hiç olmazsa cezaevi koşullarında iyileşme sağlayacaktır. Dönemin Kudüs Ermeni Patriği Yeğişe Derderian’ın diplomatik kanalları zorlaması ve Hollanda’nın araya girmesiyle, 1984 yılının başında Yergatyan Çanakkale Cezaevi’ne nakledilir. Bu değişiklik, Yergatyan için işkenceden kurtulmak ve daha rahat koğuş imkânlarına sahip olmak anlamına gelecektir.[44]
Yergatyan yine de huzurlu değildir, çünkü Türkiye’deki Ermeni toplumu tarafından tamamen yalnız bırakılmıştır.[45]12 Eylül’ün baskı ortamında, kimse “tescilli bir terörist”le yakın görünmek istememiş, Yergatyan’ın ceza almasıyla sevgilisi dahi kendisinden uzaklaşmıştır. Özellikle Patrikhane’nin kendisiyle ilgilenmemesine çok kırılır. Sağlık ve para durumuyla ilgili defalarca telgraf çekse de, ancak 1986’nın Ocak ayında bir papaz ile bir rahibe ziyaretine gelirler. Bu süreç içerisinde kendisiyle Yalçın Küçük, Bilgesu Erenus ve Hrant Dink ilgilenmeye çalışırlar.[46]
Fransa’da Orly saldırısı davasının karar oturumu yaklaştıkça, Türkiye medyası, Yergatyan’ı bir kez daha hatırlar. 18 Şubat 1985’te Milliyet gazetesi, Hürriyet’in daha önce yaptığına çok benzeyen bir habere imza atar. Gazeteye göre, “silahlı papaz” diye nitelenen Yergatyan’ın “seyyar cephanelik halinde” Suriye sınırında yakalanması, “Ermeni Patrikhanesi üzerindeki kuşkuları” artırmıştır. Hürriyet ise 3 Mart 1985 tarihli sayısında, Yergatyan’ın fotoğrafını sürmanşetten “İşte 3 caninin hocası papaz Hayko” başlığıyla ve öğrencilerine terörizm aşıladığı iddiasıyla verir.[47]Bu haberler, cezaevi yönetiminin ve mahkûmların Yergatyan’a tavır almasına ve rahibin daha da yalnızlaşmasına neden olur.[48]
Hürriyet, 3 Mart 1985
Yergatyan, 1986 yılında ilan edilen genel afla birlikte cezaevinden çıkar, fakat kendisine yönelik taciz dışarıda da devam eder. Birkaç kez daha gözaltına alınan Yergatyan, 1988 yılında bu kez tarihi eser kaçakçılığıyla suçlanarak tutuklanır, ancak kısa süre sonra serbest bırakılır.[49] Bu siyasi baskı ortamının ailesini de rahatsız etmeye başlamasıyla yurt dışına çıkmaya karar verir ve 1990 yılında Hollanda’daki Amsterdam ve Almelo Ermeni Kiliseleri’nde rahip olarak görev alır.[50]Cezaevi şartlarının ve işkencenin ciddi sağlık sorunlarına yol açtığı Yergatyan, 11 Şubat 2004’te Hollanda’da hayata veda eder.[51]
Bitirirken: Yergatyan neden hedef seçildi?
Yergatyan’ın neden hedef seçildiği halen bir muamma, ancak bu konuda bazı isimlerin kendilerine göre açıklamaları mevcut. Yergatyan, “12 Eylül rejiminin terörizmle ilgili bir şeyler yaptığını göstermesi için” diyerek hedef seçilmesini açıklıyor.[52]Yukarıda belirtildiği gibi, “Ermeni meselesi”ni bir güvenlik sorunu parantezine hapsetmeye çalışan askeri rejimin, kamuoyuna meseleyi bu yönüyle ele aldığını göstermek istemesinin önemli nedenlerden biri olduğu açıktır.
Yalçın Küçük’e göreyse, devlet, “Rahip Efendi’ye diz çöktürmek ve kendini reddetmesini” istemekte ve böylece Yergatyan’ın propaganda malzemesi olabileceğini öngörmekteydi.[53]Zira benzer bir süreç, 7 Ağustos 1982’de Esenboğa Havalimanı saldırısını gerçekleştiren iki eylemciden biri olan Levon Ekmekçiyan için işletilmişti. Askeri mahkemece yargılanan Ekmekçiyan’ın dava sürecinden idam edilişine kadar dile getirdiği –veya getirmek zorunda kaldığı- “Ermenilerin esas düşmanının ASALA olduğu” ve “Türk milletinin alicenaplığı” içerikli cümleler gazeteler ve televizyonda defalarca kez yer bulmuştu.[54]Ekmekçiyan’ın “örgüt tarafından beyninin yıkandığı” ifadelerine benzer şekilde, Yergatyan’ın avukatı Celalettin Nurcivan da müvekkilinin bazı eylemlerini başkalarının tehdidiyle yaptığını mahkemede belirtmiştir.[55]
Levon Ekmekçiyan mahkemede
Hrant Dink ise Yergatyan’ı “12 Eylül’ün her kesimden olduğu gibi gayrimüslimlerden seçtiği kurban” olarak niteler.[56]Yukarıda belirtildiği gibi, 12 Eylül rejimi açık bir şekilde “iyi Ermeni-kötü Ermeni” ayrımı yapmaya çabalarken, ülke içindeki Ermeni toplumunu da siyaseten baskı altına almaktan geri durmadı. Bu süreç içerisinde, iki din adamının ve Yergatyan’la birlikte tutuklanan Ermeni toplumunun tanınan diğer isimlerinin işkenceden geçmeleri ve “sudan sebeplerle” yargılanmaları, rejimin istediği şekilde korku duvarlarının yükselmesine neden oldu. Bu korkunun en somut örneklerinden biri de, cezaevi süreci boyunca Yergatyan’la Ermeni toplumundan neredeyse kimsenin temas kurmamasıdır. Ayrıca ASALA ve Adalet Komandoları’nın üstlendiği neredeyse her saldırıdan sonra gözler Türkiye Ermeni toplumunun ne diyeceğine çevrilirken, bir yandan da cezaevinde ve askerde bulunan Ermenilere yönelik fiziksel ve psikolojik baskı önemli ölçüde arttı. Zira bu baskı ortamının siyasi istikrarsızlık ve şiddetle birleşmesi, hatırısayılır bir Ermeni nüfusun yurtdışına göç etmesiyle sonuçlanacaktı.[57]
Tüm bunlara ek olarak, Yergatyan’ın bu “içeriye nizam verme” sürecinde hedef seçilmesinin sebepleri arasında, kötü olarak nitelenen “dışarıdaki Ermeniler”le açık bir bağı olan Yergatyan üzerinden, Türkiyeli Ermenilerin Ermeni diasporasıyla iletişimini kuşkulu ve korku verici bir hale getirilmesi de sayılabilir. Zira Yergatyan’ın davası, birkaç Ermeni gencini yurtdışına göndermekle ilgiliydi. Bu davada Yergatyan dışındaki isimler, salıverilmiş olsalar da, yaşadıkları işkencenin ağırlığıyla, 10 kişiden biri, kısa bir süre sonra kalp krizi geçirerek ölürken, 70 yaşında olan bir diğeri ise çıktıktan sonra akıl sağlığını kaybetti. Bu işkence sisteminden “siyasetle ilgisi olmayan” isimlerin “Kudüs’le bir şekilde bağ kurdukları” için geçmiş olmaları, toplum üzerinde bu anlamda uzun yıllar devam edecek olan bir ağırlık yarattı.[58] 
Ayrıca Yergatyan’ı öne çıkaran bir diğer durum, Yergatyan’ın gerçekten Kudüs’te 1980’de yapılan 24 Nisan anmasına katılmasıdır. Dolayısıyla, Yergatyan’ın ceza aldığı esas eylemin bu anmaya katılmak olduğunun altını çizmek gerekir. Bu anlamda, 12 Eylül rejimi, yurt dışında yapılan 24 Nisan anmalarına karşı takındığı şiddetli tavrın bir yansıması olarak “24 Nisan anması”nı yasa dışı ve doğrudan Türkiye aleyhine faaliyet olarak gördüğünü bu mahkeme kararıyla tesciller. Böylece Ermeni Soykırımı inkârının örgütlenmesine dair önemli bir adım atılır. Aynı şekilde, gazetelerin Yergatyan’ın öğrencisinin ifadelerine dayanarak çizdikleri 24 Nisan anması portrelerinin adeta “Türkiye’ye karşı düşmanlığın körüklendiği kötücül ayinler” gibi olması da bu anlamda dikkat çekicidir.
Emre Can Dağlıoğlu



* Bu yazı, ilk olarak Toplumsal Tarih dergisinin Kasım 2015 tarihli 263. sayısında yayımlanmıştır. Bu metin, 1980 Darbesi’nin ‘gayrimüslimler’ üzerindeki etkisiyle ilgili bir çalışmanın ilk ürünü sayılabilir. Aynı zamanda, özellikle sözlü tarih çalışmasıyla genişletilmesi planlanan bu çalışma için yaşadıklarını, dinlediklerini, bildiklerini anlatmak isteyen herkese açık bir çağrıdır. Bu yazıyı yazarken tüm bilgi ve arşiv ihtiyacım için çalışan başta Tamar Nalcı’ya ve verdikleri bilgiler ve yardımları için Serdar Korucu, Ümit Kurt, Talin Suciyan, Ömer Turan, Selin Kalkan, Ani ve Arto Nalcı’ya çok teşekkür ederim.
[1] Türkiye kamuoyunun 1965’te gerçekleşen anmalara ilk tepkileri için bkz. Serdar Korucu ve Aris Nalcı (2014), 1965: 2015’ten 50 Yıl Önce, 1915’ten 50 Yıl Sonra, İstanbul: Ermeni Kültür Yayınları.
[2]Güven Gürkan Öztan ve Ömer Turan (2015, 8 Mayıs), ‘Devletin aklı, kendi suçlarına kolektif ortaklar bulmasıyla işliyor’, Emre Can Dağlıoğlu’yla söyleşi, Agos, 992, s. 11. “Ermeni meselesi” bu anlamda Kenan Evren’in halka verdiği mesajlarda önemli bir yer tutuyordu. Serdar Korucu (2015, 15 Mayıs), ‘Kenan Evren’in gözünden Ermeni Soykırımı’, CNN Türk, http://www.cnnturk.com/turkiye/kenan-evrenin-gozunden-ermeni-soykirimi, Son Erişim Tarihi: 18 Eylül 2015.
[3]Güven Gürkan Öztan ve Ömer Turan (2015), ‘Türkiye’de devlet aklı ve 1915’, Toplum ve Bilim, 132, s. 98.
[4]Hratch Tchilingirian (2004, 21 Şubat), ‘A Tortured Priest Rest in Peace: In Memory of Fr. Manuel Yergatian’, The Armenian Reporter International, s. 22.
[5]Bu ihbarın Ermeni toplumu içinden yapıldığına dair kuvvetli bir algı mevcut. Keza Hrant Dink’in Yergatyan’ın ölümü üzerine yazdığı yazıda da, Yergatyan’ın o günlere anlattığı yazısında onu “cemaat içinden kimin ihbar ettiği”nin yaşadıkları içinde mevzubahistir. Bkz. Tchilingirian, s. 24; Hrant Dink (2004, 20 Şubat), ‘Talihsiz rahibin ardından’, Agos, 412, s. 12.
[6]Tchilingirian, s. 22.
[7]Martin M. Gunter (2011), Armenian History and the Question of Genocide, New York: Palgrave Macmillan, s. 106.
[8]Sovyet Ermenistanı ile Ermeni Diasporası arasındaki bağı kuvvetlendirmek amacıyla, 1965’ten 1991’e kadar Yerevan’da yayımlanan haftalık gazete.
[9]Tchilingirian, s. 22.
[10]Simon Simonyan, 1914 Antep doğumlu Ermeni yayıncı ve öğretmen. Ailesinin Ermeni Soykırımı’yla birlikte göç ettiği Halep’te büyüdü. 1944 yılında bir grup öğretmen arkadaşıyla çıkardığı Sevan dergisiyle, Halep’i Ermenice edebiyatın yeniden doğduğu merkezlerden birisi yapan soykırım sonrası genç göçmen kuşağın önemli entelektüellerinden birisi olmuştur. 1950’lerde aynı entelektüel grupla birlikte Beyrut’a göç etmiş ve 1958 yılında yıllarca Lübnan’daki Ermeni edebiyatı ve entelektüel yaşamının odağında kalacak olan Spyurk [Diaspora] dergisini yayımlamaya başlamıştır ve 600’ün üzerinde Ermenice kitap basacağı Sevan Yayınevi’ni kurmuştur. Birçok öykü ve romanın yanı sıra, tarih ve edebiyat ders kitapları da yazmıştır. Dergide yazdığı Sovyetler Birliğine yönelik eleştirel yazılardan ötürü, Sovyetler Birliği’ne girişi yasaklanmıştır. Lübnan İç Savaşı sırasında Spyurk’u devretmek zorunda kalan Simonyan, 1986’da Lübnan’da hayata veda eder. Ölümünün ardından, Sevan Yayınevi de kapanır. Nicola Migliorino (2008), (Re)constructing Armenia in Lebanon and Syria, New York ve Oxford: Berghahn Books, s. 66-68, 210.
[11]Cumhuriyet (1982, 5 Ekim), ‘Türkiye’nin Kudüs eski Başkonsolosu savunma tanıklığı yapacak’, s. 9. Gunter ise bu kitabın “1915 katliamlarını anlatan Peder (Tovma) Şigaher’in kitabı” olduğunu belirtir. Fakat Peder Şigaher’in meseleyle tek bağlantısı oğullarının ilk soruşturma kapsamında tutuklanmasıdır. Gunter, Yergatyan’ın tutuklandığında üzerinde “iddialara göre çok tanınan bir teröristin numarası”nın da olduğunu belirtir. Davaya ilişkin gazete haberlerine göre, mahkemede “teröristin telefon numarası” gibi bir suçlamaya yer verilmez. Gunter, s. 106.
[12]Tchilingirian, s. 22.
[13]Gunter, s. 106. 20 Şubat 1930’da çıkarılan Türk Parasının Değerini Koruma Kanunu’yla küçük bir miktarın üzerinde ‘yabancı para birimi’ cinsindeki parayı taşımak yasaklanmış ve bu yasak, 29 Aralık 1983’te Turgut Özal’ın başbakan olmasıyla kaldırılmıştı. Resul İzmirli, Ramazan Gökbunar ve Buğra Özer (2014), ‘Dönüşümcü bir lider olarak Turgut Özal’, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 42, s. 246.
[14]Dink, s. 12.
[15] Gunter, s. 187; Marijke Verduyn (1998, 3 Eylül), ‘Soms komen mensen bij mij thuis en dan zeggen ze: Je woont als een Hollander’ [Bazen insanlar benim evime geliyorlar ve “Bir Hollandalı gibi yaşıyorsun” diyorlar], Trouw de Verdieping, http://www.trouw.nl/tr/nl/5009/Archief/article/detail /27521661998/09/03/MANUEL-YERGATIAN-ARMEENS-APOSTOLISCHE-KERK-Soms-komen-mensen-bij-mij-thuis-en-dan-zeggen-ze-Je-woont-als-een-Hollander.dhtml, Son Erişim Tarihi: 10 Eylül 2015.
[16]Tchilingirian, s. 22.
[17]Dink, s. 12; Tchilingirian, s. 24.
[18]Yergatyan ve Güzelyan dışındaki 10 tutuklunun kimler olduğuna ve ASALA’nın neden bu 10 kişinin serbest bırakılmasını istediğine dair elimde maalesef bilgi yok. Diğer yandan Türkiye gazetelerinin bu detayı görmemesinin veya Milliyet gazetesindeki gibi “Kürt” kelimesini kullanmamak için “beş Türk terörist ve beş ayrımcı anarşist” diye yansıtıldığının da altını çizmek istiyorum.
[19]Frank J. Prial (1981, 25 Eylül), ‘60 held 15 hours in a siege in Paris’, The New York Times, http://www.nytimes.com/1981/09/25/world/60-held-15-hours-in-a-siege-in-paris.html, Son Erişim Tarihi: 10 Eylül 2015; Daily News (1981, 24 Eylül), ‘’Suicide commandos’ seize 40 at consulate’, s. 5.
[20]Rahip Küçükgüzelyan, 1950’lerden başlayarak Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi bünyesinde kurduğu Badanegan Dun’da [Çocuk Yuvası] Anadolu’dan gelen Ermeni çocuklarına Ermenice öğretir ve Ermeni kimliği kazandırır. 1963’te Tuzla’da inşa edilmeye başlanan Kamp Armen de bu kurumun yazlık kampıdır. Küçükgüzelyan, 25 Şubat 1981’de bu yetimhanede “çocuklara Türk düşmanlığı aşıladığı” gerekçesiyle tutuklanır, yaklaşık bir yıl hapis yatar ve bu süre zarfında ağır işkenceden geçilir. Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra göç ettiği Fransa’da 6 Ekim 2007’de hayata veda eder. Hrant Küçükgüzelyan (2006, 18 Ağustos), ‘”Badanegan Dun”un öyküsü’, Agos, 542, s. 2; Agos (2007, 12 Ekim), ‘Bir çınar daha devrildi, 450’nin üzerinde fidan bırakarak’, 602, s. 8.
[21]Cumhuriyet (1981, 25 Eylül), ‘Serbest bırakılması istenen 2 rahipten biri döviz kaçakçısı’, s. 6.
[22]Hürriyet (1981, 25 Eylül), ‘Teröristlerin “Din adamı” dedikleri iki Ermeni kim…”, s. 15.
[23]Tchilingirian, s. 24.
[24]The California Courier (1984, 7 Kasım), ‘Patriarch of Turkey Calls Father Yergatian a Victim’, s. 10.
[25]Milliyet (1982, 21 Mayıs), ‘Sıkıyönetim bir Ermeni papaz hakkında dava açtı’, s. 14.
[26]Yergatyan’a yöneltilen bu suçlamanın asılsız olduğunu ispatlamak için, Patrik Kalustyan, Kudüs Patrikhanesi’nden adı Tiger ve Joyce olan köpeklerin resmi evraklarını ve sağlık kayıtlarını temin ederek mahkemeye göndermiştir. Tchilingirian, s. 24.
[27]Cumhuriyet (1982, 30 Haziran), ‘Türk düşmanlığı yapan Ermeni papazın en az 10 yıl hapsi isteniyor’, s. 10.
[28]Dink, s. 12. Mikayel, 1980’de daha 12 yaşındadır ve Samandıra’da işkence gören isimler arasındadır.
[29]Milliyet (1982, 27 Temmuz), ‘Tanıklar, Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmaktan yargılanan Ermeni papazı suçladı’, s. 11. Alıntıda vurguladığım açık hataların Mikayel’den mi, yoksa gazetelere servis edilen haberi yazan muhabirden mi kaynaklandığını bilmiyorum. Ancak muhabirden kaynaklanması muhtemel bu hatalar, Türkiye kamuoyunun bu derecede gündeminde olmasına rağmen konuya dair bilgisizliğinin boyutlarını anlatması açısından çarpıcıdır.
[30]Hürriyet (1982, 27 Temmuz), ‘Ermeni Kilisesi papazı Hayko Eldemir’in yargılanmasına devam edildi’, s. 3.
[31]Cumhuriyet (1982, 27 Temmuz), ‘Kalustyan dinlenecek’, s. 7.
[32]Hrant Dink, Patrik Kalustyan’ın mahkemede tanıklık yapmak dışında Yergatyan için “birkaç kişisel girişimde” daha bulunduğunu yazar. Dink, s. 12.
[33]Milliyet (1982, 3 Eylül), ‘Kalustyan tanıklık yaptı’, s. 1; Cumhuriyet (1982, 3 Eylül), ‘Ermeni patriği Kalustyan Ermeni papaza tanıklık yaptı’, s. 12.
[34]Hürriyet (1982, 3 Eylül), ‘Patrik, Türk düşmanı papazı savundu’, s. 1, 15.
[35]Cumhuriyet (1983, 1 Mart), ‘Ermeni rahip Manuey’in 6 yıl 8 ay hapsi istendi’, s. 6.
[36]Dönemin gazeteleri ve yaygın anlatıda olayın faili ASALA olarak gösterilse de, suikast, Ermeni Devrimci Federasyonu’na (Taşnaktsutyun) yakın olan Adalet Komandoları tarafından düzenlenmiştir. Thomas de Waal (2015), The Great Catastrophe: Armenians and Turks in the Shadow of Genocide, New York: Oxford University Press, s. 154.
[37]Rıfat Akkaya (1983, 12 Mart), ‘Balkar şehit oldu’, Milliyet, s. 9; Milliyet (1983, 19 Mart), ‘Türkmen: “Ermeni terörü için uyarılarımız sürecek”’, s. 9.
[38]Yalçın Küçük (1989), Ermeni Rahiple Mektuplaşmalar, İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 6; The California Courier, s. 10; Tchilingirian, s. 24.
[39]Vasfiye Özkoçak (1983, 19 Mart), ‘Türkiye aleyhtarı Ermeni papaz 14 yıla mahkum oldu’, Milliyet, s. 9; Cumhuriyet (1983, 19 Mart), ‘Ermeni din adamı Eldemir 14 yıl hapse mahkum oldu’, s. 1.
[40]Gunter, s. 106. Orly saldırısı davasının karar aşamasına gelindiğinde medya bu bağlantıyı tekrar hatırlatacaktır.
[41]Cumhuriyet (1983, 27 Ağustos), ‘Askeri Yargıtay, Ermeni papaz Eldemir’in 14 yıllık cezasını onayladı’, s. 6.
[42]Gunter, s. 107.
[43]İskender Songur (1984, 24 Ağustos), ‘Ermeni papaz salıverilsin’, Milliyet, s. 5.
[44]Tchilingirian, s. 24.
[45]Türkiye Ermenilerinin 100 yıllık hikâyeleri göz önüne alındığında bu yalnızlık, sadece Yergatyan’a özgü değil, tüm toplum için geçerlidir. Bu yalnızlaş(tır)manın aşamaları için bkz. Ayda Erbal ve Talin Suciyan (2011, 29 Nisan), ‘One Hundred Years of Abandonement’, Armenian Weekly, http://armenianweekly.com/2011/04/29/erbal-and-suciyan-one-hundred-years-of-abandonment, Son Erişim Tarihi: 2 Ekim 2015 (Türkçesi için bkz. (2015), ‘Yüzyıllık Terk Edilmişlik’, çev. Ayşe Günaysu, şerhh, 1, s. 122-32). 
[46]Küçük, s. 6; Dink, s. 12; Tchilingirian, s. 24.
[47]Milliyet (1985, 18 Şubat), ‘Silahlı papaz olayı’, s. 6; Özkan Altıntaş (1985, 3 Mart), ‘İşte 3 caninin hocası papaz Hayko’, Hürriyet, s. 1, 13.
[48]Küçük, s. 53-4.
[49]Verduyn; Ali Fuat Duatepe (1988, 2 Nisan), ‘Ermeni papaz Hayko tutuklandı’, Milliyet, s. 7.
[50]Tchilingirian, s. 24.
[51]Agos (2004, 20 Şubat), ‘Yergatyan’ı kaybettik’, 412, s. 1.
[52]Tchilingirian, s. 24.
[53]Küçük, s. 6.
[54]Cumhuriyet (1982, 8 Eylül), ‘Ermeni terörist için karar: İdam’, s. 9; Cumhuriyet (1982, 6 Ekim), ‘Ekmekçiyan: Ermeni milletinin düşmanı ASALA’dır’, s. 11; Süreyya Oral (1982, 11 Eylül), ‘İdam mahkumu Ekmekçiyan bağışlanmasını istedi’, Milliyet, s. 9; Milliyet (1982, 6 Ekim), ‘Ekmekçiyan: Bin kere pişmanım’, s. 6. Ekmekçiyan’ın “itiraf”ta bulunduğu davanın dünya basını tarafından nasıl görüldüğü bile gazetelere haber olabilmiştir. Nuri Çolakoğlu (1982, 9 Eylül), ‘’İngiliz basını, Ekmekçiyan’ın duruşmasını yorumsuz verdi’, Milliyet, s. 9. Daha sonra Ekmekçiyan’ın ifadelerine yapılan eklemeler, “PKK’nın Ermeni örgütü olduğunun” kanıtı olarak da sunulmuştur. Milliyet (1984, 14 Ekim), ‘Ekmekçiyan, “Apocularla işbirliği yaptık” demişti’, s. 7.
[55]Milliyet (1982, 28 Ekim), ‘Ermeni papaz Eldemir’in tahliye isteği reddedildi’, s. 7; Cumhuriyet (1982, 28 Ekim), ‘Ermeni papaz yargılandı’, s. 11.
[56]Dink, s. 12.
[57] Hrant Dink (1997, 12 Eylül), ‘Tuvalet Korosu’, Agos, 76, s. 12; Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel, Karin Karakaşlı ve Ferhat Kentel, Türkiye Ermenileri: Cemaat-Birey-Yurttaş, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 411-12; Günay Göksu Özdoğan ve Ohannes Kılıçdağı (2011), Türkiye Ermenilerini Duymak: Sorunlar, Talepler ve Çözüm Önerileri, İstanbul: TESEV Yayınları, s. 20.
[58]Yetvart Danzikyan (2012, 2 Nisan), ’12 Eylül ve 11 Ermeni…’, Radikal, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/12_eylul_ve_11_ermeni-1083629, Son Erişim Tarihi: 11 Eylül 2015

Marsel Şalabi’den Melih Çelebi’ye: Türkiye’de bir ‘gayrimüslim’in ‘olağan’ öyküsü

$
0
0
Günümüzde Türkiye adına birçok ‘devşirme’ sporcu yarışıyor. Özellikle de atletizm ve masa tenisi branşlarında... Geçmişe döndüğümüzde de gözümüze çarpan, gayrimüslim sporcuların milli takımlardaki varlığı oluyor. Mıgırdiç Mıgıryan, Vahram Papazyan ve Aleko Mulos Türkiye adına yarışan ilk olimpik sporculardı. Fenerbahçeli Lefter Küçükandonyadis ve Sarıyerli Garo Hamamcıoğlu yeşil sahalarda boy gösterdi. Marsel Şalabi ise çok az insan tarafından tanınıyor. Oysa kendisi, Türkiye Milli Takımı’nın oynadığı ilk resmi voleybol maçında sahaya çıkan isimlerden biri. Şimdilerde Harbiye’deki bir huzurevinde yaşamını sürdüren 90 yaşındaki Şalabi ile sohbetimiz voleybol ile başladı, 6-7 Eylül olaylarına uzandı...
Marsel Şalabi (Fotoğraf: Miran Manukyan)
Marsel Şalabi kimdir? Kısaca anlatabilir misiniz?
Doğum tarihim 26 Nisan 1924, o da annemin söylediğine göre. Bakırköy’deki nüfus dairesi ise 1925 yazmış. Anlayacağın; yaşım gelmiş ya 90’a, ya 91’e... Bakırköy’de doğdum. İlk mektebi orada bitirdim. Sonra Bomonti’deki Saint Michel Lisesi’ne geçtim, ardından da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi... 1945’te mezun oldum. Askerliğimi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda Amerikalılara tercümanlık yaparak geçirdim. Askerdeki üç yılın ardından İstanbul’a döndüm. 1 Mayıs 1950’de Lubitsa Obradovic’le nişanlandım. Hayatımda aldığım en doğru kararlardan biri, eşimle evlenmekti. 54 yıl evli kaldık, bir kez bile kavga etmedik. Ben biraz sinirli bir adamımdır, zaten başka kimse 54 yıl beni idare edemezdi. İki çocuğumuz oldu. Kızım Montreal’de, oğlum ise Hamburg’da yaşıyor. Oğlumun dört, kızımın bir çocuğu var. Hatta bir torunumun 11 ve 16 yaşlarında iki çocuğu bulunuyor. Yani ben, torununun çocuğunu görmüş bir insanım...
- Peki, voleybola nasıl başladınız?
Saint Michel Lisesi’nde okurken başladım. 1930’lu yılların sonuydu. Mecburen oynuyorduk, zira Saint Michel’de teneffüste elleriniz ceplerinizde gezemezdiniz; herkes voleybol, basketbol veya herhangi bir spor ile meşgul olmak durumundaydı. Ben de voleyboldan ilerledim. 1946-1954 yılları arasında Türkiye voleybol şampiyonu olan iki takımın parçasıydım; Galatasaray ve Beyoğluspor. Ayrıca çok da özel bir anım vardır; Türkiye’nin oynadığı ilk resmi milli voleybol maçında forma giydim. 1953 yılıydı, Yugoslavya’yla oynadık, çok fena mağlup olduk. Takımda gayrimüslim dört sporcu vardı; Horyafkin Kardeşler ile Şalabi Kardeşler, yani ben ve abim. Horyafkinlerin büyük olanı Aleksandr, aynı zamanda Türkiye yüksek atlama şampiyonuydu. Kardeşi Valek de Türkiye’den Avrupa’ya giden ilk hakemdi. O maçta Sinan Erdem de forma giymişti, yakın arkadaşımdı. Toplamda sekiz yıl amatör olarak voleybol oynadım. Bizim zamanımızda profesyonellik yoktu, paradan bahsetseniz dayak yerdiniz. Bir lira dahi almadık. Para yoktu ama renk, kulüp, spor aşkı vardı. Her şey bundan ibaretti.
- Voleybolla amatör olarak ilgilendiğinizi söylediniz. Hayatınızı nasıl kazanıyordunuz?
Nişanlandıktan sonra kayınpederimin yanında çalışmaya başlamıştım. Deri ve bağırsak işlemesi yapan büyük bir şirketin bağırsak bölümünün başındaydı, ben de yanında çalışıyordum. Şimdiki Rahmi Koç Müzesi’nin olduğu yerde büyük bir mezbaha vardı, orada bağırsakları işleyip Almanya’ya ihraç ediyorduk. 90’ların sonuna kadar çalışmayı sürdürdüm ama bahsettiğim iş 1953’e kadar devam etti. Şirket kapandı, ben de Beyazıt yakınlarında elektronik eşya dükkânı açtım. Çok iyi çalışıyorduk, işler çok güzeldi. Fakat birkaç yıl sonra, 6 Eylül 1955’te her şey sona erdi. 6 Eylül sabahına kadar kendi çapımda küçük bir Vehbi Koç’tum, aynı günün akşamı koca bir ‘sıfır’ oldum. Gece 11 gibi çağırdılar, dükkânıma gittim. Kumkapı’ya çıkan yokuşun sonunda, hemen köşe başındaydı... Çok iyi hatırlıyorum; her dükkândaki her şey parçalanmıştı. Zaten gece 12’de sıkıyönetim ilan edildi, asker falan geldi. Çok kişi işini gücünü bırakıp gitti sonra; Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız... Dikkat ederseniz 7 Eylül demiyorum; her şey 6 Eylül’de yaşandı, gece sıkıyönetim ilan edildi, ertesi gün ise hiçbir şey olmadı. 7 Eylül’de tüm İstanbul’u dolaştım; kabristanlara bile gittim, olayların ardında bıraktığı kalıntıları gördüm... Hatırlatmayın o günleri, hatırlatmayın...
- Peki ya sonra?
Sonra bunalıma girdim. Kafamı dağıtmak için Almanya’ya, hanımımın amcasının yanına gittim. Kayınpederim de bana bu konuda destek verdi, kısa bir süreliğine buradan uzaklaşmamı istedi. 15-20 gün orada kalıp Lübnan’a geçtim ki, orada hâlen akrabalarımız vardır. Annem ve babam İstanbullu ama dedelerimin hepsi Lübnan’dan gelmişler buraya. Neyse, bir süre sonra Türkiye’ye döndüm. Bankalar Caddesi 95 numarada bir dükkânım vardı, iki mühendis işletiyordu. Daha sonra ben de dükkânla ilgilenmeye başladım. 1965’e kadar her şey yolunda gitti. Derken Kıbrıs hâdisesi patlak verdi ve devlet, gayrimüslim işletmelerle ticaret yapmayı kesti. Bunun üzerine Marsel Şalabi olan ismimi Melih Çelebi olarak değiştirmek zorunda kaldım ve 50 yıldır bu ismi kullanıyorum. Kendi ülkemde ticaret yapabilmek için ismimden vazgeçtim yani, çok kötü. Bunun için ne söylesem az ama doğrudur, çok faydasını gördüm. Öyle olmasa 90’ların sonuna kadar çalışamazdım.
* Bu yazı, Socrates dergisinin Ekim sayısında yayımlanmıştır.
Vartan Estukyan
Viewing all 121 articles
Browse latest View live